23 Kasım 2007 Cuma

Piri Reis (1465 veya 1470-1554)


PİRİ REİS
1400'lü yıllarda çizdiği dünya haritası 20.YY da uzaydan çekilen dünyanın resmi ile bire bir aynı olmasının sırrı nedir? 14.YY da uzaya çıkan bir araç henüz keşfedilmediğine göre …….
TEK BİR OLASILIK VAR: Uzaya çıkan PİRİ REİS!!!
Peki nasıl???

ALLAH HİKMETİ DİLEDİĞİNE VERİR KİME HİKMET VERİLMİŞSE ŞÜPHESİZ ONA ÇOKÇA HAYIR VERİLİR(Bakara 269)


Aynel yakin ile başlayan hikmet kademesinde Ayn (göz)ile görerek ilime vakıf olunur. Allaha yakın olan Allahın veli kullarından perde kalktığı zaman mesafe boyu kalkar ve fizik ötesi açılır.

Eşsiz bir kartograf ve deniz bilimleri üstadı olmasının yanı sıra, Osmanlı deniz tarihinde derin izler bırakmış büyük bir kaptandır Piri Reis. Osmanlı Türklerinde gerçek anlamda haritacılık onunla başlamıştır. Piri Reis'in asırlar öncesinden günümüze kadar gelen bu ünü, bilgeliğini Hak'tan almasından kaynaklanmaktadır. Teknolojinin her geçen gün yeni gelişmelere imza attığı günümüzde Piri Reis'in asırlar öncesinde çizdiği haritanın sırrı hâlâ açıklanamıyorsa, bunun tek bir anlamı vardır: Allah dostları ilmi sadece Allah'tan alanlardır. Bu sebeple bıraktıkları eserler de bütün dünyanın hayranlığını kazanmakla kalmamış, bilgeliklerinin sırrı hâlâ açıklanamamıştır.
Piri Reis, 1465-1470 dolaylarında, Osmanlıların ünlü bir deniz üssü olan Gelibolu'da doğmuştur. On yaşlarına geldiğinde, Akdeniz'de nam salmış ünlü bir korsan olup sonradan devlet hizmetine giren amcası Kemal Reis'in seferlerine katılmaya başlamış ve uzun yıllar amcasıyla birlikte Akdeniz'de korsanlık yapmıştır.
Osmanlı devletinin hizmetine girmek Piri Reis'in yeni bir ufka yelken açmasını sağlamıştır. Hayatını adadığı, bugün birçoğumuzun tasavvur bile edemeyeceği nice güzellikler yaşamış, nice güzelliklere imzasını atmıştır. Bizler, o büyük Hak aşıklarının yaşadığı güzelliklerin fizikî boyutunun farkına varabiliyoruz sadece. Manevî alanda neler gördüler, neler yaşadılar, insanlığa nice faydalar getirdiler, bilinmez. Yaptıkları hizmetler, yaşadıkları ve yaşattıkları güzellikler bizim idrak edebildiğimizden çok daha büyük olsa da, ne yazık ki bizler ancak algılayabildiğimiz, idrak edebildiğimiz ölçüde aktarabiliyoruz onları geçmişten geleceğe…
Büyük bir Hak aşığı olan Piri Reis, amcasının ölümünden sonra bir süre açık denizlere çıkmamış ve Gelibolu'ya yerleşmiştir. Burada, önce 1513 tarihli ilk dünya haritasını çizmiştir. Atlas Okyanusu, İberik Yarımadası, Afrika'nın batısı ile yenidünya Amerika'nın doğu kıyılarını kapsayan üçte birlik parça, işte bu haritanın elde bulunan bölümüdür. Bu haritayı dünya ölçeğinde önemli kılan, Kristof Kolomb'un hâlâ bulunamamış olan Amerika haritasındaki bilgileri içeriyor olmasıdır.
Piri Reis haritasını, Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında, 1517'de padişaha sunmuştur. Bazı tarihçilere göre, Osmanlı padişahı dünya haritasına bakmış ve “ Dünya ne kadar küçük.” demiştir. Sonra da, haritayı ikiye bölmüş ve “ Biz doğu tarafını elimizde tutacağız.” demiştir. Padişah, daha sonra 1929'da bulunacak olan diğer yarıyı atmıştır. Bazı kaynaklarca, günümüzde bulunamamış olan doğu yarısını, Hint Okyanusu'nun ve onun Baharat yolunun kontrolünü ele geçirmek için Padişahın yapacağı olası bir sefer için kullanmak istediği bile iddia edilmektedir.
Piri Reis seferden Gelibolu'ya dönmüş ve derlediği denizcilik notlarını bir Denizcilik Kitabı (Seyir Kılavuzu) olan KİTAB-I BAHRİYE 'de bir araya getirmiştir. 1523'deki Rodos seferi sırasında da Osmanlı Donanması'na katılmıştır. 1524'de Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı sadrazam Pergeli İbrahim Paşa'nın takdiri ve desteğini kazanınca, 1526'da gözden geçirdiği KİTAB-I BAHRİYE' sini devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a sunmuştur. Piri Reis'in 1526'ya kadar olan yaşamı KİTAB-I BAHRİYE 'den de izlenebilir.
Piri Reis, 1528'de de ikinci dünya haritasını çizmiştir. Bugün elimizde olan Kuzey Amerika haritası bu haritanın bir parçasıdır. Sonraki yıllarda, güney sularında devlet için çalışan Piri Reis, bu dönemde, Hint Kaptanlığı yapmış, Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi'ndeki deniz görevlerinde yaşlanmıştır.
Piri Reis'in Osmanlı donanmasında yaptığı son görev acı olaylarla biten Mısır Kaptanlığı'dır. 1552'de çıktığı ikinci seferin son durağı Basra'da, tamire ve dinlenmeye muhtaç donanmayı bırakıp ganimet yüklü üç gemi ile Mısır'a döndüğü için, burada hapsedilmiştir. Donanmayı Basra'da bırakması, Basra valisi Kubat Paşa'ya ganimetten istediği haracı vermemesi, Mısır Beylerbeyi Mehmet Paşa'nın politik hırsı yüzünden 1554'te hizmette kusurla suçlanarak idam edilmiştir. Öldüğünde 80 yaşının üzerinde olan Piri Reis, yarattığı evrensel boyuttaki ve bugün dahi nasıl çizildiği bilinemeyen eserleri olan iki dünya haritası ve çağdaş denizciliğin ilk önemli yapıtlarından birisi sayılan KİTAB-I BAHRİYE ile günümüzde de halen yaşamaktadır.
Dünya haritası ve Kuzey Amerika haritasının çizimlerindeki isabet ve projeksiyon sistemindeki mükemmellik, tüm dünyada büyük hayranlık ve hayret uyandırmaktadır. Piri Reis'in çizdiği haritaların bugün tüm dünyada hayranlık uyandırmasını sağlayan tek gerçek, onun bir Allah dostu olduğunun açık bir delilidir.


Yüce Allah'ım bana (Hz. Muhammed s.a.v.) buyurdu ki:
“Kim benim bir velime (dostuma) düşmanlık ederse bana karşı savaş açmıştır. Kulum bana ancak emrettiğim ve farz kıldığım ibadetle yaklaşır. Ve devamlı nafile ibadetlerle bana yakınlaşmaya devam eder. Öyle ki ben de onu sevmeye başlarım. Onu sevince de, (o kulumun) gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o (kulum) benimle benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. (Yani görmesi, işitmesi, tutması ve yürümesinde hep benimledir, benim rızamı düşünür). Benden bir şey isterse elbette ki (o kuluma) veririm. Bana sığınırsa onu korurum. Yaptığım hiçbir işte tereddüt etmedim. Yalnız, mümin kulumun ruhunu almakta tereddüt ettim. O ölümü istemez, ben de önün hoşlanmadığı şeylerden hoşlanmam. Fakat ölümden kurtuluş yoktur.” (Buhârî (6502) Ahmed; (6/256) buna yakın lafızlar ile Aişe'den)
Bu yazının alındığı kaynak: www.ledunilmi.com

22 Kasım 2007 Perşembe

20 Kasım 2007 Salı

Türk Edebiyatı Konu Anlatımları


TÜRK EDEBİYATI TARİHİ

Türk edebiyatı tarihi, Türklerin kültür değişimlerine göre üç ana grupta incelenir:
İslamiyetten Önceki Türk Edebiyatı
İslam Etkisindeki Türk Edebiyatı
Batı Etkisindeki Türk Edebiyatı
Elbette bu üç grubu kesin hatlarla birbirinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü İslam etkisine girince eski edebiyat tamamen yok olmadığı gibi Batı etkisine girince de İslami edebiyat bitmemiştir. Ancak genel tercihin değişmesi, bu ayrımı ortaya koyar.
Bu ana grubun içinde de değişik anlayışların oluşturduğu ayrılmalar görülür. Bunları bir şema halinde gösterelim. (Şema yukarıda...)

Şimdi bu dönemleri ayrıntılarıyla görelim;

İSLAMİYETTEN ÖNCEKİ TÜRK EDEBİYATI
Tarihin karanlık devirlerinden, İslamiyetin kabul edildiği 8. - 10. yüzyıla kadar sürer . Bu edebiyatı kendi içinde iki gruba ayırabiliriz.

1. Sözlü Edebiyat
Henüz yazı yokken , Türk toplumlarında ozan denen saz şairleri bulunurdu. Bunlar, dini törenlerde ve bütün sosyal etkinliklerde şiir söyler, destan okurlardı. Böylece dilden dile dolaşan bir şiir geleneği oluşmuş, tarih boyunca tüm kültür değişmelerine rağmen yok olmayan bu gelenek günümüze kadar sürmüştür.
Bu edebiyatın genel özelliklerini şu şekilde maddeleştirebiliriz:
Asıl ürününü doğal destanlar dediğimiz tür oluşturur.
Sığır (av törenleri), şölen (dini ayinler), yuğ (ölen kişinin ardından yapılan törenler) adı verilen toplantılardan doğmuştur.
Ozan, baksı, kam denen kişilerce, saz eşliğinde söylenir.
Şiirlerde hece ölçüsü kullanılmış, bunların yedili sekizli ve on ikili olanları tercih edilmiştir.
Dörtlük nazım birimi kullanılmıştır.
Daha çok yarım kafiye ve redif kullanılmıştır. Bazı şiirlerde kafiye, dize başlarında görülmekle birlikte, sonlarda kullanılması daha yaygındır.
Nazım şekli olarak, sav, sagu ve koşuklar görülür. Sav, atasözü özelliği gösteren şiirlerdir. Şiir şeklinde olmayan savlar da vardır. Sagu ölen kişinin ardından söylenen ağıtlardır. Koşuk; aşk, hasret, doğa güzelliği hakkındaki şiirlerdir.
Dil yabancı tesirlerden uzak, saf bir Türkçedir.
Sözlü edebiyatın en önemli kaynağı destanlardır. Dünya edebiyatları içinde destanlar yönüyle en zengin edebiyat Türk edebiyatıdır. Diğer milletlerin bir veya iki destanı varken Türklerin bunlardan kat kat fazla destanı vardır.
Destan, milletin hayatını derinden etkileyen büyük savaşlar, göçler, istilalar sonucunda oluşur. Eğer tarihin karanlık devirlerinde, halk arasında oluşmuş ve sonradan bir şair ya da yazar tarafından yazıya geçirilmişse doğal destan adını alır. Millet hayatında önemi olan bir olayı bir şair ya da yazar kendisi destanlaştırmışsa buna da yapma destan denir.
Elbette bir milletin tarih zenginliğini doğal destanlar ortaya koyar. Bu yönüyle Türk destanları bir hayli önemlidir.
Türk destanları iki gruba ayrılır: İslamiyetten önceki destanlar ve İslamiyetten sonraki destanlar.

İslamiyetten Önceki Destanlar
Alp Er Tunga Destanı
M.Ö. VII. asırda Türk - İran savaşlarında ün kazanmış, İran ordularını defalarca mağlup etmiş bir Türk hükümdarını anlatır. Daha sonra İranlılar tarafından hile ile öldürülmüştür. Onun İran destanındaki adı Afrasyab’dır. Alp Er Tunga’nın ölümünde söylenmiş bir sagu Divan-ı Lügat’it Türk’te bulunmuştur. Ancak bununla ilgili asıl bilgi Şehname adlı İran destanında vardır.

Şu Destanı
Şu adındaki bir hükümdarın Büyük İskender’in Türk illerine yürüyüşü sırasında onunla yaptığı savaşları anlatır. Sonunda Şu, İskender’le anlaşır ve Balasagun yöresine yerleşir. Bazı Türk boylarının adlarının nereden geldiğinin izahı yönüyle önemlidir. Eski Saka devletinde hükümdarlara Şu adı verilmesi dolayısıyla, bu destan Saka destanı olarak da bilinir.

Hun - Oğuz Destanları
Eski Türk devletlerinden tarihini en iyi bildiğimiz büyük devlet Hunlardır. İki destanları vardır. Doğu Hunları temsil eden Oğuz Kağan ve Batı Hunları temsil eden Attila destanlarıdır.

Oğuz Kağan Destanı
Oğuz Kağan adlı bir hükümdarın savaşlarının anlatıldığı en önemli Türk destanlarındandır. M.Ö. II. asırda doğmuştur. Birçok değişikliğe uğramış, birçok katkılarla değişmiştir. Destanda Türklerin bazı boylarının isimlerinin nereden geldiği anlatılır. Oğuz Kağan’ın halkına değişik hedefler göstermesi de dikkate değer bir husustur.

Attila Destanı
Batı Hun Hükümdarı Attila’nın fetihleri etrafında oluşmuştur. M.S. V. asırda Avrupa’ya korkulu yıllar yaşatan Attila, Rusya’dan Fransa’ya kadar bütün Avrupa’yı almış, Roma’ya kadar uzanmıştır. Evlendiği gece çok içtiğinden burun kanamasıyla ölmüştür. Destanda onun ölümüyle ilgili söylenen ağıtta bir ölüm feryadı değil, kahramanlıklar anlatılmıştır.

Gök - Türk Destanları
Tarihte kurdukları devlete Türk adını veren ilk Türkler; Gök-Türkler’dir. M.S. V. asırdan VIII. asra kadar Ortaasya’yı ellerinde tutmuşlardır. Gök-Türklerin devlet kurmadan önceki yaşayış ve inançlarını anlatan iki destanları vardır: Bozkurt Destanı ve Ergenekon Destanı.

Bozkurt Destanı
Destanın esası yok olma felaketine uğrayan Gök-Türk soyunun yeniden dirilip çoğalmasında bir Bozkurt’un Anne Kurt olarak etkili olmasıdır.

Ergenekon Destanı
Düşmanları tarafından yenilen Türkler, yok olma aşamasına gelmişti. Düşmanın elinden kaçabilen iki aile, yolu izi olmayan Ergenekon’a gelmiş orada dört yüz yıl büyüyüp çoğalmış ve demir dağı eritip Ergenekon’dan çıkmışlar; atalarının düşmanlarını yenip Gök-Türk devletini kurmuşlardır. Destanın en önemli özelliği tarihle benzerlik göstermesidir. Türklerin demiri işleyen ilk kavim olduğunu anlatması da önemlidir.

Dokuz Oğuz - On Uygur Destanları
Dokuz Oğuz boyuyla On Uygur boyu birleşip tek bir boy haline gelmişlerdir. İki destanları vardır: Türeyiş Destanı ve Göç Destanı.

Türeyiş Destanı
Destana göre eski Hun hükümdarının iki kızı vardı. Hükümdar, kızlarının tanrılarla evlenmelerini istiyordu.
Bu yüzden onları insanlardan uzak bir yere bıraktı.
Tanrı nihayet Bozkurt şeklinde geldi ve kızlarla evlendi. Bu evlenmeden bozkurt ruhu taşıyan Dokuz Oğuz - On Uygur çocukları doğdu.

Göç Destanı
Uygurların hükümdarının Çinlilerle savaşmamak için Çin prensesiyle evlenmek istemesi ve Çinlilerin bu prenses karşılığında Türklerce kutsal sayılan bir taşı almalarını anlatır. Taş gidince Uygur ülkesine felaket çöker. Uygur halkı Beş Balıg denilen yere yerleşir. Destanın en önemli özelliği değersiz bir kaya parçasının bile hiçbir şey uğruna düşmana verilmeyeceği inancını anlatmasıdır.
İslamiyetten sonraki destanları Halk edebiyatında anlatacağız.

Türklerden başka milletlerin de tarihi destanları vardır:
Bunlar doğal destanlardır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz.
Almanların Nibelungen
Finlilerin Kalevala
Fransızların Chanson de Roland
İngilizlerin Robin Hood
Yunanlıların İlyada ve Odysse
Rusların İgor
Hintlilerin Mahabarata ve Ramayana
İranlıların Şehname
Japonların Şinto

2. Yazılı Edebiyat
Türklerin yazılı eserler ortaya koymasıyla başlar. Yazılı Türk edebiyatının, bugün elimizde sağlam vesikaları bulunan başlangıcı M.S. VIII. asra aittir. Bu vesikalar ilk ulusal alfabemiz olan Gök-Türk yazısıyla yazılmış Gök-Türk yazıtlarıdır. Yazıtlardaki alfabenin işlenmişliğine bakılırsa bu yazı dilinin çok eski çağlarda da kullanılmış olması muhtemeldir. Nitekim V. asırda yazıldığı söylenen ve Kırgızlara ait olduğu bilinen Yenisey Yazıtlarında da aynı alfabenin kullanıldığı görülmektedir.

Gök-Türk Yazıtları (Orhun Abideleri)
Türk edebiyatının ilk yazılı örnekleri, taşlar üzerine yazılarak bırakılmış eserlerdir. Bunlar üç taş halindedir. Bunlardan birincisi 720 yılında Tonyukuk tarafından diktirilen ve yine Tonyukuk tarafından yazdırılan taştır. Diğer iki kitabeden birisi 732 yılında Kültigin adına, diğeri 735 yılında Bilge Kağan adına dikilmiştir.
Yazıtlarda kullanılan dil, yabancı tesirlerden uzak, sade bir dildir. Yer yer realist bir tarih dili, yer yer milli ve sosyal eleştiri cümleleri, yer yer kudretli bir hitabet dili ile yazılmıştır.
Yazıtlarda Türk milletinin benliğini unutmaması gerektiği, düşmanın tatlı sözlerine, hediyelerine aldanmayıp vatanın birlik ve beraberliği için çalışılması gerektiği anlatılmıştır. Yazıtlar aynı zamanda Türk boylarının isimlerini içeren yazılı bir belgedir.
Yazıtlardan XIII. yüzyılda Cüveyni, “Tarih-i Cihangüşa" adlı eserinde söz etmiş ancak bu pek ilgi görmemiştir. Yazıtları Avrupa ilmine ilk kez Strahlenberg isimli bir İsveç subayı tanıtmıştır. Yazılar ise 1893'te Danimarkalı Prof. Thomsen tarafından çözülmüştür. 1922'de tamamı okunarak yayınlanmıştır.
Türklerin İslamiyetten önce kullandıkları bir diğer alfabe de Uygur alfabesidir. Bu, Uygurların oluşturduğu bir alfabe olmayıp Mani dinine mensup Soğdak yazısıdır. Uygurlar Mani dinini kabul edince o dinin alfabesini de kabullenmişlerdir. Bu alfabeyle yazılan Altun Yaruk ve Sekiz Yükmek adlı eserler Budizm’i anlatan dini metinlerdir.

İslam Etkisindeki Türk Edebiyatı
İslamiyetin Kabulü, Türklerde büyük değişiklikler yaptı. Yaşayışları, kültürleri yeni dinle şekillendi ve dolayısıyla bu, sanatlarında da oldukça geniş bir değişiklik yaptı. Bu sırada İslamı yerinde öğrenmek için birçok Türk aydını Arap ve Fars diyarlarına gitti. Burada Arapça ve Farsçayı çok iyi öğrenen aydınları, bu dillerin son derece gelişmiş ince edebiyatları büyük ölçüde etkiledi. Bu edebiyatı Türkçe’ye uygulamak istediler ve böylece yeni bir edebiyatın başlamasını sağladılar. Sonuçta Batıyla tanışana kadar sürecek yaklaşık on asırlık bir edebiyat başlamış oldu.

İlk Sanatçılar ve İlk Eserler
İslamiyetle VIII. yüzyılda tanışmasına rağmen Türklerin elimizde bulunan ilk İslami eserleri XI. yüzyılda yazılmıştır. Ancak bunlara ilk İslami eser demek de zordur. Çünkü eserlerdeki üslup, onlardan önce bu tarz eserlerin olduğu izlenimi vermektedir. Ancak bunlar tarih içinde kaybolmuştur. Belki tarihi araştırmalar ileride daha eski örnekleri ortaya çıkarır.
Şimdi elimizde bulunan ilk İslami eserleri inceleyelim.

Kutadgu Bilig
Yusuf Has Hacib tarafından yazılan bu eser elimizdeki en eski İslami eserdir.
Kutluluk bilgisi, saadet bilgisi, devlet olma bilgisi anlamındadır. Kitap gerek fert olarak gerekse toplum halinde yaşayan insanların, iyi bir siyasetle idare edilip, dünyada ve ahirette mesut olabilmeleri için tutulacak yolları gösterir. Bu yönüyle bu kitaba bir “siyasetname” denebilir. Eser mesnevi nazım biçimiyle yazılmış olup 6645 beyittir. Aruz ölçüsüyle yazılan beyitler dışında, Türk şiirine has dörtlükler, cinaslar da görülür.
Hakaniye lehçesiyle yazılmış olan eserde kelimelerin çoğu Türkçe olmasına rağmen özellikle dini terimlerin Arapça olduğu görülür. Az da olsa Farsça sözcüklere rastlamak da mümkündür. Eserde dört şahıs konuşturulur. Aslında bunlar sembolik şahıslardır. Bunlardan Güntoğdu adlı hükümdar, adaleti; Aytoldı adlı vezir, saadeti; Öğdülmüş adlı vezirin oğlu aklı; Odgurmuş adlı bir dindar da kanaat etmeyi temsil eder.
Eser 1070 yılında Tabgaç Buğra Han’a sunulmuştur.

Divan-ı Lügat’it Türk
Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan bu eser Türkçenin ilk sözlüğü ve dilbilgisi kitabıdır. Ancak hazırlanışı ve içindekiler bakımından devrinin dili, tarihi, coğrafyası ve sosyolojisi hakkında değerli bilgilerle zengin bir milli kültür hazinesidir.
Eser, Türk dilini Araplara öğretmek amacıyla yazılmış, bu nedenle Arap diliyle kaleme alınmıştır. Arapça olmakla beraber içinde o devir için çok sayıda Türkçe kelime ile Türk Halk edebiyatından ve halk dilinden alınmış çok sayıda şiir örnekleri, Türkçe deyimler ve atasözleri vardır. Türkçe kelimelerin sayısı 7500'den fazladır.
Divan-ı Lügat’it Türk’teki Türkçe örnekler, Gök-Türk yazıtlarından bu yana bize kadar ulaşan en eski Türk edebiyatı hatıralarıdır. Bunlar arasında koşuklar, sagular, destan parçaları vardır.

Atabet’ül Hakayık
Edip Ahmet Yükneki tarafından yazılan bu eser Kutadgu Bilig’den yarım asır sonra gelir. Kitabın adı “Hakikatlar eşiği” anlamına gelir. Eser Sipehsalar Mehmet Bey adlı birine sunulmuştur.
Bütünü, gazel şeklinde söylenmiş 46 beyit ve 101 dörtlükten oluşur. Aruz ölçüsüyle ve Kutadgu Bilig’in kalıbıyla yazılmıştır.
Eserin konusu tamamen dini ve ahlakidir. Yazar, bu eserle didaktik bir vaaz ve nasihat kitabı yazmak istemiştir. Eserde dindarlığın faziletlerinden, ilmin mutluluğa götüren yol olduğundan söz edilir.
XI. asırda yazılan bu üç eserle, Türk edebiyatına yeni bir kapı açılmıştır. Artık Türk aydınının önünde Arap ve Fars edebiyatları gibi iki klasik edebiyat vardı.
• • •
Ancak aydınların bu tercihinin, halkın tümüne yayıldığını söylemek zordur. Halk arasında ozan denilen saz şairleri etkisini hiç kaybetmemiş, özellikle göçebe boylar arasında aynı işlevini sürdürmüştür. Ancak müslüman olan ozanların şiirlerini, destan ve koşuklarını İslami motifle süslememeleri beklenemezdi. Bunun açık tesirini İslamiyetten sonra oluşan Türk destanlarında görüyoruz. Bunlardan önemlileri şunlardır.

Satuk Buğra Han Destanı
Müslüman olan ilk Türk devletini kuran Satuk Buğra Han’ı anlatan destan, birtakım olayları ve coğrafi mekanları doğru vermesine rağmen tarih kabul edilemeyecek kadar destansı ve hayali motiflerle süslüdür. 9. ve 10. asırda oluşmuştur. Eski Türk destanlarındaki motifler İslami anlayışla değiştirilmiş ve müslümanlarla kafirlerin savaşı haline dönüşmüştür.

Manas Destanı
Kırgız Türkleri arasında 11. ve 12. asırlarda oluşmaya başlamış, kısa zamanda büyük bir Türk destanı halini almıştır. Destanda Manas adlı bir kahramanın kafirlerle savaşları anlatılır. Elbette halk kültüründe oluştuğundan eski destanlardan motifler de alınmıştır. Destan Kırgız Türkçesiyle yazılmıştır.

Cengiz Destanı
Ortaasya’da 13. asırda oluşan ve Moğol hükümdarı Cengiz’in hayatını ve savaşlarını anlatan destandır.
• • •
İslamiyetin kabulünden sonra Ortaasya’da görülen bir diğer edebiyat da Tasavvuf edebiyatıdır.
Tasavvuf, İslamiyeti yaymak için kurulan tekke ve tarikatların oluşturduğu bir akımdır. Tek amacı Allah’ı tanıtmak, sevdirmek, hissettirmektir. Bu amaçla ilk tarikat Ortaasya’da 12.yüzyılda görülür. Bu tarikatı kuran ve hemen yaşadığı asırdan başlayarak binlerce Türk insanı üzerinde asırlar boyu, derin tesir bırakan ilk büyük mutasavvıf Hoca Ahmet Yesevi’dir.

Hoca Ahmet Yesevi
Yesevi çok sevilen tarikatıyla, Ortaasya Türkleri arasında İslamın yerleşip genişlemesini sağlamıştır. İslamla ilgili sözlerini Divan-ı Hikmet adını verdiği kitapta toplamıştır.
Bu eserdeki şiirler dil, ölçü, şekil gibi dış unsurları bakımından halk şiirine yakındır. Sade bir Türkçeyle 7'li ve 12'li hece kalıplarıyla söylenen bu şiirler dörtlükler halindedir. Ancak çok az da olsa aruzla söylenen dörtlükler de vardır.
Divan-ı Hikmet bu dönemde ele geçen diğer eserler gibi Hakaniye Lehçesiyle yazılmıştır. Eserde Allah aşkına, peygamber sevgisine, ibadete, cennet ve cehenneme, Allah’tan başkasına duyulan sevginin gönülden çıkarılmasına dair birçok manzume sıralanmıştır.
Yesevi’nin tarikatında eğitilmiş birçok mürit göç eden boylarla beraber Anadolu’ya gelmiş, tarikatın öğretilerini burada yayarak yeni tarikatlerin kurulmasına katkıda bulunmuştur.
• • •
1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Türklere Anadolu’nun kapıları tamamen açılmış ve Türk boyları akın akın Anadolu’ya göç etmiştir. Özellikle 12. yüzyılda yoğun bir göç dalgası Anadolu’nun tümüne yayılmış, müslüman Türk nüfusu bir hayli artmıştır. Elbette bu nüfusla beraber büyük bir kültür ve medeniyet de gelmiş, Ortaasya Türk kültürü yeni bir koldan gelişmeye başlamıştır. Yaklaşık iki yüz yıl Anadolu’ya yerleşmeye çalışan Türkler bundan sonra yeni eserler vermeye başlamış ve böylece “Anadolu Türk Edebiyatı” başlamıştır.


DİVAN EDEBİYATI

Arap ve Fars edebiyatlarının tesirinde gelişen bu edebiyatın ilk ürünlerinin daha Ortaasya’da iken verildiğini (Kutadgu Bilig, Atabet’ül Hakayık) anlatmıştık. Onun devamı olarak Türkler Anadolu’ya göçtüklerinde, yeni yurtlarında yeni bir edebiyat oluşturdular. Elbette bu edebiyatın temelinde İslam kültürü vardır. Ancak tamamen dini konuları işleyen divan şiirleri, Tasavvuf Edebiyatı adı altında incelenir. Bunu Divan edebiyatından kesin hatlarla ayırmak mümkün değildir.
Şimdi Anadolu’da gelişen Divan edebiyatını yüzyıllarına göre inceleyelim.

13. Yüzyıl
Bu yüzyılda Türk edebiyatının, ünü sınırları aşan sanatçısı Mevlana yetişmiştir. Ortaasya’da , Horasan’da doğmuş ve küçük yaşta ailecek oradan ayrılıp Konya’ya yerleşmişlerdir. İslam ilminin temelini babasından almıştır.
İlmini, Şems-i Tebrizi adlı hocasından aldığı duygu ve tasavvufla birleştiren Mevlana asırlarca sürecek Mevlevi tarikatını bu anlayışla kurdu.
Mevlana, eserlerini, o dönemin edebiyat dili sayılan Farsça ile yazmıştır. Elbette bu, edebiyatımız açısından bir kayıptır. En önemli eseri, Mesnevi adlı 25618 beyitlik kitabıdır. Bu, tasavvufu öğretici bir kitaptır. Bunun dışında Divan-ı Kebir, Fîhi Mâfîh adlı eserleri de vardır. Divanında Türkçe, Farsça karışık olarak söylenmiş beyitler de vardır.
Mevlana, insanlara hoşgörüyle yaklaşması, tüm insanları sevmesi yönüyle evrensel bir sanatçıdır.
Bu dönemin bir diğer büyük şairi, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’dir. Hemen her sahada onun izinden gitmiştir. Farsça şiirleri de olmakla birlikte Türkçe şiirleri daha çoktur.
Bu dönemin diğer tasavvuf şairleri Ahmet Fakîh ve Yusuf ü Züleyha mesnevisinin yazarı Şeyyad Hamza’dır.
13. Yüzyıl aynı zamanda tasavvufi olmayan Divan şiirlerinin de verilmeye başlandığı bir dönemdir. Bu türde tanınan ilk şair Hoca Dehhani’dir.
Şiirlerini temiz bir Türkçeyle ve sanatlı bir üslupla yazmıştır. Şiirlerinde tasavvufa hiç yer vermemiş; devrinin sosyal hayatını, ahlak ve güzellik anlayışını aksettirmiştir.

14. Yüzyıl
Bu yüzyılda artık edebiyat dili olarak Farsçanın kabul edilmesi terk edilmiş, Türkçeye dönüş hareketi hızlanmıştır.
Türkçeyi bir sanat dili haline getirmek isteyen en önemli kişi Gülşehri’dir. Bu şair Mantık’ut Tayr adlı tasavvufi eserinde Türkçeye bir kuş dili inceliği, ahengi kazandıracağını söylemektedir. Eserde kuşlar arasında geçen tasavvufi konulara yer verilmiştir.
Devrin Türk dili için çalışan diğer şairi Aşık Paşa’dır. Onun şöhreti şairliğinden çok şeyhliğinden gelir. O, çağdaşı Gülşehri gibi sadece Türkçeyi kullanmakla kalmamış, onu geliştirmek şuurunu da taşımıştır.
Onun en tanınmış eseri Garipname adlı, tasavvufi didaktik mesnevisidir. Mevlana’nın Mesnevi’sinden esinlenmiş görünen şair, ayrıca Yunus tarzı şiirler de söylemiştir.
Devrin diğer ünlü sanatçısı Kadı Burhaneddin’dir. Doğu Anadolu’da hükümdar olmaya çalışan ihtiraslı bir devlet ve siyaset adamıdır. Ayrıca derin fıkıh bilgisi de vardır. Bir Divan’ı vardır, bu eserde özellikle tuyug nazım şekliyle yazılan şiirler önemlidir. Çünkü edebiyatımızda bunu en çok kullanan şair odur.
Bu asrın edebi sahada en ünlü siması Ahmedi’dir. İslami ilimlerin yanında tıp, astronomi ve geometri alanlarında bilgi sahibidir. Sanat açısından en kıymetli eseri Divan’ıdır. Söz sanatlarını çok ince bir zevkle işlediği şiirlerinde halk diline geniş yer vermiştir.
Diğer önemli eseri İskendername adlı 8200 beyitlik mesnevisidir. Bu eserde Büyük İskender’in hayatına, idealine, fetihlerine dair rivayetler anlatılır. Eser, konusunu İran edebiyatından almış ancak söyleyişiyle yeni bir eser ortaya konmuştur.
Ahmedi’nin diğer eserleri Cemşid ü Hurşit adlı aşk konulu mesnevi, Tervih’ül - Ervah adlı tıp kitabıdır.

15. Yüzyıl
Bu devir, devletin gücünün hızla arttığı, Anadolu Türk birliğinin sağlandığı, İstanbul’un fethiyle imparatorluk haline gelindiği bir dönemdir. Üstelik bu asırda başa geçen hükümdarların kendilerinin de şiirle ilgilenmeleri,şiir söylemeleri sanatçıların gelişmesini teşvik etmiştir. II. Murat’ın “Muradi” Fatih’in “Avni”, II. Bayezid’in “Adli” mahlasıyla yazdığı Türkçe şiirler, bu hükümdarların sanat yönlerini ortaya koymuştur.
Diğer yandan ömrünün büyük bir kısmını Avrupa ülkelerinde sürgün hayatıyla geçiren Cem Sultan da, vatan hasretiyle yazdığı şiirlerde güçlü bir sanatçı olduğunu göstermiştir.
Bu dönemin dikkate değer büyük şairi Şeyhi’dir. Onun çok kuvvetli bir eğitimi vardır. İran’da çok iyi bir tıp eğitimi görmüştür. Saraya gelişi ise Çelebi Sultan Mehmet’in hastalığını tedavi edişiyle gerçekleşir.
Şeyhi’de tasavvufun derin izleri vardır. Ayrıca klasik Divan kültürüne son derece vakıftır. Bu gücünü Divan’ında göstermiştir. Ancak onun adını en çok duyuran eser Harname adlı hiciv türündeki mesnevisidir. Şeyhi bu eserde teşhis ve intak sanatlarını kullanmıştır. Çok sade bir dille yazılan eserde yaratılış bakımından farklı olan kişilerin birbiriyle yarışmasının uygunsuzluğu anlatılmıştır. Şeyhi’nin diğer ünlü eseri Hüsrev ü Şirin adlı aşk konulu mesnevisidir.
Asrın diğer önemli şahsiyeti, çağında “Şairler Sultanı” sayılan Ahmet Paşa’dır.
Sanatçı zarif söyleyişleri olan nüktedan biridir. İstanbul’un fethi sırasında Fatih’in yanında bulunması, onun Fatih tarafından sevildiğini gösterir. Devrinde Birçok sanatçıya aylık bağlanmasında etkili olmuştur.
Türkçeye son derece vakıftı. Lisanı düzgün, temiz ve ölçülüydü. Söylediği dizeler 16. yüzyıl Divan şiirinin mükemmel olacağını müjdeliyordu. Ahmet Paşa nazirecilik denen, beğenilen şiirlere benzer şiir yazma sanatını son derece geliştirmiş, kendinden sonrakilere bunu bir sanat olarak bırakmıştır. Ayrıca şiir içinde, yaşadığı olayların tarihlerini “Ebced Hesabı” denen bir yöntemle ifade etmesi, onun tarih düşürme işini bir sanat haline getirdiğini de gösterir. Elimizde bulunan tek eseri Divan’ı dır.
Asrın üçüncü büyük sanatçısı Necati’dir. Kastamonu’da nakkaşlık yapan şairin şiirleri Fatih’e kadar gelince, o, Necati’yi saraya almış ve ona katiplik görevi vermiştir.
Halk içinde yetişen ve önemli bir medrese eğitimi olmayan şair, şiirlerinde sade halk Türkçesini kullanmıştır. Bu yönüyle hem Baki hem Fuzuli tarafından şiirlerine nazireler söylenmiştir. Elimizde şaire ait sadece Divan’ı vardır.
Bu asrın, ünü çağları aşan ve eseriyle ölümsüzleşen diğer şairi Süleyman Çelebi’dir. Peygamberimizin doğumunu anlattığı “Mevlid” adlı mesnevisi, şairinin adını unutturacak kadar halka mal olmuştur.
15. asırda, Anadolu Türk edebiyatına dahil olmayan ancak öneminden dolayı bilinmesi gereken bir sanatçı da Ali Şir Nevai’dir.
Çok iyi bir medrese tahsili gören sanatçı, devlet işlerinden el çektiği dönemde hükümdarların fikir danıştığı, sanatçıların ona kasideler sunduğu, alimlerin adına kitap ithaf ettikleri önemli bir şahsiyet olmuştur.
Ali Şir Nevai, klasik Divan şiirinin bütün ölçülerini kullanmış ayrıca tam bir olgunluğa eriştirdiği “Tuyug” nazım şeklini milli bir şekil olarak geliştirmiş, cinasları, redifleri bir zevk unsuru haline getirmiştir.
Şiirde olduğu kadar, tarih, eleştiri, biyografi, sahalarında da üstün başarı göstermiştir. Nevai’nin en önemli özelliklerinden birisi de Türk dilini yabancı dillere karşı korumak yolunda gösterdiği gayrettir. O tam anlamıyla şuurlu bir dilcidir. Bu dilcilik, öztürkçecilik olmaktan çok, halk Türkçeciliği olarak söylenebilir.
Muhakemet’ül Lugateyn adlı eserinde Türkçe ile Farsçayı karşılaştırmış ve Türkçenin fiiller, cinaslar bakımından Farsçadan üstün olduğunu söylemiş ve örnekleriyle bunu ispatlamıştır. Bu eser Divan-ı Lügat’it Türk’ten sonra ikinci önemli dil kitabıdır.
Bunlar dışında onun dört Divan’ı vardır. Ayrıca beş mesneviden oluşan bir hamseyle, edebiyatımızda ilk hamseyi oluşturmuştur. Mecalis’ün Nefais adlı şairler tezkiresi, edebiyatımızda ilk tezkire sayılır.
Dostlarıyla ilgili yazdığı hatıra yazılarıyla, nazım şekillerini tanıttığı edebiyat bilgileri kitabıyla da birçok ilke imza atmıştır.

16. Yüzyıl
Bu dönemde, imparatorluğun tarihi gelişimine uygun olarak edebi sahada da en üstün seviyeye gelinmiştir. Edebiyatımızın en güçlü şairleri bu dönemde görülür. Bunlardan biri şüphesiz Fuzuli’dir.
Fuzuli, sanatının üstünlüğü, içtenliği ve bütün insanlığa seslenebilecek kadar engin olması dolayısıyla her dönemde sevilmiştir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmemekle beraber kendini her alanda yetiştirmiş olan sanatçı, şiirlerinde Azeri Türkçesini kullanmıştır. İçinde yaşadığı romantik hal, onu ince ruhlu, ızdıraplı, hassas biri yapmıştır. Arapça, Farsça ve Türkçeyi çok iyi bildiğini bu üç dilde Divan’lar vererek de göstermiştir.
Bir aşk şairi olan Fuzuli’nin elbette en çok kullandığı nazım şekli de gazeldir. İlahi aşkla yoğrulmuş bu gazeller edebiyatımızın en lirik şiirlerindendir. Bu şiirlerde şiirin bir musıki olduğunu hissettirecek ses uyumu görülür.
Şiirlerinde halk Türkçesini kullanmıştır. Elbette yaşadığı bölgede üç kültürün kaynaşmış olması, onun şiirinde de kendini hissettirir. Türkçenin bir şiir dili olmasını arzulayan ve bunun için çalışan şair, Türkçenin çok az konuşulduğu Kerbela dolaylarında en güzel Türkçe şiirler söylemiştir.
Fuzuli’nin divanlarından başka nesirle yazdığı Hadikat’üs Süeda adlı Kerbela olayını anlatan eseri, Şikayetname adlı devrin yöneticilerini eleştiren mektubu ünlüdür.
Ayrıca Leyla vü Mecnun adlı mesnevisi edebiyatımızın ölümsüz bir eseridir.
Bu yüzyılın Anadolu’da yetiştirdiği en önemli sanatçı ise devrin “Şairler Sultanı” sayılan Baki’dir.
Baki, şiirinin iç ve dış ahenginde Osmanlı saltanatının ihtişamlı sesini duyurmuştur. Osmanlı şiir dili Baki ile zengin ve klasik bir dil haline gelmiştir. İyi bir tahsil gören Baki nükteli, canlı ve neşeli kişiliğini şiirlerine yansıtmıştır. Çok temiz ve ahenkli bir üslubu vardır. Şiirlerinde halk söyleyişlerine geniş yer vermiştir. Yabancı sözcüklerin yoğun olduğu dizelerde bile Türkçenin cümle yapısını korumuştur. Şiirde sözcük seçimine büyük değer vermiş, oluşturduğu ses ahengiyle, kendinden sonraki şairlere örnek olmuş, bundan sonra gelenler artık Fars şiirine değil, Baki’ye özenmişlerdir.
Şiirlerinde tasavvufa hiç yer vermemiştir. Aşk, zevk ve şarap alemleriyle ilgili neşeli şiirler söylemiştir. Üstün şiir yeteneğine karşın çok fazla eser bırakmayan şairin sadece Divan’ı vardır. Özellikle gazel türünde başarılıdır. Ayrıca Divan’daki “Kanuni Mersiyesi” önemlidir.
Dönemin diğer şairleri, gür ve pervasız söyleyişleriyle Hayali, mesnevi alanındaki üstünlüğüyle Taşlıcalı Yahya Bey sayılabilir. Yahya Bey hamse oluşturan önemli şairlerdendir. Hamseyi oluşturan beş mesnevi arasında bulunan “Yusuf u Züleyha” mesnevisi, aynı adı taşıyan benzerlerinden en üstün olanıdır.

17. Yüzyıl
Bu asır Osmanlı Devleti’nin en karışık dönemidir. Devletin geçirdiği siyasi yıkıma rağmen sanatta gelişme devam etmiştir. Şiirde artık İstanbul dışında da büyük şairler yetişmiştir.
Dönemin en büyük şairi hicivleriyle ünlenen Nef’i’dir. Erzurumlu olan şairin dili, estetik olduğu kadar kırıcıdır da. Övgü ve yergilerinde ölçü tanımayan şair, övdüğünü göklere çıkardığı kadar, yerdiğini yerin dibine batırır.
İstanbul’a geldiğinde içine düştüğü saray entrikaları, rüşvet, iki yüzlülük ortamında daha da sert bir mizacı olmuş, aşırı tepkiler göstermiştir.
Şiirinde göze çarpan ilk özellik ahenktir. Sözcüklerin musıkiliğini hayal gücünün zenginliğiyle birleştiren şair son derece güzel şiirler söylemiştir. Gazelleri ve kasideleri oldukça liriktir. Bunları Türkçe Divan’da toplamıştır. Ayrıca bir de hicivlerini topladığı Siham-ı Kaza adlı kitabı vardır.
Dönemin diğer büyük sanatçısı Nabi’dir. O, hem bir bilgin hem bir dindar hem de iyi bir şairdir. Nabi toplumcu bir şairdir. Kötülükleri, fakirliği, mevki düşkünlüklerini eleştirir. Sanatta güzeli aramaktan çok, doğruyu bulmak amacını güder. Şiirde açıklığa büyük önem verir.
En önemli eseri “Hayriyye” adlı didaktik bir mesnevidir. Eserde İslami bilgilerin yanı sıra, ahlaki öğütler de vardır.
Kibirli olmamak, yalandan uzak durmak, yöneticilere fazla yaklaşmamak, devlet memurluğuna özenmemek öğütlerden birkaçıdır.

18. Yüzyıl
Osmanlı Devleti’nin artık yıkılmaya yüz tuttuğu, siyasi açıdan zor günler geçirdiği bu asırda Divan şiiri de son parlak şahsiyetlerini yetiştirmiştir. Bunlar Nedim ve Şeyh Galip’tir.
Nedim Lale Devri’nin zevk safa alemlerini şiirine en güzel şekilde almıştır. Onun şiiri Divan edebiyatı geleneğini birçok noktadan aşmıştır. Divan şiirinin idealize ettiği güzel tipini bir kenara bırakmış, yaşayan güzellerin peşine düşmüştür. Nedim, sanatına günlük hayatı, kendi yaşayışını ve çevresini koymuş, halkın söyleyişini, dilini, deyimlerini sık sık kullanmıştır. Bu yönüyle “Mahallileşme Cereyanı” denen halka inmeyi başlatmış sayılır.
Sözü kullanmada hünerli olduğunu gazelleriyle ortaya koyan Nedim, eğlenceye düşkünlüğünü de şarkılarında göstermiştir. Şarkı tarzı Nedim’le zirveye çıkmıştır. Kasidelerinde son derece zengin bir hayal dünyası olduğunu göstermiştir. Müderris olmasına rağmen dini konulardan hiç söz etmeyen şairin şiirleri Divan’ındadır. Nedim’in mesnevisi yoktur.
Divan edebiyatının son büyük şairi Şeyh Galip’tir. Mevlevi tarikatına mensup olan şair 40 yıllık ömrüne büyük şeyler sığdırmıştır.
Şeyh Galip, Sebk-i Hindi denen gizli, kapalı şiire yönelmiştir. Bu nedenle bazı şiirlerini anlamak zordur. Şiirleri baştan sona mecazlar, hayallerle örülüdür. Soyutlama zevki, renk ve hayal cümbüşü şiirleri iyice sembolik hale getirir.
Şeyh Galip’in en önemli eseri ise ona hayatını adadığı Hüsn ü Aşk mesnevisidir. Tamamen sembolik olan bu eserini yazarken, Mevlana’nın mesnevisi’nden etkilenmiştir.
• • •
Divan şiiri 19. yüzyılda birkaç şairle sürdürülmüş olsa bile Batı edebiyatı etkisi artık onun etkisini büyük ölçüde azaltmıştır.

DİVAN EDEBİYATINDA NESİR
Nesir (düzyazı), edebiyatımızda Batı etkisine gelinceye kadar şiirin yanında hep gölgede kalmıştır.Verilen örnekler de bir düşünceyi iletmekten çok sanat yapmak amacıyla ortaya koyulmuştur.
Divan edebiyatı döneminde iki tür nesir örneği görülür. Birincisi bazı tercüme eserlerle, halk için yazılan kitaplarda, özellikle tarihlerde kullanılan sade nesirdir. Gerçi mecazlı, cinaslı ve secili nesir Türk edebiyatında öteden beri görülen ve sevilen bir nesirdi. En güzel örneklerini ise Dede Korkut Hikayelerinde görmekteyiz. Diğeri ise özellikle Sinan Paşa’yla başlayan süslü nesirdir.
15. yüzyılda Sinan Paşa’nın oluşturduğu nesirde İran edebiyatının etkisi görülür.
Sinan Paşa Fatih’in sadrazamlığını yapan ilim sahibi biridir. En önemli eseri Tazarruname adlı münacat (Allah’a yakarma) eseridir. Ağır, sanatlı bir söyleyişi vardır. Bundan daha sade ama yine secilerle yüklü diğer eseri ise didaktik, ahlaki bir eser olan Marifname’dir. Bazı evliyaların menkıbelerini anlattığı Tezkiret’ül Evliya adlı eseri de önemlidir.
Bu asırda Sinan Paşa’nın süslü nesrine karşı sade nesirle eserler yazan diğer bir sanatçı Mercimek Ahmet’tir. Eserlerinde konuşma diline yakın bir dil görülür. Yazarın en önemli eseri Farsça aslından çevirdiği Kaabusname adlı didaktik bir öğüt eseridir. Eserde sosyal hayatla ilgili öğütler vardır.
Bu asırda ayrıca tarih kitapları da yazılmıştır.
Nesir alanında önemli edebi eserlerin verildiği diğer bir dönem de 17. yüzyıldır. Bu dönemde genellikle sade nesir kullanılmıştır. Dönemin en önemli edebi eseri ise Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” adlı eseridir. Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde birçok yer gezen Çelebi, gördüklerini biraz abartılı bir üslupla yazıya geçirmiş ve 10 ciltlik bir eser meydana getirmiştir.
Devrin diğer nesircisi Katip Çelebi’dir. Yazar bir edebiyatçı olmaktan çok, bilim adamıdır. Tarih, coğrafya, tıp, biyografi gibi birçok alanda eser vermiştir. Eserlerinde daha çok Arapçayı kullanan yazarın Fezleke adlı Türkçe tarih kitabı vardır.
Divan edebiyatının son dönemi olan 18. yüzyılda nesir alanında daha çok gezi yazıları görülür. Bunlar da özellikle Batı’ya giden aydınların gezdikleri yerlerle ilgilidir. Bunlardan en önemlisi 28 Çelebi Mehmet’in yazdığı Sefaretname-i Fransa adlı eseridir.
Edebiyatımızda modern anlamda nesir 19. yüzyılda Tanzimat Edebiyatı ile başlar.
Tarihi gelişimini bu şekilde gösterebileceğimiz Divan edebiyatının genel özelliklerini şöyle maddeleştirebiliriz:
Temelinde İslam dininin bulunduğu Türk, Arap ve İran edebiyatlarının karışımı, ortak kültürün bir ürünüdür.
Dil, cümle yapısı bakımından Türkçe olmasına rağmen sözcükleri bakımından Arapça, Farsça, Türkçe karışımıdır.
Şiirde aruz ölçüsü kullanılmıştır.
Nazım birimi olarak beyit kullanılmıştır; ancak tuyug, şarkı ve rübailerde dörtlük kullanılır.
Daha çok tam ve zengin kafiye kullanılmıştır.
Konuya değil konunun işleniş biçimine önem verildiğinden aynı konu değişik dönemlerde birçok şair tarafından işlenmiştir. Bu yüzden Leyla vü Mecnun, Yusuf u Züleyha adını taşıyan birkaç eser vardır.
Divan şiirinde Arap ve Fars edebiyatlarından alınan belli semboller vardır. Mazmun adı verilen bu semboller hiç değiştirilmeden kullanılır. Gül deyince sevgili, bülbül deyince aşığın anlaşılması gibi. Bunlar dışında Türklerin oluşturduğu semboller de vardır.
Şiirde bütün güzelliğine değil parça güzelliğine değer verilir. Hatta çoğu şair “Mısra-i berceste” adı verilen en güzel dizeyi oluşturmaya çabalar.
Divan şiirinde gerçek hayat ya da insan, olduğu gibi değil idealize edilerek anlatılır. Şiirin anlaşılması için sözcüklerin ötesindeki anlamlara dikkat edilmelidir.
Gazel, kaside, mesnevi, rübai gibi ortak nazım şekilleri kullanılır.
Daha çok aşk, ayrılık, hasret, ölüm, doğa sevgisi gibi kişisel konulara değer verilir.
Temelinde din olan Allah aşkını, Peygamber sevgisini anlatan Divan şiirleri Tasavvuf edebiyatı adıyla incelenir.

DİVAN EDEBİYATI NAZIM ŞEKİLLERİ
Türklerin, İslamiyetin kabulünden sonra Arap ve Fars edebiyatlarından alarak kullanmaya başladıkları nazım şekilleridir. Bunlara daha sonra sadece Türklerin kullandığı nazım şekilleri de eklenmiştir.
Divan edebiyatı nazım şekilleri, dize sayılarına göre üç grupta toplanır. Bunları şema halinde gösterelim.

Şimdi bunları ayrıntılarıyla görelim.

GAZEL
Aşk, ayrılık, hasret, özlem gibi lirik konularda yazılan şiirlerdir. Bazı dini gazellerde Allah aşkı, peygamber sevgisi de işlenebilir. Türk edebiyatına İran edebiyatından girmiştir.
Gazel 5 - 15 beyit arasında yazılabilir. Gazelin ilk beyitine matla denir. Bu beyitte dizeler kendi arasında kafiyelidir. Bundan sonraki beyitlerin ilk dizeleri serbest, ikinci dizeleri matla (ilk) beyitiyle kafiyelidir. Yani aa, ba, ca ...
Gazelin son beyitine makta denir. Gazelde şairin mahlası genellikle son beyitte bulunur. Bazen son beyitten bir önceki beyitte de geçebilir.
Genellikle gazelin beyitleri arasında anlam bütünlüğü bulunmaz. Ancak bazı gazeller bir konu bütünlüğü içinde yazılır. Bunlara yek-ahenk gazel denir. Eğer şair anlam bütünlüğünün yanında bir de aynı güçte beyitler yazabilmişse bunlara da yek - avaz gazel denir.
Kimi zaman ise gazeli oluşturan beyitlerin dize ortalarında iç kafiye oluşturulduğu görülür. Bunlara musammat gazel denir.
Gazeller aruzun her kalıbıyla yazılabilir. Bu sahada Fuzuli, Baki, Nedim, Ahmet Paşa başarılı eserler vermişlerdir.

KASİDE
Genellikle din ve devlet büyüklerini övmek için söylenen şiirlerdir. Ancak başka konularda yazılan kasideler de vardır. Kafiye dizilişi yönünden gazelle aynıdır. Yani aa, ba, ca...
Kaside en az 20 en fazla 99 beyit olur. Kasidenin ilk beyitine matla son beyitine makta denir. Şairin mahlasının geçtiği beyite taç beyit, kasidenin en güzel beyitine beytül kasid denir.
Kaside belli bölümler halinde yazılır. Bunları altı grupta toplayabiliriz.
1. bölüm, nesib ya da teşbib bölümüdür. Bu bölümde bahar mevsimi, kış manzaraları betimlenir ya da bayram günleri anlatılır.
Bunlardan başka köşklerin, kervansarayların, camilerin betimlendiği nesib bölümleri de görülür.
2. bölüm, girizgah bölümüdür. Nesib bölümünden asıl konuya geçiş ifade eden bir veya birkaç beyittir. Girizgah bölümü gelişigüzel söylenmez. Nükteli, ince sözlerle konuya geçilir.
3. bölüm, medhiye bölümüdür. Bu bölümde asıl anlatılmak, övülmek istenen kişi için ne denecekse açıklanır. Bu, kasidenin asıl bölümüdür.
4. bölüm, fahriye bölümüdür. Bu bölümde şair kendinin yeteneğini, anlatımını göklere çıkarır. Çoğu zaman kendini diğer şairlerle karşılaştırır ve üstünlüğünü ortaya koyar.
5. bölüm tegazzül bölümüdür. Bu bölümde kasideyle aynı ölçüde ve uyakta gazel yazılır. Şair uygun bir sözle gazel söyleyeceğini ifade eder.
6. bölüm dua bölümüdür. Kasidenin son bölümüdür. Bu bölümde şair övdüğü kişinin başarılarının devamlı olması, ömrünün uzun olması için dualar eder, iyi dileklerde bulunur.Kasideler konularına göre de değişik adlar alır.
Tevhid : Allah’ın birliğini anlatan kasidelerdir.
Münacaat : Allah’a yalvarmak, dua etmek amacıyla yazılan kasidelerdir.
Naat : Peygamberimizi övmek için yazılan kasidelerdir.
Medhiye : Devrin ileri gelenlerini övmek için yazılan kasidelerdir.
Hicviye : Devrin yöneticilerini eleştirmek için yazılan kasidelerdir.
– Mersiye – Cülûsiyye

MESNEVİ
Edebiyata İranlıların kazandırdığı bir nazım şeklidir. Mesnevilerde her beyit kendi arasında kafiyelidir: aa, bb, cc... Bu nedenle en uzun şiirler mesnevi türüyle yazılmıştır.
Mesnevilerde konu birliği vardır. Olay kaynaklı eserler yani Leyla vü Mecnun, Hüsn ü Aşk gibi hikayeler mesnevi ile yazılmıştır. Firdevsi’nin 60.000 beyit tutarındaki Şehname adlı destanı da mesnevi türündedir.
Bir şair beş mesnevisini bir araya getirerek hamse oluşturur. Hamse sahibi olmak şair için bir övünç kaynağıdır.
Mesneviler ayrı bir kitap halinde yayınlanır, şairin diğer şiirleri ise Divan’da toplanır.
Edebiyatımızda Ali Şir Nevai, Şeyhi, Fuzulî, Nabî, Şeyh Galip mesnevileriyle tanınır. Baki, Nef’i, Nedim gibi şairler ise mesneviyi hiç kullanmamışlardır.

KIT’A
Genellikle iki beyit olarak yazılan bazen daha fazla olabilen gazele benzer nazım şeklidir. Gazelin matla beyiti kıt’ada bulunmaz. Yani beyitler xa, xa ... olarak kafiyelenir.
Kıt’ada şairin mahlası çoğu zaman yoktur. Daha çok felsefi ve toplumsal düşünceler anlatılır. Beyitler arasında anlam bağlantısı görülür.

MÜSTEZAT
Bir uzun bir kısa dizelerden oluşan nazım şeklidir. Kısa dizeler kaldırıldığında ortaya gazel çıkar. Kısa dizelere “ziyade” denir. Müstezat, aruzun tek kalıbıyla yazılır. Ziyadeler de bu kalıba uyar.

RÜBAİ
Tek dörtlükten oluşan nazım şeklidir. Kendine özgü ayrı bir ölçüsü vardır. aaxa şeklinde kafiyelenir. Çoğu zaman şair dünya görüşünü, felsefesini, tasavvufi düşüncesini rübaiyle ortaya koyar.

TUYUG
Divan edebiyatına Türklerin kazandırdığı bir türdür. Şekil olarak rübaiye benzer. Tek dörtlüktür, aaxa kafiye düzeni vardır.
Halk edebiyatındaki mani ve İran edebiyatındaki rübainin etkisiyle oluşmuş denebilir. Aruzun sadece fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılır. Ayrıca 11'li hece ölçüsüne de çoğu zaman uyduğundan şairlerimizce hoş bulunmuş olabilir. Rübaiden sadece ölçüsü yönüyle ayrılır. Bazı tuyuglarda dört dize de kafiyeli olabilir.

MURABBA
Dörder dizelik bölümlerle kurulan nazım biçimidir. En az üç, en fazla 7 dörtlük olur. Kafiye örgüsü aaaa, bbba, ccca şeklindedir. Bazen dörtlüklerin son dizeleri nakarat şeklinde olabilir. Konu olarak gazele benzer.

ŞARKI
Türklerin Divan edebiyatına kazandırdığı bir nazım şeklidir. Bestelenmek amacıyla yazılır. Bu nedenle musikiye yatkındır. Kafiye örgüsü murabbaya benzerse de ilk dörtlüğün aaab şeklinde olduğu şarkılar da vardır.
Edebiyatımızda şarkı denince akla Nedim gelir. Gayet sade bir dille yazdığı şarkılar kendinden sonrakilere örnek olmuştur. Özellikle Yahya Kemal, Nedim tipi şarkılar yazmıştır. Bu şarkılarda nakarat kullanılmıştır.

MUHAMMES
Beş dizelik bölümler halinde söylenen nazım şeklidir. Bir muhammesin ilk beşliğindeki son dizenin, aynı beşlikteki diğer dört dize ile kafiyeli olması şart değildir. Beşlik sayısı bir kayda bağlı değildir.

MÜSEDDES
Altı dizelik bölümler halinde oluşturulan nazım şeklidir. Müseddeslerde, her bölümün yalnız son dizesi değil, sondan iki dizesi birden, ilk bölümün son iki dizesine uygun söylenir, ya da bu iki dize her bölüm sonunda tekrarlanır.

TAŞTİR
Bir beyitin birinci ve ikinci dizeleri arasına iki veya daha fazla yeni dize ilave edilerek oluşturulan nazım şeklidir. Yeni eklenen dizelerin kafiyesi beyitin kafiyesiyle aynı olmalıdır.

TERKİB-İ BEND
10 ila 20 dizelik bentlerden oluşan nazım şeklidir. Bent sayısı 5 ile 10 arasında değişir. Bentleri oluşturan dizeler genelde gazeldeki gibi kafiyelenir. Bendin son beyitine vasıta beyti denir. Bu beyit her bendin sonunda değişir ve mutlaka bentten ayrı olarak kendi arasında kafiyelenir.
Terkib-i bendin uyak düzeni aaxaxaxaxabb şeklindedir. Bentler beyitlere ayrılarak sıralanır.
Bu nazım şeklinde talihten, hayattan şikayetler, dini, tasavvufi, felsefi düşünceler anlatılır.
Edebiyatımızda Bağdatlı Ruhi ve Ziya Paşa bu nazım şeklindeki şiirleriyle tanınır.

TERCİ-İ BEND
Biçim ve uyak yönünden terkib-i bende benzer. Ancak her bendin sonundaki vasıta beyitleri aynıdır yani nakarat şeklindedir.
• • •
Divan edebiyatı, önceden de söylediğimiz gibi 19. yüzyılın başlarında artık yavaş yavaş yerini Batı’dan gelen yeni edebiyata bırakmaya başlamıştı. Hem çok güçlü Divan şairlerinin bulunmaması, hem de tekrar ede ede kalıplaşan bir söyleyişin artık bıkkınlık vermesi yeni edebiyatın yerleşmesini hızlandırmıştır.
Elbette bu, aniden olmamış, şekil ve dil olarak 20. yüzyılın başına kadar etkisini sürdürmüştür.



HALK EDEBİYATI

ANADOLU TÜRK EDEBİYATI
Türklerin Anadolu’ya gelmeden önceki edebiyatları iki gruba ayrılmıştı. Arapçayı ve Farsçayı çok iyi bilen aydınların oluşturduğu “Yüksek Zümre Edebiyatı” ve İslam öncesinden gelen sözlü bir “Halk Edebiyatı.”
Anadolu’ya göç eden Türkler arasında aynı ayrım devam etti. Medrese eğitimi gören aydın kesim Arap ve Fars edebiyatları tesirini sürdürürken halk yine saz şairleri aracılığıyla Halk edebiyatını devam ettirdi. Öyleyse biz Anadolu Türk Edebiyatını iki grupta incelemeliyiz.

HALK EDEBİYATI
Oğuz Türkleri, Anadolu’ya dilleriyle, gelenekleriyle, geleneksel halk edebiyatlarıyla gelmişlerdir. Ozan dedikleri saz şairleri, Anadolu’nun gittikçe Türkleşen bölgelerinde, gezici şairler olarak, sazlarıyla şiirler söylüyorlardı. Bunların tarihi gelişimlerini yüzyıllarına göre inceleyelim.

13. Yüzyıl
Bu yüzyılda ele geçen eserler, daha çok fetih ve savaşlara aittir. Bunların en önemlileri İslami Türk destanlarıdır. Bunlardan Battal Gazi Destanı, Danişmentname en ünlüleridir.
Bu dönemin en ünlü kişisi şüphesiz Nasrettin Hoca’dır. O, zekasıyla, keskin görüşleri ve zeki söyleyişleriyle, nükteleriyle dünyaca tanınmış bir filozoftur.
13. yüzyılda yaşadığı halde, halka öyle mal olmuştur ki kendinden bir asır sonra gelen Timurlenk ile karşılaştırılmıştır. 1208 yılında Sivrihisar’da doğan Hoca, Akşehir’de, Konya’da medrese tahsili yapmış bir alimdir.
Bu asrın en önemli şairi, hatta Türk edebiyatının, ünü sınırları aşan şairi şüphesiz Yunus Emre’dir.

Yunus Emre
Halk diliyle tasavvufu anlatan Yunus Emre, böylece dini Halk edebiyatı sayılan Tekke Edebiyatı’nın da kurucusu olmuştur. Dili yaşadığı dönemin halk dilidir. Tasavvufun en zor kavramlarını bile akıcı Türkçesiyle açıkça anlatmıştır. İki eseri vardır. Birisi Risalet’ün Nushiye adlı aruzla yazılan 550 beyitlik bir mesnevidir. Didaktik bir eserdir. Eserde dini kavramlar ve insanın nefsiyle nasıl mücadele edeceği anlatılmıştır. İkinci eseri “Divan” dır. Buradaki şiirlerin bir bölümü aruzla, çoğu heceyle söylenmiştir. Özellikle ilahileri bugün bile dilden dile dolaşır.

14. Yüzyıl
Bu asrın en önemli eseri Kitab-ı Dede Korkut’tur.

Dede Korkut Hikayeleri
Bu kitaptaki hikayeler Oğuz Türkleri arasında yaşamış ve yayılmıştır.
Kitapta Oğuz Türklerinin Gürcüler, Rumlar, Ermeniler ve diğer Türk boylarıyla yaptıkları savaşlar anlatılır.
Hikayelerde nazım, nesir iç içedir. Dili destansı bir dildir.
Hatta bazı yönleriyle destana benzer. Bu yüzden “destandan halk hikayeciliğine geçiş” ürünü olarak görülür. Halkın kullandığı dille yazılmıştır. Kimin yazıya geçirdiği belli değildir. Kitapta geçen Dede Korkut, bilge bir kişidir. Halk arasında sözü geçen, gerektikçe keramet gösterebilen veli bir zattır.
Bu asırdaki en ünlü şair, Yunus tarzı söyleyişleriyle ün yapan tekke şairi Kaygusuz Abdal’dır.

15. Yüzyıl
Bu yüzyılın tanınmış ismi Hacı Bayram Veli’dir. Ankara’da doğan Hacı Bayram Veli çok güçlü bir medrese tahsili yapmıştır.
Aruzla da yazmakla birlikte daha çok heceyi kullanmış ve dini şiirler yazmıştır. İlahileri tekkelerde zaviyelerde dillerden düşmemiştir.

16. Yüzyıl
Bu yüzyılda sadece Tekke edebiyatının değil din dışı konularda söylenen şiirlerin de metinleri ele geçmiştir.
Ellerinde sazlarla diyar diyar dolaşan, nerede bir güzel görürlerse ona aşık olan ve şiirler söyleyen şairler, ordularda, kışlalarda, hudut boylarında boy gösteren aşıklar, eski halk ozanı geleneğini sürdürmüşler ve “Aşık Edebiyatı” denen edebiyatı yaşatmışlardır. Bunların en tanınmışı,yüzyılın sonlarında şöhret kazanan Köroğlu’dur.

Köroğlu
Köroğlu aslında bir Celali eşkiyasıdır. Bu adı eski Türk destanlarındaki bir kahramandan almıştır, asıl adı Ruşen’dir.
Şiirlerinin çoğu kahramanlık üzerinedir. Hatta halk arasında yayılan Köroğlu Destanı, onun kahramanlıklarını anlatır. “Tüfek icad oldu mertlik bozuldu” sözü ona aittir.
Bu asırda Köroğlu’ndan başka Kul Mehmet, Hayali, Bahşi adlı aşıklar da vardır.
Tekke edebiyatının bu asırdaki temsilcisi Pir Sultan Abdal’dır.

Pir Sultan Abdal
Sivas’ta doğan ve orada yaşayan şair, alevi tekkelerinde yetişmiş, coşkun bir lirizmi olan şiirlerinde aleviliği anlatmıştır. Tekke şairleri arasında şiirlerini sazla söyleyen ender kişilerdendir. Daha çok nefesleriyle tanınır.

17. Yüzyıl
Bu dönem Türk Halk edebiyatının altın çağıdır. Hem Aşık edebiyatı, hem Tekke edebiyatı hem de Anonim (söyleyeni belli olmayan) halk edebiyatı ürünlerinden birçoğu elimize geçmiştir. Tekke edebiyatının önde gelen şairleri Aziz Mahmut Hüdai ve Niyazi Mısri’dir. Her iki şair de derin ilim sahibi kişilerdir.
Bu asırda Aşık edebiyatında büyük gelişmeler olmuş, Divan şairlerine bile ilham verecek lirik şiirler söylenmiştir. Ayrıca aruzla şiir söyleyen saz şairleri, kendilerini Divan şairleri kadar başarılı saymışlardır.
Bunlar arasında Yeniçeri ordusunda bulunan ve Evliya Çelebi’nin bile dikkatini çeken Katibi, denizci olan Kayıkçı Kul Mustafa ünlüdür.
Ancak günümüzde bile çok sevilen, şiirlerinin çoğu halk türküsü haline gelen aşık, Karacaoğlan’dır. Şiirlerinin tümünü heceyle söyleyen, halk anlayışını, yaşayışını şiirine en iyi şekilde yansıtan Karacaoğlan, tabiat ve sevgililer hakkındaki koşmalarıyla tanınır.
Bu asırda dikkati çeken diğer büyük saz şairi Aşık Ömer’dir. Halk şairleri arasında en kültürlü, en yaratıcı kişi olarak tanınır.
Divan şairleriyle boy ölçüşen şair, gerçekten onları aratmayacak tarzda gazeller, murabbalar söylemiştir. Dilindeki sadelik ve akıcılık, onun başarısının delilidir.

18. Yüzyıl
Geçen asırda altın devrini yaşayan Halk edebiyatı bu asırda aynı gücünü devam ettirmiştir. Divan şairleriyle boy ölçüşme, aruzla şiir söyleme, bu devirde biraz daha yaygınlaşmıştır.
Tekke edebiyatı bu dönemde bir duraklama içindedir. Dönemin en büyük tekke şairi, aynı zamanda büyük bir alim olan Erzurumlu İbrahim Hakkı’dır. İlahiname adlı divanında genellikle tasavvufi, kasideler, gazeller, ilahiler bulunur. Ayrıca Marifetname adında nesir eseri de vardır.

19. Yüzyıl
Halk şiir geleneği bu asırda klasik söyleyişini sürdürmüştür. Özellikle Aşık edebiyatının çok yetenekli saz şairleri görülür. Bunlardan biri de Bayburtlu Zihni’dir.
Hem divan tarzı hem de aşık tarzı şiirleriyle tanınmıştır. Çok iyi bir medrese eğitimi görmüştür. Bu nedenle divan tarzında yazdığı şiirleri, Divan şairlerini aratmaz. Ayrıca Halk tarzında söylediği şiirlerde tam bir aşık söyleyişi görülür.
Dönemin diğer tanınmış şahsiyeti Erzurumlu Emrah’tır. Bunda da Divan tarzı söyleyişler görülür. Ancak bu şiirleri çok başarılı sayılmaz. Asıl lirik şiirleri koşma tarzında söyledikleridir.
Diğer dikkate değer isim Dadaloğlu’dur. Üzerinde Divan şiirinin etkisi pek görülmeyen bu saz şairi, dönemin padişahına kafa tutan koçaklamalarıyla tanınır.

Tarihi gelişimini kısaca anlattığımız Halk edebiyatının genel özelliklerini de şu şekilde sıralayabiliriz:
Şiirler çoğu zaman saz eşliğinde söylenir. Duruma göre şiir söyleyen aşıklar, şiirleri için bir ön hazırlık yapamazlar. Bu yüzden şiirlerinde derin bir anlam, kusursuz bir biçim görülmez.
Aruzla şiir yazanlar olmakla birlikte kullanılan asıl ölçü hecedir.
Nazım birimi dörtlüktür. Ancak çok az da olsa türkülerde ve ninnilerde üçlü, beşli söyleyişler görülür.
Dili tam bir Halk dilidir. Bu dilin öz Türkçe olduğu söylenemez. Ancak halka mal olmamış sözcükler kullanılmamıştır.
Şiirler hazırlıksız söylendiğinden daha çok yarım kafiye ve redif kullanılmıştır.
Nazım şekli olarak mani, koşma, varsağı, semai, destan v.s. kullanılmıştır.
Konu olarak Aşık edebiyatında aşk, ölüm, hasret, ayrılık gibi duygusal konular, doğa sevgisi, yiğitlik, zamandan şikayet işlenmiştir. Tekke edebiyatında ise elbette konu dindir.
Söyleyişlerde doğa ile iç içe olmaktan kaynaklanan bir somutluk hakimdir.
Halk şairlerinin hayat hikayeleri ve şiirleri cönk adı verilen eserlerde toplanır.

HALK EDEBİYATI NAZIM BİÇİMLERİ
Nazım biçimi, şiirde dizelerin, nazım birimine (beyit, dörtlük v.s.), ölçüsüne göre belli bir düzen içinde bulunmasından doğar. Halk şiirinde kullanılan nazım biçimleri dört grupta incelenir.

1. Anonim Halk Edebiyatı Nazım Biçimleri
Bu edebiyatın ürünlerinin kim tarafından söylendiği belli değildir. Dilden dile dolaşarak süregelmiş ve halkın ortak malı olmuştur.

Mani
Tek dörtlükten oluşan nazım biçimidir. Yedili hece ölçüsüyle “aaxa” kafiye örgüsüyle söylenir. Yani birinci, ikinci ve dördüncü dizeler kendi arasında kafiyeli, üçüncü dize serbesttir. Çok az da olsa “xaxa” şeklinde kafiyelenen maniler de vardır.
Maniler her konuda söylenebilir. Dörtlüğün ilk iki dizesi genellikle konuyla ilgili olmayan doldurma dizelerdir. Asıl anlatılmak istenen, son iki dizede söylenir.
Bahçenizde dut var mı
Havada bulut var mı
Ben yarimi kaybettim
Bulmaya umut var mı
Kimi maniler dört dizeden fazla olabilir; ancak bu, çok yaygın değildir.
Kafiyelerinin cinaslı sözcüklerle sağlandığı manilere cinaslı mani denir. Bazen cinas oluşturan sözcük dize olarak alınır, bazen ise dörtlüğün başında söylenir.
Böyle bağlar
Yar başın böyle bağlar
Gül açmaz bülbül ötmez
Yıkılsın böyle bağlar
Maniler halk arasında oldukça sevilen ve yaygın olarak kullanılan nazım biçimidir. Genellikle karşılıklı olarak söylenir.

Türkü
Kendine özgü bir ezgiyle söylenen nazım biçimidir. Çoğu zaman diğer nazım biçimleri türkü ezgisiyle söylenebilir. Bu nedenle söyleyeni belli türküler de vardır.
Türkü hece ölçüsünün her kalıbıyla söylenir. Daha çok, yedili, sekizli ve on birli ölçüler kullanılır.
Her konuda türkü söylenebilir. Bunlar arasında elbette aşk, hasret ilk sırayı alır. Halk arasında heyecan uyandıran olaylarla ilgili yakılan türküler bestelenir, zamanla yurdun her köşesine yayılır. Değişik bölgelerde değişik biçimlere göre, kimi dizeler düşer, yerlerine yenileri eklenir. Böylece türkü, halka mal olur gider.
Türküler genellikle iki bölümden oluşur. Birinci bölüm türkünün asıl sözlerinin bulunduğu bölümdür. Buna bent adı verilir. İkinci bölüm ise her bendin sonunda tekrarlanan nakarat bölümleridir. Bunlara da kavuştak denir. Bentler ve kavuştaklar kendi aralarında kafiyelenir.

Ninni
Annenin, çocuğunu uyutmak için kendine özgü bir ezgiyle söylediği şiirlerdir. Belli bir kafiye örgüsü olmadığı gibi, çoğu zaman dizeler arasında tam bir ölçü birliği de görülmez. Hatta ninnilerin dörtlükler halinde olmayanları da vardır.

AŞIK EDEBİYATI NAZIM BİÇİMLERİ
Bu nazım biçimleri saz şairleri tarafından kullanılmıştır.

Koşma
Aşık edebiyatının en çok kullanılan ve en çok sevilen nazım biçimidir. Hece ölçüsünün 11'li kalıbıyla 3 veya 5 dörtlük arasında söylenir.
İlk dörtlüğün kafiye örgüsü xaxa ya da aaab biçiminde olur. Diğer dörtlüklerin ilk üç dizesi kendi arasında kafiyelenir, dördüncü dize birinci dörtlüğün son dizesiyle kafiyelenir. Yani cccb , dddb ...
Koşmanın son dörtlüğünde şair, mahlasını kullanır.
Koşmalar konularına göre dört grupta incelenir. Aşk, hasret, ayrılık, doğa sevgisi gibi lirik konuları işleyenlere güzelleme; kahramanlık konularını işleyenlere koçaklama; bir kişi olay ya da, durumu eleştirenlere taşlama; ölen bir kişinin ardından söylenenlere ağıt adı verilir. Aslında konulara göre olan bu ayrım sadece koşma için değil semai için de geçerlidir. O yüzden bu ayrıma nazım türleri diyenler de vardır. Aşağıda bir koşma örneği görülmektedir.

Semai
Hecenin 8'li kalıbıyla 3 - 5 dörtlük arasında söylenen şiirlerdir. Kafiye örgüsü olarak koşmaya benzer. Kendine özgü bir ezgisi vardır. Semailer konusuna göre güzelleme ya da ağıt türlerinde olabilir.

Varsağı
Hecenin 8'li kalıbıyla söylenen koçaklama tarzı şiirlerdir. Güney Anadolu’da yaşayan Varsak boyunda yaygın olduğundan bu adı almıştır. Kendine özgü bir ezgisi vardır. Kafiye örgüsü, dörtlük sayısı koşmayla aynıdır. Her yönüyle semaiye benzeyen varsağılar, onlardan, ilk dörtlükte kullanılan “bre, behey, hey, hey gidi” gibi ünlemlerle ayrılır. Eğer bu ünlemler yoksa onu ayırmanın tek yolu ezgisidir.
Halk edebiyatında en çok varsağı söyleyen aşık, Karacaoğlan’dır.

Destan
Halk şiirinin en uzun nazım biçimidir. 100 dörtlüğe kadar olanları vardır. Genellikle hecenin 11'li kalıbıyla söylenir. Kafiye örgüsü koşmayla aynıdır. Savaş, deprem, yangın, salgın hastalık, eşkiya ve ünlü kişilerin serüvenleri gibi sosyal konuların yanında, mizahi ya da kişisel destanlar da vardır.

TEKKE EDEBİYATI NAZIM BİÇİMLERİ
Tekke ve tarikatlarda dinle, tasavvufla ilgili düşünceleri anlatmak için, ilahi aşk, peygamber sevgisi konularında ya da mensup olunan tarikatın özelliklerini anlatmak için söylenen şiirlerdir.

İlahi
Allah sevgisini işleyen ya da ona yalvarmak için söylenen şiirlerdir. Kendine özgü bir ezgiyle okunur.Yunus Emre ilahileriyle tanınır. Kafiye örgüsü koşmayla aynıdır. 8'li hece ölçüsüyle söylenir.

Nefes
Bektaşi şairlerin yazdıkları tasavvufi şiirlerdir. Peygamberimiz ve Hz.Ali’ye övgüler işlenir. Hecenin 11'li kalıbıyla olabileceği gibi 8'li de olabilir. Özellikle Pir Sultan Abdal bu tarzdaki şiirleriyle tanınır.

Nutuk
Pirlerin, mürşitlerin tarikata yeni giren dervişlere tarikat derecelerini, adabını öğretmek için söyledikleri şiirlerdir. 11'li hece ölçüsüyle söylenir.

Devriye
İnsanın var oluşunu anlatan tasavvufi şiirlerdir. Felsefi bir konuyu işlediğinden anlaşılması zordur. 11'li hece ölçüsüyle söylenir.

Şathiye
Okunduğunda saçma sanılan sözlerden oluşan ancak gerçekte çok derin tasavvufi konuları işleyen felsefik şiirlerdir.

ARUZ ÖLÇÜSÜYLE YAZILAN HALK ŞİİRİ
NAZIM BİÇİMLERİ
Kendilerini Divan şairleri kadar yetenekli ve güçlü göstermek isteyen bazı Halk şairleri aruz ölçüsüyle şiir söylemişlerdir. Ancak birkaç şiir istisna tutulursa, saz şairlerinin bu konuda başarılı olduklarını söylemek zordur. Çünkü aruz ölçüsüyle hazırlıksız şiir söylemek kolay değildir. Aruzu kullanarak söylenen şiirlerin yine özel ezgileri bulunur. Bu tür nazım biçimlerinin adlarının bilinmesi yeterlidir. Bunlar Divan, Selis, Kalenderi, Satranç, Semai, Vezn-i Aher’dir. Semainin heceyle söyleneni elbette aruzla söylenenden çok daha yaygındır.



BATI EDEBİYATI VE AKIMLAR

Batı edebiyatından etkilenen aydınların oluşturduğu yeni edebiyata geçmeden önce, aydınlarımızı derinden etkileyen Batı edebiyatını genel yönleriyle bilmeliyiz. Özellikle Batı şair ve yazarlarının savunduğu ve bizim aydınlarımızın da değişik yönlerden temsil ettiği edebiyat akımlarını bilmeden Tanzimat, Servet-i Fünün ve diğer dönemlerin düşünce dünyalarını anlayamayız. Bu nedenle Batı etkisindeki Türk Edebiyatına geçmeden Batı edebiyatı ve akımları inceleyeceğiz.

BATI EDEBİYATI
Batı’ya açılan Türk aydınları Batı’nın 19. yüzyıldaki edebiyatıyla tanışmışlardır. Bu da Romantizm, Realizm dönemlerine denk gelir. Ancak Batı’daki bu edebiyat anlayışları da kendinden önceki anlayışlardan bir etkilenme sonucunda meydana gelmiştir. Bu nedenle 19. yüzyıla gelinceye kadarki önemli Batı ürünlerinden söz etmeliyiz.
Batı edebiyatlarının temelini Yunan ve Latin edebiyatları oluşturur.
Yunan edebiyatında İlyada ve Odise destanlarıyla Homeros, trajedileriyle Aiskhilos, Sophokles ve Euripides, komedileriyle Aristophanes, tarih eserleriyle Heredot, Felsefe eserleriyle Eflatun, Aristoteles, fablleriyle Aisopos kendinden sonrakileri etkilemiştir. Yunan edebiyatı M.Ö II. yüzyılda biter.
Latin edebiyatı ise Yunan edebiyatının bitiminde başlar. Söylev dalında Cicero, pastoral, epik ve lirik şiirde Virgillius yetişmiştir.
Bu şairin ayrıca ünlü Aeneis (ene) adlı destanı vardır. Satirik ve didaktik şiirde Horatius tanınır. Felsefe ve trajedide ise Seneca kalıcı eserler bırakmıştır.
Bu dönemlerden sonra Avrupa’da yaklaşık 1000 yıllık bir karanlık devir başlar. Bu dönem içinde kayda değer pek bir edebiyat çalışması görülmez. Bu sessizlik Rönesans devrine kadar sürer. Rönesans’ın beşiği İtalya’da 13. yüzyılda Dante ortaya çıkar ve İtalyan dilini bir edebiyat dili haline getirir.
Dante’nin en önemli eseri “İlahi Komedi” dir. Eser öbür dünyada Dante’nin yaptığı 7 günlük seyahati anlatır. Cennet, Cehennem ve Araf’tan bahseder. Dante ayrıca Beatrice adlı sevgilisi için yazdığı şiirlerle tanınır. O, bu ismi bir sembol haline getirmiştir.
Rönesans döneminde ayrıca lirik şiirleriyle tanınan Petrarca ve küçük hikaye türünün kurucusu sayılan Boccacio Avrupa edebiyatının temelini oluşturur. Rönesans döneminin destan türündeki en büyük yazarı ise Kurtarılmış Kudüs adlı destanın yazarı Tasso’dur.
İtalyan edebiyatındaki bu parlak dönemden sonra Fransız edebiyatı etkisini göstermeye başlar ve 20. yüzyıla kadar süren edebiyat hareketlerinin merkezi Fransa olur.
Fransız edebiyatı, Klasisizm döneminden önce, Hümanizm adı da verilen bir hür düşünce ortamı yaşamıştır. Özellikle Montaigne denemeleriyle, Ronsard şiirleriyle, Rabelais ilk roman denemeleriyle yeni bir anlayışın müjdelerini vermiştir. Bundan sonra birbirini izleyen edebiyat toplulukları, edebiyat akımlarını oluşturmuştur.

EDEBİYAT AKIMLARI
Edebiyat akımı, aynı görüşte olan sanatçıların bir araya gelerek, belirledikleri ilkeler doğrultusunda eser vermeleri demektir.

KLASİSİZM
XVI. yüzyılın ikinci yarısında dili yabancı etkilerden kurtarıp şiir kurallarını saptamaya çalışan Malharbe ile başlayan Klasisizim özellikle XVII. yüzyılda gelişmiştir.

Akımın Oluştuğu Ortam
Fransa’da 17. yüzyılın ikinci yarısında, iç kargaşalıklar sona ermiş, derebeylik ve kilise direnişleri kırılmış, soylular sarayın buyruğuna girmiş ve monarşi güçlenmişti. Siyasal alanda görülen bu düzen ve kurala uygunluk etkisini edebiyatta da göstermeye başlamış, hatta dilin ve edebiyatın kurallarını saptamak üzere Fransız Akademisi kurulmuştu. Ayrıca filozof Descartes’ın Rasyonalizm felsefesi sanatçılarda müsbet düşüncenin temellerini atmıştı.

Akımın Felsefesi
Klasisizm’in temelini akıl ve sağduyu oluşturur. “Düşünüyorum, öyleyse varım.” diyen Descartes’a göre insan aklının kabul etmediği hiçbir şey doğru değildir. Aşk, kin, nefret, acıma gibi duygular aklın kontrolünde olduğu sürece insancıldır. İnsan aşırılıklardan sakınmak, tutkularına iradesi ile yön vermek zorundadır. Dolayısıyla böyle bir insan erdemlidir ve anlatılmaya değer. Akımın kurallarını belirleyen Boileau “Aklı seviniz, eserleriniz görkem ve değerini akıldan alsın.” diyerek klasik eserin felsefesini açıklamıştır.

Akımın Konusu
Klasik edebiyatta konu çoğu kez tarihten hatta mitolojiden alınır. Özellikle Yunan ve Latin edebiyatlarında görülen konular tekrar tekrar işlenmiştir.
Çünkü klasik sanatçıya göre gelmiş geçmiş en mükemmel sanat, eskiye ait olandır. Dolayısıyla, eski Yunan’da görülen insan tipi tekrar ele alınmıştır. Ancak bu insan, fiziğiyle, çevresiyle değil ruhsal özellikleriyle anlatılmıştır. Yani hırslılığı, cimriliği, kindarlığı yönüyle ele alınmıştır.
Klasisizm’de görülen insan, sıradan bir insan değildir. Eğitim görmüş soylu bir insandır. Bu insan belli bir toprağın malı değil evrenseldir. Yani eserde insanların tümünde görülebilen, zamanla değişmeyecek özellikler anlatılmıştır. Soylu insanın “bozuk çıkmış nüshaları” saydıkları sıradan kişilere eserlerde yer verilmemiştir.

Akımın Dili ve Üslubu
Klasisizm’de yazar olayları anlatırken kendini gizler. Kendi duygularını, zaaflarını, tutkularını, sırlarını söylemekten kaçınır. Ona göre eser yazarın iç dökme yeri değildir. Okuyucunun ya da seyircinin dikkati sadece konu içindeki tipler üzerinde toplanmalıdır.
Eserde biçim mükemmelliği aranır. Anlatılmak istenen, açık ve net bir biçimde ortaya konmalı, gereksiz sözlerden arınmalıdır. Üslup yapmacıktan uzak, sade ve ağırbaşlıdır. Okurun dikkati söyleyişteki süse değil söylenene çekilir.
Konu gerçek hayata uygun olmalıdır. Okura ya da seyirciye inanılmayacak şey sunmaktan kaçınılır. Konuya değil konunun ele alış biçimine değer verildiğinden aynı olay birçok kez anlatılmıştır. Bu yönüyle Divan edebiyatına benzer.

Kullanılan Türler ve Temsilcileri
Klasisizim’de tiyatroya büyük değer verilir. Özellikle trajedi ve komedi sıkı kurallarla ortaya konur.
Lirik şiir duygusal olduğundan ihmal edilmiştir.
Aşağıda yazarların kullandığı türler ve eserleri verilmiştir.Trajedi ® Corneille : Le Cid, Horace
Racine : Andromaque, İphigenie
Komedi ® Moliere : Gülünç Kibarlar, Tartuffe Zoraki Tabip, Cimri, Kibarlık Budalası, Scapin’in Dolapları, Hastalık Hastası
Manzum mektup ve yergi ® BouileuFabl ® La Fontaine : Fabller
Felsefe ® Descartes : Yöntem Üzerine Nutuk.
® Pascal : Düşünceler
Porte ® La Bruyere : Karakterler
Roman ® Fenelon: Telemak
® Mme de la Fayette : Prenses de Clives

ROMANTİZM
XVIII. yüzyıl, sonlarına doğru ortaya çıkmış XIX. yüzyıl başlarında bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Klasik sanatın sıkı kurallarına bir tepki olarak doğmuştur.

Akımın Oluştuğu Ortam
18. yüzyıl, aydınlanma çağı olarak görülür. Klasisizmin ortaya koyduğu akıl ve sağduyu, bilimin gelişmesini hızlandırmış, toplum yapısı, gelenekler, siyaset yeniden bilimsel açıdan ele alınmıştır.
Bunun sonucu olarak Jean Jacques Rousseau, Montesquieu, Diderot gibi felsefeciler, ilerlemeye engel oluşturan tüm önyargı ve zorbalığa karşı düşünce yoluyla çetin bir savaş açmış, dinsel hoşgörü, toplumsal ve siyasal eşitlik, birey haklarına ve düşünce özgürlüğüne saygı gibi konuları halka yaymaya çalışmışlardır.
Bu fikirler halk tarafından benimsenmiş ve sonuçta Fransız İhtilali patlak vermiş, monarşi yıkılmış, soylulara karşı burjuva sınıfı oluşmuştur. İşte Romantizm, böyle bir ortamda doğmuştur.

Akımın Felsefesi
Romantizmin ana felsefesi Klasisizme karşı olmaktır. Onun sanatçıyı sıkan bütün prensiplerine savaş açan Romantikler önce, onun akla ve sağduyuya verdiği önemi reddedip duygu ve hayale değer verdiler. “Deha akıldadır.” diyen Klasiklere, “Deha yürektedir.” karşılığını verdiler. Sınırsız bir hayal gücüne kavuşan sanatçı kendini daha özgür, daha yaratıcı gördü. Bu duyguyla oluşan sanat eserinde de alabildiğine serbestlik hakim oldu.

Akımın Konusu
Klasik akımı benimseyen sanatçıların eski Yunan ve Latin edebiyatlarına değer vermesine karşılık, Romantikler onları çağdışı bulmuş, sanatçılar kendi tarihlerini ve günlük yaşantılarını ön plana çıkarmışlardır. Klasisizm’de ihmal edilen Hristiyanlık, tekrar, mucizeleriyle ele alınmıştır.
Ulusallık, yerli renk, aranan bir nitelik haline gelmiş, evrensellik ikinci plana itilmiştir.
Romantizm’de görülen insan tipi, Klasisizm’deki gibi soyut değildir. Aksine çevresiyle, fiziğiyle belli biridir.
Ancak kişiler tek yönlüdür. Yani ya hep iyi ya hep kötüdür. Eser sonunda iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Bu yönüyle insan yine tam olarak ele alınmamıştır diyebiliriz. Eserlerde her tür kişiye rastlanır. Sıradan insanlar, soylular tıpkı hayattaki gibi iç içedir.

Akımın Dili ve Üslubu
Romantik yazar, Klasik yazarın tersine, kendini gizlemeyip, olaylar ve durumlar karşısında kendi duygu ve düşüncelerini anlatır. Romantiklere göre “İnsan başkasına yükleyerek, ancak kendi kalbini tasvir eder; deha anılardan oluşur.” Elbette böyle düşünen sanatçı, işe kendini anlatarak başlar.
Eserlerde kullanılan dil, duygu ve hayallerin coşkunluğu ölçüsünde dağınık ve başıboştur. Sözcük seçimine pek önem vermemişlerdir. Temelde halkın kullandığı dil esas alınmıştır.
Süse ve sanata değer verdiklerinden, benzetmeler, mecazlar eserde büyük yer tutar. Özellikle doğa manzaralarının betimlenmesine büyük değer verilir.

Kullanılan Türler ve Temsilcileri
Romantikler, Klasiklerin değer verdiği tiyatroyu ihmal etmişler, özellikle trajedi ve komediyi kuralcılığından dolayı bir kenara itip sanatçıyı serbest bırakan dramı tercih etmişlerdir.
Şiirde özellikle lirik şiir büyük rağbet görmüştür. Roman ise en önemli edebi türlerden olmuştur.
Temsilcilerini ve eserlerini şu şekilde gösterebiliriz.
Montesquie: Felsefe Kitabı : Kanunların Ruhu
Jean Jacques Rousseau : Felsefe Kitabı: Toplum Sözleşmesi,
Özeleştiri kitabı : İtiraflar
Lamartine : Şiir kitapları: Bir Meleğin Düşmesi, Şairane Düşünceler
Romanları: Graziella, Raphael
Victor Hugo: Şiir kitapları: Akşam Şarkıları, Işıklar ve Gölgeler, Sonbahar Yaprakları
Romanları : Sefiller, Notre- Dame’ın Kamburu
Dramları : Hernani, Kral Eğleniyor, Ruy Blas
Voltaire : Şiirde Henriade adlı destanı ünlüdür.
Romanları: Candide, Zadig
Romantizm aslında önce Almanya’da başlamış, İngiltere’de rağbet görmüş, ama Fransa’da kuralları belirlenip oradan tüm Avrupa’ya yayılmıştır.
Almanya’daki Temsilcileri
Goethe : Şiir kitapları : Divan
Dramları : Faust, Egmont
Romanları: Genç Werther’in Istırapları
Schiller : Dramları : Haydutlar, Wilhelm Tell
İngiltere’deki temsilcileri
Bu ülkede Romantizmi “Gölcüler” adı verilen grup başlatmıştır. Bunların en ünlüleri “Sheakespeare”, Coleridge ve Wordsworth’tır.
Diğer romantik sanatçılar ise şunlardır.
Lord Byron : Şiir Kitabı: Childe Harold’un Gezisi
Dramları: Kaabil, Sardanapal
Puşkin : Şiir kitapları : Kafkas Esir, Çingeneler
Romanları: Yüzbaşının Kızı

REALİZM
XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve Romantizm’e tepki olarak doğan edebiyat akımıdır. Realizm roman ve hikayede etkili olmuştur.

Akımın Oluştuğu Ortam
19. yüzyılda deneysel bilimler son derece gelişmişti. İnsanın hayatını değiştiren birçok teknolojik yenilik ortaya çıkmış, bilim kendini ispatlamıştı. Auguste Comte’un ortaya attığı Pozitivizm felsefesi de bu dönemde, insanın sadece gördüğüne inanması şeklinde özetlenebilecek bir görüşü savunmuştur. Bunun bilim sahasında geçerliliği ispatlanmış ve sosyal bilimlerde de geçerli olacağı savunulmuştur. İşte Pozitivizm’in edebiyata uygulanması Realizm’i doğurmuştur.

Akımın Felsefesi
Realizm Pozitivizm’in bir koşulu olarak gözleme büyük değer vermiştir. İnsanın duygularının onu aldatacağı savunulmuş, görülenin olduğu gibi verilmesinin gerekliliği üzerinde durulmuştur.
“Roman dediğin, bir uzun yol üzerinde gezdirilen aynadır.” görüşüyle gerçeğe verilen değer anlatılır.
“Tarih, yazılı belgelerle meydana getirildiği gibi, bugünkü roman da, romancının kendisinin dinlediği ya da doğrudan derlediği belgelerle meydana getirilir; tarihçiler geçmiş zamanın , romancılar ise şimdiki zamanın hikayecisidir.” sözleri Realistlerin tüm felsefesini ortaya koyar.

Akımın Konusu
Realizm’de konu gerçek hayattır. Olağanüstü görülen istisnai olaylara yer verilmez. Okura yaşanmış bir olay ya da yaşanabileceğinden şüphe edilmeyecek bir olay sunulur.
Realizm’de anlatılan kişi, tam anlamıyla insandır. Çevresiyle davranışlarıyla, tutkularıyla en ince ayrıntısına kadar tanıtılan bir insan görülür eserde. Elbette bu insan çevresinin bir ürünü olan, çevresindeki şartlara göre karakter kazanmış biridir.

Akımın Dili ve Üslubu
Realizm’de, sanatçı eserle okuru başbaşa bırakmak için kendini gizler. Bu yönüyle Klasisizm’e benzer. Olayları yan tutmayan, nesnel bir bakışla inceler sanatçı.
Eserde biçim kusursuzluğu çok önemlidir. Kılı kırk yararcasına yapılan gözlemin aynı titizlikle anlatılmasına, üslubun açık, sağlam, yapmacıksız, söz oyunlarından uzak olmasına önem verilir.
“Söylenmek istenen şey ne olursa olsun, elbette onu anlatacak tek bir sözcük, canlandıracak tek bir fiil, nitelendirecek tek bir sıfat vardır. İşte yazar bunu buluncaya kadar uğraşacak, yaklaşık olanla yetinmeyecektir.” sözleri Realistlerin anlayışını ortaya koyar.
Kullanılan Türler ve Temsilcileri
Realizm, bir roman ve hikaye akımıdır. Tiyatro, Romantizm’den sonra artık pek görülmez. Şiir ise Realist anlayışla yazılır; ancak adına “Parnas” denir.
Realizm birçok ülkede yaygın bir kullanım bulmuştur. İlk ürünlerini Romantiklerle çağdaş olan Stendhal, Balzac, Merime vermiştir.
Stendhal : Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı
Balzac : Vadideki Zambak, Eugenie Grandet, Goriot Baba
Gustave Flaubert : Madam Bovary, Salambo, Duygusal Eğitim
Charles Dickens : Oliver Twist, David Copperfield,
Gogol : Ölü Canlar
Turgenyev : Rudin, Babalar ve Oğullar, Taşralı Kadın.
Dostoyevski : Suç ve Ceza, Karamazof Kardeşler, Budala
Tolstoy : Savaş ve Barış, Anna Karanina, İvan İlyiç’in Ölümü
Gorki : Ana, Üç Kişi
Mark Twain : Tom Sawyer’in Maceraları

NATURALİZM
Realizmi yeterince gerçekçi bulmayan bu akım Realizmle aynı dönemde gelişmiştir.

Akımın Felsefesi
Akım Taine’in Determinizm görüşünü edebiyata uygulamak istemiş, edebiyatın da deneysel bilimlerde olduğu gibi bir deneme sahası olabileceğine inanmıştır. Bunlara göre gözlem bir eser için yeterli bir yol değildir.
Akımın kurucusu Zola Realistlerle aralarındaki farkları şöyle açıklar: “Gözlemci demek, doğadaki olayları hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi inceleyen kişi demektir. Deneyci ise olayları doğanın ortaya çıkardığı bi
çimlere göre değil de herhangi bir amaçla kendisinin onlara şu ya da bu koşullar altında verdiği biçimlere göre inceleyen kişidir.”
Bu sözlerden anlaşılacağı gibi gözlemci sadece gözler, deneyci ise olaylara müdahale ederek onları değiştirir.

Akımın Konusu
Naturalizm’de gerçeğin daha çok çirkin yönü ele alınır. Realistler gerçekler arasında seçme yaptığı halde bunlar yapmaz. Bu yönlerinin eleştirilmesine Zola şöyle cevap verir.
Bizler toplumsal yaraların sabeplerini araştırıyoruz. Bundan dolayı çoğu zaman kokuşmuşlukları ele almak, insanın sefaletinin, çılgınlıklarının bulunduğu yerin dibine kadar inmek zorundayız.” Bu akımda insanın duyguları, tutkuları, düşünceleri, eylemleri, soyunun ve içinde yetiştiği doğal ve toplumsal çevrenin etkisiyle oluşur.
Yani insan davranışlarının temelinde soya çekim vardır. Kalıtsal özellikler çevre koşullarıyla birleşip kişinin karakterini oluşturur. Elbette böyle bir insanın davranışlarını içgüdüleri yönlendirir.

Akımın Dili ve Üslubu
Naturalizm’de yazar, kendi kişiliğini gizler, sadece olanları yazar; bir tutanak yazmanı gibi davranır. Zola’nın deyimiyle “Nasıl ki kimya bilgini kendi hazırladığı koşullar altında oluşan doğal olayları gözleyip saptamakla yetinir, azota kızmadığı gibi, oksijene de aşırı sevgi göstermezse sanatçı da suç karşısında yargıç kesilmez, erdem karşısında ise alkış tutmaz.”
Dilde pek seçici değildir. Kahramanları hangi çevreden seçerse o çevrenin diliyle konuşturur. Bu nedenle argolar, küfürler eserde değiştirilmeden verilir.

Temsilcileri
Naturalizm de bir roman ve hikaye akımıdır. Kurucusu Emile Zola’dır. Zola, ileri sürdüğü görüşleri ispatlamak için 20 cilt tutarındaki “Deneysel Roman”ını yazmıştır. Bu cilt içindeki önemli romanlar Germinal ve Meyhane’dir.
Diğer Naturalist sanatçılar şunlardır:
Alphonse Daudet: Hikayeleri: Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikayeleri
Romanları: Trasconlu Tartarin, Jack
Guy de Maupassant : Hikayeleri: Tombalak, Ay Işığı,
Romanları: Bir Hayat, Güzel Dost, Kalbimiz
Hauptmant: Tiyatroları: Güneş Doğarken, Dokumacılar, Güneş Batarken

PARNASİZM
Realist görüşleri benimseyen şiir akımıdır. Romantizm’e tepki olarak doğmuştur. Romantizm’in aşırı duygusallığına, öznelliğine, abartılı söyleyişlerine karşı çıkan şairler, içe dönük şiir yerine dışa dönük, dış dünyayı nesnel biçimde gözleyip anlatan şiiri tercih etmişlerdi.

Akımın Felsefesi
“Sanat, sanat içindir.” ilkesini benimseyen Parnasyen (Parnasizmi benimseyen) şairler, şiirde güzelliğin peşine düştüler. Bunlara göre güzellik ancak güzel biçimlerle elde edilebilir. O bakımdan biçim olgunluğuna her şeyin üstünde önem verilmesi, şiirin ahlaksal, siyasal ve toplumsal sorunları anlatan bir araç olmaktan çıkarılıp bir amaç haline getirilmesi sanatın ilk şartıdır. Şiirin güzelliği yararlılığa tercih edilmelidir. Şiirin güzel olması, şiir olmak için yeterlidir.

Akımın Konusu
Şair şiirde kişisel duygularının ve tutkularının yerine, dış dünyadaki gözlemlerini anlatmalıdır. Bu da doğanın nesnel bir tutumla betimlenmesi demektir. Bunun dışında felsefi düşünceler, hatta bilim ve fenle ilgili görüşler de şiire alınmıştır. Bazen ise geçmiş zaman kişileri, olayları özellikle bilinmeyen egzotik alemler, Çin, Hint, Mısır gibi uzak ülkeler ve onların kültürleri şiire girmiştir. Romantizm’de bir yana bırakılan Yunan ve Latin mitolojisine yeniden dönülmüş, o kültürlerin yok olması karşısındaki üzüntüler anlatılmıştır.

Akımın Dil ve Üslubu
Sanat sanat içindir, görüşüne uygun olarak, Parnasyen şairler şiirin şekli üzerinde çok durmuşlardır.
Nazım şekli, kafiye, ölçü vazgeçilmez öğeler olarak görülmüştür. Sözcük seçimine büyük önem verilmiş, gereksiz sözcük kullanmaktan, hatta verilmek istenen anlamı tam olarak karşılayamayan bir sözcüğün bulunmasından kaçınmışlardır. Betimlemelerde, sözcüklerin betimlenen manzaraya uygun olması, onu çağrıştırması şiir için son derece gerekli görülmüştür.

Akımın Temsilcileri
Sadece şiirde geçerli olan bu akımı, Teophile Gautier, Theodor de Banville, Leconte de Lisle benimsemiş ve ilk ürünlerini vermişlerdir.

SEMBOLİZM
Parnasizm’e tepki olarak doğan şiir akımıdır. Önce Fransa’da başlamış, oradan tüm Avrupa’ya yayılmıştır.

Akımın Oluştuğu Ortam
Gözlem ve deney metotlarını benimseyen Realist ve Naturalist edebiyatın egemen olduğu dönemde, Fransa’da bir yandan da idealist felsefe yayılmaya başlamıştı. Zaten aşırı gerçekçi bir yaklaşım, insanlara aradığı mutluluğu verememişti. Üstelik Fransa’da 1870 askeri bozgunundan sonra, halkta karamsarlık, bezginlik, siyasal ve toplumsal alanda bazı değişiklikler yapılmasını gerekli kılıyordu. Ruhsal bunalım içindeki genç kuşak, eskiyi yıkmak, geleneğin dışında bir yol tutmak eğiliminde idi. Bu sırada Alman filozof Schopenhauer’in ileriye sürdüğü “Dünya bir tasavvurdan ibarettir.” görüşü gençler tarafından benimseniyordu. Artık görünene değil, bilinç altına, öznelliğe yönelindi. Böylece Sembolizm oluşmaya başladı.

Akımın Felsefesi
Dünyayı bir tasavvurdan ibaret gören, gerçeğe sırt çeviren Sembolist şair imgesel bir dünyada yaşar. Onlara göre gerçeği olduğu gibi anlatmanın imkanı yoktur. Duyularımız, dış dünyayı olduğu gibi değil, onun asıl halini değiştirerek bize ulaştırır. Nasıl düz bir çubuk, suda kırık görünürse, dış dünyadaki maddeler de gerçek durumlarıyla görünmezler. Öyleyse biz dış dünyayı hiçbir zaman gerçek halleriyle anlatamayız. Ancak ondan aldığımız izlenimleri anlatmış oluruz. Bu da kişiden kişiye değişir.

Akımın Konusu
Sembolizm’de şair sadece kendinden, kendi duygu ve izlenimlerinden söz eder. Anlamda kapalılık esastır.
Bu nedenle Sembolist şair aydınlıktan kaçar. Güneş batmaları, kısık lambalar, perdelere vuran gölgeler, ay ışığı, durgun sular, sararmış yapraklar, sessizlik, bilinmedik uzak ülkeler özlemi konularında şiir yazmıştır. Toplumsallıktan kaçmak, insanlardan uzak yaşamak, bu şairlerin tercihidir.

Akımın Dil ve Üslubu
Sembolist şair bir anlamı açıklamak için değil, bir duyumu sezdirmek için şiir yazar. Bu nedenle şiirde telkin yolunu kullanır. Ona göre nesneler birer semboldür. Verilmek istenen anlam mutlaka bir sembolün arkasında gizlidir. Bazen kelimeler imgeleri karşılayamayabilir. Bu durumda şair, sözcüklere yeni anlamlar yükler, alışılmamış eski sözcükleri yeniden kullanır ya da birtakım yeni sözcükler uydurup, dilin geleneksel söz dizimini bozar.
Şiirde kullanılan sözcüklerin ses özelliği çok önemlidir. Çünkü Sembolizm’de “şiirin sözden ziyade musikiye yakın” olması aranır. Sembolist şair Verlaine “Musiki, her şeyden önce musiki” derken şiirde neyin önemli olduğunu ortaya koyar. Bu nedenle şair, sesleri ahenkli olduktan sonra her sözcüğü kullanabilir.
Sembolizm’de evren bir bütün olarak görülmüş ve bu nedenle duyular arasında fark görülmemiştir. Sonuçta bir duyuyla ilgili olan sözcük, diğer duyular için de kullanılabilir. Sembolist şiirlerde acı yeşil, siyah korku, beyaz titreyiş ifadeleri böyle bir anlam ilgisini karşılar.
Dildeki bu özellikler, sembolist şiiri zor anlaşılan, hatta anlaşılmayan bir şiir haline getirmiş, bu, onun okur sayısını son derece azaltmış, bir salon edebiyatı haline gelmesine neden olmuştur.
Biçim olarak klasik nazım biçimleri yerine, şairin isteğine göre bir biçimi benimsemesi uygun görülmüştür. Çoğu şiirde biçim serbestliği vardır. Elbette bir musiki oluşturmak isteyen şair ölçü, kafiye gibi ahenk oluşturan unsurları da ihmal etmemiştir.

Akımın Temsilcileri
Bir şiir akımı olan Sembolizm’in ilk örneklerini Baudlaire vermiştir. Bundan başka, Rimbaud, Verlaine, Paul Valery, Mallerme, Regnier diğer ünlü Sembolistlerdir.

FÜTÜRİZM
İtalya’da başlayıp oradan Avrupa’ya yayılan edebiyat akımıdır. Kurucusu Marinetti’dir. Hayatta her şeyin sürekli değiştiğini, sanatın da buna uyum sağlaması gerektiğini savunur. Geçmişe ait ne varsa hepsinin unutulması, yok edilmesi gerektiğine inanır.
Her şiirde hızın güzelliği vurgulanmış, uçaklara, trenlere övgüler düzülmüştür. Şiirde geleneğe bağlı bütün kurallar yıkılmış, ölçü, uyak, nazım biçimi terk edilmiş özgür nazım tercih edilmiştir. Geleneksel dilbilgisi kuralları, sözdizimi kuralları kırılmış, hıza ve hareketlere uygun olan mastar halindeki fiillere, isimlere önem verilmiştir.
Avrupa’ya dağılırken, özellikle Rus edebiyatında birçok değişikliğe uğramış, savaş tutkusu barışa, milliyetçilik, evrenselliğe dönüşmüştür. Rus şair Mayakovsky en önemli temsilcisidir.

DADAİZM
Kişiyi aklın tutsaklığından kurtarmayı amaçlayan ancak pek taraftar bulmayan edebiyat akımıdır. Bunlara göre geçmişin bir değeri yoktur. Daha doğrusu hiçbir şeyin anlamı yoktur. İsmini bile bir sözlükten rastgele seçtikleri “dada” sözü ifade eder.
Sanatı dil, ölçü, uyak, biçim, anlam kaygılarından kurtarmak, bilinen anlamlar ve alışılmış kurallar dışında bir düzen oluşturmak gerektiğini savunan Tristan Tzara tarafından kurulmuştur.

SÜRREALİZM
İnsanın bilinçaltını açıklamaya çalışan edebiyat akımıdır. İnsanların gerçek eğilimleri, istekleri, toplum yasalarının, geleneğin, ahlakın, dinin baskıları yüzünden, bilançaltında kapalı durmaktadır. Rüyalar, sayıklamalar, sarhoşluk halleri, delilikler, aklın denetimi dışındaki hareketler olduğundan insanın gerçek kişiliğini açıklar. Öyleyse gerçek insanı anlatmak durumunda olan sanat, insanın bu halleri üzerinde durmalıdır. İnsan bir aysberg gibidir. Bilinmeyen yönü, bilinenden daha fazladır.
Sürrealizm Freud’un psikanaliz verilerinden oldukça yararlanmıştır. Onun elde ettiği sonuçları bilimsel gerçek gibi kabul etmişlerdir.
Sürrealizm’de otomatik yazı denen bir sistem uygulanır. Bu yazı, önceden hiçbir konu düşünmeden, kalemin ucuna gelenleri hiç ara vermeden hızlı hızlı yazarak elde edilir. Ya da bir kişi hipnoz edilir. Ona değişik sorular sorulur ve cevaplar hiçbir değiştirme yapmadan yazıya geçirilir.
Elbette böyle bir yöntemle elde edilen yazıda anlamsız sözler, birbiriyle ilgisiz saçma ifadeler olabilir. Sürrealizm’e göre bu, gerçek bir sanat eseridir.
Akımın akıl dışılığa verdiği bu değer zamanla azalmış, akla seslenen ancak bilinçaltını ihmal etmeyen bir anlayışa dönüşmüştür.
Sürrealizm’i; Dadaizm’den ayrılan Breton, Aragon, Eluard kurmuştur. Edebiyatımızda özellikle Garipçiler bu akımdan etkilenmiştir.

EGZİSTANSİYALİZM
Aslında bir felsefe akımıdır. Sartre’ın onu edebiyata uygulamasıyla edebiyat akımı haline gelmiştir.
Bu akıma göre insan var olmadan önce hiçbir özelliği olmaz. Yani bir bebek, beyaz bir kağıt gibi doğar. Olaylar karşısında gösterdiği tepkiler onun kişiliğini oluşturur. Bu nedenle Egzistansiyalist eserlerde karakter yok, durumlarla karşı karşıya kalmış insanlar vardır. Bu insanlar karşılaştıkları durumlarda yaptıkları davranışlarla karakterini oluşturur.
Bu akımın çıkış yeri Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varım.” düşüncesidir. Davranışlarını kendisi seçmek zorunda olan insan en doğruyu, en iyiyi seçmek zorunda olduğunun bilinciyle büyük bir bunaltı, iç sıkıntısı çeker. Ancak bu bunalma onun hareketlerine engel olmaz, tersine onların sorumluluk bilincini geliştirir.
Bu özellikleri taşıyan kahramanların bulunduğu Egzistansiyalist romanda, kahramanların ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Biz onu ancak eser sonunda tam olarak kavrayabiliriz. Böylece eser sürükleyiciliğini hiç kaybetmez ve okurun ilgisini canlı tutar.
Akımın kurucusu Jean Paul Sartre’dır. Diğer ünlü yazarı ise Albert Camus sayılır.



BATI ETKİSİNDEKİ TÜRK EDEBİYATI

Osmanlı Devleti’nin siyasi, askeri ve ekonomik açıdan Avrupa’nın gerisinde kalması devlet büyüklerini bazı tedbirler almaya zorlamış, bu alanlarda Avrupa’nın nasıl geliştiğinin öğrenilmesi için bazı gençler oraya eğitime gönderilmişti. Avrupa’ya, özellikle Fransa’ya giden gençler oradaki edebiyata hayran kalmış ve dönüşlerinde, gördükleri yenilikleri Türk edebiyatında uygulamaya başlamışlardır.
Değişiklikler önce siyasi alanda görülmüş ve 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Hümayunu ilan edilmiştir. Bu fermanın en önemli yönü “insan haklarının korunacağını” garanti altına almasıydı. Bundan sonra değişmeler birbirini izlemiş, özellikle 1860'tan sonra artık geri dönülmez bir yol açılmıştır. Sonuçta belli dönemler halinde günümüze kadar süren yeni bir edebiyat başlamıştır. Bu dönemleri şu şekilde sıralayabiliriz:
A- Tanzimat Dönemi
B- Servet-i Fünun Dönemi
C- Fecr-i Ati Dönemi
D- Milli Edebiyat Dönemi
E- Cumhuriyet Dönemi

A - TANZİMAT DÖNEMİ EDEBİYATI
Bu dönem ilk özel gazete olan Tercüman-ı Ahval gazetesinin yayın hayatına atılmasıyla başlar. Bundan önce yayınlanan Takvim-i Vekayi (1831) resmi bir gazeteydi.
Ceride-i Havadis (1840) ise yarı resmi bir gazete sayılırdı. İlk özel gazetenin çıkışıyla Batılı edebiyatı benimseyen sanatçılar bir yayın organına kavuşmuş oldular ve fikirlerini halka daha kolay anlatıp, savundukları görüşlere uygun eserler vermeye başladılar. Bundan sonra meydana gelen değişiklikleri türlere göre inceleyelim.

ŞİİR
Tanzimat edebiyatı sanatçıları her şeyden önce şiirin konusunu ve anlatımını değiştirdiler. Namık Kemal, “Lisan-ı Osmani’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazalar” isimli uzun makalesinde şiirin, fikrin gelişmesine ve halkın eğitilmesine olan büyük hizmetinden söz eder. Divan edebiyatının gerçekle ilgisizliğine, yapmacıklığına, boşluğuna şiddetle hücum eden Namık Kemal, edebiyatın yeniden düzenlenmesini ister. Bunun için de her şeyden önce yeni bir anlatım yolu, yeni bir dil bulunmasını gerekli görür. Dilin bir an önce konuşma diline yaklaştırılması gerektiğini savunur. Buna rağmen Tanzimat şiirinin dilinin sade olduğunu söylemek zordur.
Tanzimat şiirinin Divan şiirine bağlı kaldığı unsurlar daha çok biçim alanındadır. Bu dönemde hece veznine olan ilgi biraz artmışsa da aruz eski hakimiyetini sürdürmüş, Divan şiirinin nazım şekilleri aynen kullanılmıştır.
Şiirin konusu değişmiş, aşk, hasret, ayrılık gibi kişisel konular bir yana bırakılmış, eşitlik, özgürlük adalet, hukuk gibi toplumsal konulara önem verilmiştir. Ancak bu, daha çok I. Tanzimatçılar denen Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi sanatçılarda görülür.II. Tanzimatçılar denen Recaizade Mahmut Ekrem, Hamit, Sezai’de ise kişisel konular yeniden ele alınmıştır.

TİYATRO
Tanzimat dönemine gelinceye kadar edebiyatımızda Batılı anlamda sahne tiyatrosu görülmez. Ancak halk arasında Karagöz ile Hacivat, ortaoyunu, meddah gibi seyirlik oyunlar vardır.
Karagöz bir kukla oyunudur. Değişik söz oyunlarıyla yanlış anlaşılan sözlerle güldürü unsuru sağlanır. Eğlendirme amacı taşır. Karagöz adlı cahil biriyle Hacivat adlı bilgili geçinen biri arasındaki atışmalarla sürer gider. Klişeşmiş bölümleri vardır. Kuklaları oynatan kişi konuşmaları tek başına yapar.
Ortaoyunu ise şehir meydanlarında ya da kendileri için hazırlanan yerlerde Pişekar, Kavuklu, Zenne gibi sabit tiplerle oynanan güldürü amaçlı seyirlik oyundur. Şive taklitleri üzerine kurulu olan bu oyunda da kalıplaşmış konuşmalar ve bölümler vardır. Oyuncuların yeteneğine göre hazırlıksız, oyunun gelişine göre değişik konuşmalar da görülür.
Meddah tek kişilik bir oyundur. Yüksekçe bir yere çıkan meddah, değişik şivelerle konuşarak anlattığı bir olayla güldürü oluşturur.
Yukarıdaki sözü edilen oyunlar belli bir metne dayanmayan, oyuncuların oyun esnasındaki konuşmalarıyla oluşan oyunlardır. Eğitici bir amaç taşımaz. Tanzimat tiyatrosu ise bir okul sayılmış, halkın eğitilmesinde araç olarak kullanılmıştır. Bunlarda sosyal eğitim ön plandadır. Toplumda görülen aksaklıklara doğrudan doğruya dokunmak veya tarihin ibret verici olaylarını ele alıp onlardan ahlaki sonuçlar çıkarmak amaçlanmıştır.
Tanzimat tiyatrosunda dil ve üslup konuşma diline ve üslubuna çok yaklaşmıştır. Fakat ikinci dönem Tanzimatçılarda bilhassa Hamit’in eserlerinde doğallığını gittikçe kaybetmiş, süslü, yapmacıklı bir hale gelmiştir.
Tanzimat döneminin yayınlanan ilk tiyatro eseri Şinasi’nin Şair Evlenmesi adlı tek perdelik bir komedisidir. Tiyatro alanındaki en eğitici eserler ise Namık Kemal tarafından verilmiştir.

ROMAN ve HİKAYE
Tanzimat döneminin edebiyatımıza kazandırdığı en önemli tür şüphesiz roman ve hikayedir. Bundan önce edebiyatımızda böyle bir tür yoktu. Nesir alanında daha çok tarih, seyahatname gibi türler verilmiş, olay kaynaklı tür olarak mesneviler kullanılmıştır.
Tanzimat, nesir alanında bir çığır açmış, onu şiirden daha etkili bir tür haline getirmiştir. Süsten, özentiden uzak, halkın okuması, bilgilenmesi amacıyla eserler ortaya koyulmuştur.
Türk edebiyatında roman, çevirilerle başlamıştır. Bu alanda ilk eser Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon adlı Fransız yazardan çevirdiği Telemak adlı romandır. Birçok teknik kusurlarla dolu olan bu eserin, kahramanlarının yabancı olması, olayların yabancı bir ülkede geçmesi yüzünden halka yabancı olmasına rağmen büyük ilgi gördüğü söylenebilir. Bu ilgiyi, çevirinin büyük bir devlet adamı tarafından yapılmasına bağlayabiliriz.
Konusuyla, kahramanlarıyla ilk Türk romanı ise Şemseddin Sami’nin yazdığı Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı bir aşk romanıdır. Bu da birçok kusurla dolu basit bir eserdir.
Edebi sayılabilecek ilk romanı ise Namık Kemal vermiş, İntibah adlı romanıyla roman türüne asıl kimliğini kazandırmıştır. Ancak bu romanın Batılı roman ölçülerinde olduğunu söylemek de pek doğru olmaz.
Hikaye alanında ise yine ilk eserlerin Tanzimatla verildiğini söyleyebiliriz. Gerçi hikayecilik halk arasında oldukça yaygındı. Özellikle Dede Korkut Hikayeleri ile başlayan gerçeğe yakın olaylar, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin gibi halk hikayeleriyle gelişmiştir. Bunlar kişinin ve toplumun gerçek hayatına oldukça bağlıdır. Dil ve üslup bakımından da, seslendikleri topluluğun konuşma diline ve üslubuna çok yakındır.
Tanzimat yazarları karşılarında; bu hikayeleri okuyan ve seven geniş bir halk topluluğu buldu. Özellikle Ahmet Mithat halk hikayeleriyle Batılı hikaye tekniğini birleştirmeye çalıştı. Halk hikayelerini modernleştirmeye çalışan hikayeleriyle halkı okumaya alıştırmaya çalıştı. Letaif-i Rivayat adlı hikaye serisi bu alandaki ilk Batılı eserdir.
Ancak modern anlamda hikayecilik, ikinci Tanzimatçılar döneminde Sami Paşazade Sezai’nin “Küçük Şeyler” adlı eseriyle başlar.
• • •
Tanzimat edebiyatında görülen bu türlerden sonra bu dönem sanatçılarını inceleyebiliriz. Tanzimat sanatçıları sanat anlayışlarına göre iki grupta incelenir.

I. DÖNEM TANZİMATÇILAR
Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal’in oluşturduğu bu dönemde, sanat halka ulaşmakta bir araç olarak görülmüş, onun asıl görevinin “faydalı olmak” olduğu savunulmuştur.
Faydalı olmayan sanatın boş bir uğraş olduğu düşüncesiyle güzellik ikinci plana itilmiştir. Tanzimat anlayışı dendiğinde çoğu zaman I. dönem kastedilmektedir. Bu dönem sanatçılarını inceleyelim:

ŞİNASİ
Tanzimat edebiyatının ilk sanatçısı Şinasi’dir. Mustafa Reşit Paşa’nın Batıya gönderdiği ilk öğrencilerdendir. Bir kısım fikirleri edebiyatımıza ilk getiren, kurduğu gazetelerde bu fikirlerini yayarak, yeni edebiyatın temellerini atan odur. Gençliğinde Doğu ilimlerini öğrenmiş, Fransa’da kaldığı yıllarda da Batı edebiyatını tanımıştır. Fransa’dan geldikten sonra edindiği yeni fikirleri yaymak için gazeteciliğe atılmıştır.
Şinasi aslında çok yetenekli bir sanatçı değildir. Onun edebiyatımızdaki önemi, sanatçılığından çok, yeni fikirlerle dolu olması ve bunu etrafındakilere yayarak yeni bir edebiyatın temellerini atmasındandır.
Şiirlerinde halk dilini kullanmaya büyük özen göstermiş, dönemine göre oldukça sade şiirler yazmıştır. Tamamen yeni fikirlerle doldurduğu bu şiirlerinde Divan edebiyatı nazım şekillerini, aruzu kullanmıştır.
Şiir alanındaki ilk eseri Tercüme-i Manzume adını verdiği küçük bir kitaptır. Fransız şiirinden özellikle Racine, La Fontaine ve Fenelon’dan çeviriler yaptığı bu eserle Klasik Fransız şiirini tanıtmayı amaç edinmiştir. Şiirlerinde akıla ve sağduyuya verdiği önemi ifade etmesi “Vahdet-i Zatına aklımca şahadet lazım” dizesi onun Klasisizmden etkilendiğini gösterir.
Şiir alanında ikinci eseri Divan şiiri tarzındaki şiirlerini topladığı Müntehebat-ı Eş’ar adlı kitaptır. Bu kitapta bulunan “Milletim nev-i beşerdir vatanım ruy-ı zemin” dizesi, şairin ideolojisini de ortaya koyar.
Şinasi’nin tiyatro alanındaki eseri ise Şair Evlenmesi’dir. Batılı tarzda yazılan bu ilk tiyatro eserinde görücü usulüyle evlenmenin eleştirildiği görülür. Eser tek perdelik bir komedidir. Eserde Batı tiyatro tekniğiyle halk tiyatrosunun birleştirildiği görülür.
Şinasi’nin ayrıca Türk atasözlerini derlediği Durub-ı Emsal-i Osmaniye adlı eseri de edebiyatımız açısından önemlidir.

Ziya PAŞA
Başlangıçta Divan edebiyatı kültürüyle yetişen ve o yolda şiirler söyleyen Ziya Paşa önce fikirleri yönüyle Batı’yı benimsedi. Ancak onun bu hareketlere sürekli bir bağlılık gösterdiği söylenemez. En güzel şiirlerini Divan tarzında söyleyen şair, Batılı tarzda pek başarılı değildir. Bu nedenle eskiden ayrılamayan, yeniyi ise tam bir benimseyişle uygulamaya fırsat bulamayan, ikilem içinde kalan bir sanatçı olmuştur.
Ziya Paşa Tanzimat edebiyatının hemen bütün vasıflarını kendi sanatında toplamıştır. Tanzimat edebiyatını meydana getiren dört önemli etki onun şiirinde ve nesrinde görülür: Divan şiiri, mahallileşme cereyanı, aşık tarzı ve Batı etkisi.
Çoğu şiiri hem şekil hem dil bakımından Divan şiiri sayılabilir. Bunun yanında bazı şiirleri halk şiirinin ölçü, şekil ve kafiyeleriyle söylenmiştir.
Ziya Paşa’nın dil ve edebiyat hakkındaki görüşleri birbirini tutmuyordu.
Londra’da Hürriyet Gazetesi’ne yazdığı “Şiir ve İnşa” adlı makalesinde Baki, Necati, Nef’i divanlarında görülen şiirleri Türk şiiri saymayan ve Nedim ve Vasıf’ın şarkıları da dahil Divan edebiyatını kişiliksiz, melez bir edebiyat olmakla suçlayan Ziya Paşa, Halk şairlerini gerçek Türk şairi ve onların şiirlerini de gerçek Türk şiiri saymıştır. Daha sonra yazdığı Harabat adlı antolojide ise Türk şiirinin temelini Ahmet Paşa’nın, Necati’nin, Baki’nin attığını, halk şairlerinin şiirlerinin ise bir eşek anırması gibi olduğunu söyleyecek kadar birbirine ters düşünceleri savunmuştur.
Ziya Paşa Aşık tarzında da Divan tarzında da başarılıdır. Özellikle terkib-i bent ve terci-i bend’leri Divan şairlerinin yazdıklarından daha başarılıdır. Birçok beyiti vecize olacak niteliktedir.
Ziya Paşa nesir alanında da birçok eser vermiştir. Nesir dili başlarda biraz süslü, secili iken zamanla daha sade ve oturaklı olmuştur.
En önemli eseri hiciv tarzında yazdığı Zafername adlı manzumedir. Önce kaside şeklinde yazılan sonra tahmis şekline getirilen ve son olarak nesirle açıklanan bu eser devrin sadrazamı Ali Paşa aleyhine yazılmıştır.
Diğer önemli eser, Ziya Paşa’nın Avrupa’dan döndükten sonra yazdığı Harabat isimli Divan edebiyatı antolojisidir. Üç cilt tutarındaki eserde Arap, İran, Türkiye ve Ortaasya Türkçesi şairlerinden seçilmiş şiirler vardır.
Nesir alanındaki en önemli eserleri ise şüphesiz makaleleridir. Çoğu derlenmeyen bu makalelerde devrin Siyasi manzarası hakkında önemli bilgiler vardır. Ayrıca önceden de söz ettiğimiz Şiir ve İnşa adlı makalesi onun ününü artırmıştır.
Nesir tarzındaki eserlerinden biri Rüya adlı küçük bir eserdir. Edebiyatımızda ilk röportaj sayılabilecek bu eser karşılıklı konuşma tarzında yazılmıştır. Yer yer sade bir dille yazılan eserde yine Sadrazam Ali Paşa’nın kötü idaresinden bahsedilmiş ve görevden alınması gerektiği vurgulanmıştır.
Ziya Paşa’nın diğer nesir eseri Defter-i Amal Mukaddimesi’dir. Jean Jacque Rousseau’nun “İtiraflar” adlı eserinden ilhamla yazıldığı anlaşılan bu eser Batılı anı türünün ilk örneklerindendir.

Namık KEMAL
Batılı Türk edebiyatına kesin bir zafer sağlayan, sanatçı yönü oldukça güçlü şairdir. Kalemini yalnız bir sanat aracı olarak değil, aynı zamanda milli mücadele aracı olarak kullanan şairin amacını şöyle açıklayabiliriz: Türk halkına milli benliğini ve kendi değerlerini tanıtmak; ona hürriyet aşkı vermek ve özellikle ecdat kanıyla yoğrulmuş vatan topraklarını, uğrunda şuurla can verebilir bir seviyede sevdirmek. Bu yönüyle şair haklı olarak Vatan şairi diye şöhret kazanmıştır.
Namık Kemal, eski edebiyata aşırı, hatta çoğu zaman haksız bir şekilde saldırmış yeni edebiyatın yerleşmesine çalışmıştır.
Çocukluğu ve ilk gençliği Divan şairlerinin arasında geçmiş ve bu dönemde güçlü şiirler yazmıştır.
Namık Kemal’de vatan fikri çok güçlüdür. Ona göre vatan, sadece üzerinde doğulan ve yaşanan bir yer değildir. Vatan, kendi çocukları olan insanlar arasında dil birliği, menfaat birliği, fikir ve sevgi kardeşliği yaratan, mukaddes bir topraktır ki her taşı için bir can verilmiştir.
Bütün insanları bir millet, dünyayı da tek vatan sayan Şinasi’ye ilk itiraz böylece Namık Kemal’den gelmiş oldu.
Halka halk diliyle seslenmeyi amaçlayan I. Tanzimatçılar içinde, bunu geniş ölçüde gerçekleştiren Namık Kemal’dir. Özellikle tiyatro eserlerinde konuşma dilini kullanmıştır. Dilin kurallarının belirlenmesi gerektiğini, halkın kullandığı sözcüklerin, kullanıldığı gibi yazıya geçirilmesini, dilin doğal olması ve külfetli sanatlardan sıyrılması gerektiğini savunmuş, bu arzusunun gerçekleşmesi milli edebiyata nasip olmuştur.
Namık Kemal hece ölçüsünü savunmakla beraber bunu şiirlerinde çok az kullanmıştır. Onu övmesi büyük ölçüde Divan şiirini eleştirmek içindi, yoksa Harzemşah piyesinin önsözünde heceye parmak hesabı deyip, onun ahenk sağlamaktan uzak olduğunu açıklamıştır. Kafiyeyi de pek gerekli görmeyen Kemal aksine, şiirlerinde güçlü bir kafiye düzeni kurmuştur.
Divan edebiyatını gerçek dışı suçlamalarla kötülemiş, onu çok renkli bir parça bohçasına benzetmiştir. İdealize edilmiş güzelleri ise gulyabanilere benzetmiştir. Bunları samimi olmaktan çok, sırf kötülemek için söylenmiş sözler olarak görebiliriz.
Namık Kemal’in gerek şekil gerek içerik bakımından eski tarzda şiirleri önemli bir yer tutar. Onun eski şekillerle yeni fikirleri işlediği şiirleri büyük sevgi ve şöhret kazanmıştır. Gazellerinden oluşan Divan’ı o hayatta iken yayınlanmıştır. Asıl vatan şiirleri bu Divan’ın içinde değildir.
Namık Kemal’in nesri şiirinden daha üstündür. Sağlam bir nesir dili, hareketli, bilgili, fikir ve heyecan cümleleri, delilli, mantıklı ve inandırıcı bir üslup, yazılmaktan çok haykırılmak içinmiş gibi seslendirilen dil, nesrinin ayırıcı nitelikleridir.
Onun nesrinde süs, tumturak, seci devam etti. Ancak bu, onun okunmasına engel olmadı.
Nesir alanında en önemli eserleri şüphesiz romanlarıdır. İlk romanı İntibah adını taşır. Eser “Son Pişmanlık” adıyla Magosa’da yazılmış; bu ad sonra değiştirilmiştir.
Bu romanda bir aile konusu ele alınmıştır. Kötü kadınların ihtiras ve entrikalarına kapılarak hem kendilerini hem başkalarını mahveden gençlerin romanıdır bu.
Roman oldukça sade bir dille yazılmıştır. Olayların akışı, kahramanların tek yönlülüğü, iyilerin hep iyi kötülerin hep kötü gösterilmesi yönüyle yazarın Romantizm’in etkisinde olduğu söylenebilir.
Cezmi adlı ikinci romanında ise yazar tarihi bir olayı anlatır. II.Selim zamanında İranlılarla yapılan bir savaşın anlatıldığı romanda, roman kahramanı Cezmi vatansever bir askerdir. Roman onun başından geçen olayları anlatır. Bu esere ilk tarihi roman diyebiliriz. Eserde yine Romantizm’in tesirleri görülür.
Namık Kemal’in bol eser verdiği diğer bir tür, tiyatrodur. “Bir milletin güzel söyleyiş kudreti, edebiyatında; edebiyatın da en canlı ifadesi, tiyatrosunda belli olur.” diyen yazar, bu türe özel bir önem vermiştir.
En önemli tiyatro eseri Vatan Yahut Silistre adlı oyunudur. 4 perdelik olan bu eser Tuna kıyısındaki Silistre kalesini Ruslara karşı bir buçuk ay koruyan ve sonunda Rusları yenen Türk askerlerinden ilhamla yazılmıştır. Oynandığı zaman büyük yankı uyandıran bu eser, yazarın Magosa’ya sürülmesine neden olmuştur.
Diğer tiyatro eserleri istibdat ve zulme karşı çıkışı anlatan Gülnihal, bir aile dramının anlatıldığı Zavallı Çocuk, kötü bir kadının topluma zararlarını anlatan Akif Bey, Harzemşahlar Devleti’nin son hükümdarının hayatını anlatan Celalettin Harzemşah, Hindistan’da bir sarayda geçen bir olayın anlatıldığı Kara Bela adlı eserleridir.
Bunların dışında, gazetelerde yayınlanan birçok eleştiri yazısı, makaleleri, mektupları da vardır yazarın. Özellikle Ziya Paşa’nın Divan şiirini öven Harabat antolojisini eleştirdiği Tahrib-i Harabat ve Takip adlı eleştirileri ünlüdür. Edebiyata ait fikirlerini anlattığı Mukaddime-i Celal adlı önsöz yazısı da önemlidir. Bunların dışında Bahar-ı Daaniş Mukaddimesi, Renan Müdafaanamesi adlı çevirileri de vardır.

II. DÖNEM TANZİMATÇILAR
Halk için sanat, sade dil için sanat, vatan için, hürriyet için sanat amacıyla çalışan birinci tanzimatçılar sanatı memleketin siyasi hayatıyla birleştirme yoluna gitmişlerdi. II. Dönemdekiler ise sanat için sanat anlayışına daha yakın ve daha bağlı bulunuyorlardı. Mümkün olduğunca siyasi ideolojilerden uzak duruyor, hiç olmazsa bu sahada aktif faliyette bulunmuyorlardı. Bunlar Batılı edebiyatın vasıflarına daha uygun eserler veriyorlardı. II. dönemin sanatçıları olan Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit Tarhan ve Sami Paşazade Sezai’yi ayrıntılarıyla görelim.

Recaizade Mahmut EKREM
Ekrem, yeni ve eski tarz şairliği, tiyatro ve roman yazarlığının yanında, devrinin genç nesillerine edebiyatı öğretmesiyle tanınmış bir Tanzimat yazarıdır.
Onun şiir ve düzyazı eserlerini oluşturan dil, sanat ve söyleyiş unsurlarında Divan şiirinin devamı, halk söyleyişinin akisleri ve bunların üstünde gibi görünen bir Fransız edebiyatı etkisi vardır.
Bir şiir ve edebiyat eleştirmeni olduğu ve edebi bilgiler kitabı yazdığı halde onun şiirlerinde nazım tekniği ortadan yukarıda değildir. Dudaklarda kalacak kudrette güçlü dizeleri sayılıdır. Şiirlerinde ölçü ve kafiye gereği uydurulmuş, doldurma dizeler vardır. Şiirde kulak için kafiye görüşünü ortaya atan ve bu yönüyle şiirde çığır açan Ekrem’de nesir dili daha güçlüdür. Nesirlerinde his ve hayal aleminden gerçek hayat sahnelerine kolayca geçebildiği görülür.
Hemen bütün eserlerinde sanat için sanat görüşünü savunan Ekrem öğrencilerine ve çevresine edebi bilgiler zevki veriyor, edebi eserler üzerinde durma, düşünme yollarını öğretiyor, onları değerlendirme yollarını gösteriyordu.
Recaizade şiir, hikaye, roman, tiyatro, eleştiri, araştırma alanlarında eser vermiştir.
Nağme-i Seher, Yadigar-ı Şebap ve üç ayrı cilt halinde yayınladığı Zemzeme adlı şiir kitapları vardır. Bu kitaplara Muallim Naci Demdeme adlı kitapla karşılık vermiş ve aralarında eski ve yeni edebiyatın özellikleriyle ilgili büyük tartışmalar başlamıştır.
Ekrem’in, ayrıca, ölen oğlu Nijad için yazdığı şiirleri koyduğu, yine onunla ilgili nesir, yazıları da bulunan Pejmürde adlı eseri de önemlidir.
Recaizade’nin nesir türündeki en önemli eseri Araba Sevdası adlı romanıdır. Eserde bilinçsizce Batıyı taklid eden Bihruz Bey’in ne hallere düştüğü anlatılır.
Yer yer realist çizgilerle ve ince bir eleştiriyle, böyle insanlar göz önüne serilir.
Nesir alanındaki bir diğer eseri de Afife Anjelik isimli tiyatrodur. Vuslat yahut Süreksiz Sevinç, Atala diğer tiyatrolarıdır. Bunlar pek başarılı eserler sayılmaz. Bu alandaki en başarılı eseri Çok Bilen Çok Yanılır adlı komedidir.
Recaizade’nin yazdığı en önemli eser Talim-i Edebiyat adlı edebi bilgiler kitabıdır.
Ders kitabı olarak hazırlanan eser yeni edebiyat için önemli bilgiler verir. Yazarın ayrıca Takdir-i Elhan adlı eleştiri eseri de vardır.
Yazar ayrıca birçok Romantik Fransız şairinin şiirlerini Türkçeye çevirmiştir.

Abdülhak Hamit TARHAN
İkinci dönem Tanzimatçılar arasında Batıyı daha iyi anlayan ve çok hızlı değişiklikler yapan kudretli, üretken bir şairdir. Büyükelçilik göreviyle hem Doğu hem Batı ülkelerinde görev yaptığından, eserlerinde bu medeniyetlerin dil, kültür, sanat, inanç unsurlarıyla, sosyal hayatlarını, yan yana getirebilmiştir.
Hamid bazen şiiri tiyatrolaştırmış, bazen tiyatroya hikaye çeşnisi vermiştir. Şekilde ve söyleyişte belli kurallara bağlı kalmak, onun yapmak istediği ama yapamadığı şeylerdendir. Onda ölçü, kafiye hatta dil ve cümle kaygısı genellikle ikinci plana bırakılmıştır. Bu nedenle eserlerinde dil kusurlarına sık sık rastlanır. Şiirde tezata, şaşırtmacaya yer vermiş ve engin bir lirizm oluşturmuştur. Şiirlerinde Romantizm’in tesiri görülür.
Şiirlerinde, işlediği konular açısından da bir uyum görülmez. Bir kısmında doğa güzellikleri, bir kısmında renkli şehir hayatları, bir kısmında vatan, millet, diğerinde ahlak hocalığı görülen şiirlerinde vazgeçmediği tek yön sanatı sanat için yapmaktır.
Hamit tiyatro alanında da oldukça bol eser vermiştir. Ancak bunların çoğu sahnelenmek için değil okunmak içindir. Çoğunun dili ağır, üslubu sanatlıdır. Hatta kahramanlar bazen ruhlar, ölüler ya da hayali varlıklardır. Tiyatrolarının bir kısmını aruzla, bir kısmını heceyle kimisini de nesirle yazmıştır.
Hamid’in ilk tiyatro eseri Mecara-yı Aşk adlı dört perdelik eserdir. Rumeli Türkleri arasında geçen bir olayın anlatıldığı Sabr-u Sebat adlı eserin dili oldukça sadedir. Duhter-i Hindu, Nesteren, Tarık, Eşber, Finten ünlü tiyatrolarıdır.
Hamid’in birçok şiir kitabı da vardır. Kimisinin Batı şekilleriyle söylendiği, kısmen serbest bir biçimde yazıldığı şiirlerinin bulunduğu Belde adlı şiir kitabında, Fransızca sözcüklerin de şiire girdiği görülür. Pastoral şiirin ilk örneklerinin verildiği, serbest biçimdeki şiirlerin bulunduğu kitaba ise Sahra ismini vermiştir şair. Ölen karısının ardından duyduğu üzüntüyü anlattığı Makber adlı şiir kitabı ise şairin adını ebedileştirmiştir. Şekil olarak daha muntazam, ölçülü, kafiyeli şiirlerin bulunduğu bu eser, musiki yönüyle de güçlüdür. Aynı konuyu işleyen ancak Makber kadar başarılı sayılamayacak Ölü, Bunlar Odur, Hacle gibi şiir kitapları da vardır.
Hamid’in mesnevi biçiminde yazdığı, Çamlıca’da yaşanmış bir aşk hikayesini anlattığı Garam adlı kitabı da önemlidir.

Samipaşazade SEZAİ
Tanzimat döneminin Batılı hikaye yazarıdır. Edebiyatın başka türlerinde de eser vermiş olmasına rağmen o, hikaye ve roman yazarı olarak tanınır. Tanzimat edebiyatının ikinci döneminde Fransız Realizm’ini temsil eden yazarlardandır. Romanında Romantik çizgiler bulunmasına rağmen onun eserlerine Realist anlayışı uyguladığı görülür. Namık Kemal’in Romantik anlayışından Sezai’nin Realist anlayışına geçiş yapan II. dönem Tanzimatçılar, asıl realist olan Servet-i Fünunculara zemin hazırlamışlardır.
Arada bir küçük şiir denemeleri de olmakla beraber, Sezai daha çok nesirler, siyasi, edebi makaleler, küçük ve büyük hikayeler ve hatıralar yazmakla tanınmıştır.
Eserlerini sanat için sanat görünüşüne bağlı olarak yazan sanatçının en önemli eseri Sergüzeşt romanıdır. Romanın konusu, o yıllarda devam etmekte olan beyaz esir ticaretidir. Eserde Kafkaslardan kaçırılıp ona buna satılan genç kızlardan birinin başından geçen olaylar anlatılır.
Sezai’nin diğer önemli eseri Küçük Şeyler adlı hikaye kitabıdır. Eserdeki bazı hikayeler çeviridir.
Küçük Şeyler’den sonraki hikayelerinden başka, nesirlerini topladığı bir diğer eseri de Rumuz’ül Edep adını taşır.
İclal adlı eserinde yine değişik yazıları ve şiirleri bulunur.
Sezai’nin ilk eseri ise Şir adlı bir piyestir. Bu eser, olayın Afganistan’da geçtiği düzyazıyla yazılmış bir trajedidir. Ancak pek başarılı bir eser sayılmaz.
Tanzimat dönemindeki diğer önemli sanatçıları da şu şekilde görebiliriz:

Ahmet Mithat EFENDİ
Tanzimat devrinde, ilmin ve edebiyatın hemen her alanında eser vererek ve bunları halk diliyle yazıp halk seviyesine ve halk zevkine göre düzenleyerek halk için çok faydalı bir edebi hareket yapmayı başarmış ansiklopedist bir yazardır. O yazılarıyla bir halk okulu kurmuş ve bunu hayatı boyunca sürdürmüştür.
Onun eserlerinde derin bir bilgi veya eserlerin kalıcılığını sağlayacak bir sanat üstünlüğünü aramak boşunadır. Yazdıklarının yaşamasını değilse bile Türkiye’de, okuyan bir halk zümresinin oluşmasını sağlayan Mithat Efendi, görevini yerine getirmiştir.
Teknik açıdan kusurlu eserlerin okuyucu bulması, onları yazarken yazarın kullandığı, halka hoş gelen sade bir dilin, halkta merak uyandıracak unsurlarla birleşmiş olmasındandır. Yer yer bir ev dili, mahalle dili ve bu dillere ait halk deyimleri, eserlerine ayrı bir tat verir.
Tarih, coğrafya, felsefe, biyoloji, fizik gibi birçok dilde eser veren yazarın en çok sevdiği tür, hikaye ve romandır. Bu alanda onun 82 eseri vardır.
Letaif-i Rivayat adlı 24 kitaplık bir hikaye dizisi vardır. Bunların kimileri Batı’daki eserlerden adapte edilmiştir. Bu eserlerde abartılı bir Romantizm görülür. Olması mümkün gözükmeyen olayların hikaye edildiği bu eserler sürükleyiciliği yönüyle kendini okutmuştur. En ünlü romanları, Hasan Mellah, Hüseyin Fellah, Dünyaya İkinci Geliş, Felatun Bey’le Rakım Efendi, Dürdane Hanım v.s. ’dir.
Ahmet Mithat Efendi bazı tiyatro denemeleri de yapmışsa da bu alanda pek başarılı olamamıştır.

Nabizade NAZIM
Tanzimat edebiyatının Servet-i Fünun’a döneceği dönemde yetişen ve arada bir yeni anlayışla şiirler de söyleyen Nabizade Nazım, bu geçiş dönemi yazarları içinde realist hikaye yazmaya özen gösteren bir romancıdır.
Edebiyatımızda ilk köy ve köylü gerçeklerini anlatan Karabibik adlı eseri vardır. Romandan çok uzun hikaye özelliği gösteren bu eserin diğer bir önemi, yazarın, hikayenin önsözünde de belirttiği gibi Emile Zola, Alphonse Daudet gibi yazmaya özenmesidir. Ayrıca yazar köylüleri, seçtiği çevrenin diliyle konuşturmuştur.
Yazarın ikinci önemli eseri Zehra adlı romanıdır. Romanda psikolojik tahlillere özellikle yer verildiği görülür.

Ahmet Vefik PAŞA
Türk tiyatrosunun oluşmasında çok büyük katkıları olan yazar, özellikle Moliere’den yaptığı çevirilerle tanınır. Çevirilerinde halk diline, yerli ağızlara yer vermiş ve sahnelenen eserlerin halk tarafından sevilmesini sağlamıştır.
Yazarın en önemli hizmetlerinden biri de Bursa’da kendi adıyla tiyatro açarak, tiyatroyu Anadolu’ya yaymasıdır.
Moliere’den on altı eser çeviren yazarın Zor Nikah, Zoraki Tabip adlı çevirileri çok sevilmiştir.

Şemseddin SAMİ
Tanzimat edebiyatının dil alanında önemli eserler veren sanatçısıdır. Özellikle Fransızcadan Türkçeye, Türkçeden Fransızcaya çevirdiği önemli sözlükleri vardır.
Birçok dili çok rahat konuşan yazarın dilimize kazandırdığı en önemli eseri ise Kamus-ı Türki adlı sözlüktür.
Türk dilinin sadeleşmesi yolunda önemli gayretleri olan yazarın, dilin nasıl sadeleştirilebileceği hakkındaki fikirleri kendinden sonrakilerce örnek alınmıştır.
Avrupalı Türkologların çalışmalarıyla yakından ilgilenen yazar Orhun Abideleri’ni ve Kutadgu Bilig’i Türkiye Türkçesine ilk çeviren kişi olmuştur.
Bunların dışında teknik olarak çok da başarılı sayılmayan ilk Türk romanı onun, Taaşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı eseridir. Yazarın ayrıca tiyatro alanında da eserleri vardır.

Şimdi Tanzimat edebiyatının genel özelliklerini maddeler halinde belirleyelim.
O güne dek şiire girmeyen eşitlik, özgürlük adalet fikirleri, şiirin temel konusu olmuştur.
Şiirde biçim değişikliğine pek gidilmemiş, aruz ölçüsü, nazım şekilleri, beyit nazım birimi kullanılmıştır. Ancak II. dönem Tanzimatçılarda az da olsa değişmeler vardır.
Dilde sadeleşme istenmiş ancak yeterince başarılamamıştır.
O güne dek edebiyatımızda görülmeyen, roman, hikaye, makale gibi nesir türleri kullanılmıştır.
I. dönemde toplum için sanat; II. dönemde sanat için sanat görüşü hakimdir.
I. dönemdekiler daha çok Romantizm’in, II. dönemdekiler Realizm’in tesiri altındadır.
Tiyatro türü özel bir önem kazanmış, tiyatro bir eğitim yuvası olarak görülmüştür.
Tanzimatçıların çoğu devlet adamıdır. Bu yüzden siyasetle sürekli iç içe bulunmuşlardır. Bu da onların edebi özelliklerini etkilemiştir.
Batı edebiyatına, özellikle Fransız edebiyatına büyük ilgi gösterilmiş, birçok Fransızca eser Türkçeye çevrilmiştir.

B - SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATI
Bu edebiyat Recaizade Mahmut Ekrem’in yol göstermesiyle, Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan gençler tarafından yürütülen bir harekettir. 1895 yılında Tevfik Fikret’in bu derginin yazı işleri müdürlüğüne getirilmesiyle başlar.
Bir diğer adı da Edebiyat-ı Cedide olan bu dönemin ana karakteri çağdaş Fransız edebiyatına benzer eserler vermektir. Örnek edindikleri Fransız sanatkarları ise Realist ve Naturalistlerdir. Aynı grubun şiirde yaptığı yenilikler Parnas ve Sembolist şairlerden izler taşır.
Servet-i Fünuncular kendilerinden öncekileri Avrupa’yı yeterince takip etmemekle, ilkel ve yetersiz olmakla suçlamışlardır. Divan edebiyatını çoğu kez bilmedikleri için, küçük görüyorlardı.
Servet-i Fünuncuların diğer önemli özellikleri ise çok az bir topluluğa seslenebilmeleridir. Gerek dil anlayışları, gerekse sanata bakışları onların bir salon edebiyatı oluşturmalarına neden olmuştur.
Bu dönemdeki edebiyat türlerini şu şekilde inceleyebiliriz:

ŞİİR
Bu dönemin şiir anlayışı Tanzimatçılardan bir hayli farklıdır. Özellikle Parnasizmin etkisiyle şiirde biçim mükemmelliğine büyük değer vermişler, sanat için sanat görüşüyle, şiiri ideolojik bir anlatım yolu olmaktan çıkarmışlardır. İlk kez, Batıdan alınan sone, terzarima gibi nazım biçimlerini kullanmışlardır.
Aruzu şiirin vazgeçilmez bir ahenk unsuru olarak görmüşler, çoğu kez bu vezni Divan şairlerinden daha iyi kullanmışlar, onu Türkçeye kolaylıkla uygulamışlardır.
Aruzu bir musiki kaynağı olarak gören Servet-i Fünuncular, özellikle serbest müstezat nazım şeklini geliştirmişlerdir.
Şiirde kişisel konuların yanında doğa betimlemelerine büyük yer verilmiş, sosyal konulardan uzak durulmuştur.

ROMAN VE HİKAYE
Servet-i Fünun’un en başarılı olduğu türlerden biri romandır. Batılı romanın kötü bir taklidi olan Tanzimat romanı, bu dönemin romanları yanında sönük kalır.
Realizmin etkisi altındaki Servet-i Fünun romanında konular hep İstanbul’da geçer. Bunda, sanatçıların yaşadıkları çevreyi esere yansıtmasının yani eserlerini belli gözlemler sonucunda yazmalarının büyük etkisi vardır. Ancak eserde yabancı sözcük ve tamlamalarla yüklü bir dil kullanmaları, eserlerin geniş halk topluluklarınca okunmasına engel olmuştur.
Hikaye alanında da önemli eserler verilmiştir. Anadolu’nun değişik yörelerinin de konu olduğu bu hikayelerde dil daha sadedir.

TİYATRO
Servet-i Fünuncuların hemen hiç başarılı bir eser vermedikleri tür tiyatrodur. Gerek dil anlayışları, gerek istedikleri sanatın icra edilebileceği bir tiyatro göremeyişleri onları bu dalda eser vermekten uzak tutmuştur.
• • •
Servet-i Fünunda gelişmiş bir diğer tür ise eleştiridir. Özellikle Hüseyin Cahit siyasi yazılarıyla şimşekleri üzerine çekmiş hatta Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” adlı makalesiyle Servet-i Fünun dergisinin kapanmasına ve Servet-i Fünun edebiyatının bitmesine neden olmuştur.
Şimdi Servet-i Fünun sanatçılarını görelim.

Tevfik FİKRET
Servet-i Fünun döneminin en güçlü şairidir. Parnasizmin etkisiyle yazdığı şiirlerinde kusursuz bir biçim görülür. Şiirlerinde ölçü, şekil, kafiye gibi ses unsurlarıyla oluşturulmuş bir musıki sezilir. İşlediği konuyu sözcüklerinin sesiyle hissettirir gibi yazar. Aruza öylesine hakimdir ki konuşur gibi yazdığı şiirlerinde kusursuz bir ölçü görülür. Şiiri düzyazıya yaklaştırmış, birkaç dize süren cümlelerden oluşan şiirler yazmıştır.
Servet-i Funun döneminde yazdığı şiirleri kişisel ve sanatlıdır. Bu dönemden sonraki şiirlerinde ise aşırı toplumcu bir şiir anlayışına dönmüştür.
Rübab-ı Şikeste adlı şiir kitabındaki şiirler Servet-i Fünun dergisindeyken yazdığı sanat için sanat görüşlü şiirlerdir. Önceki şiirlerinde Recaizade’nin, Abdülhak Hamit’in tesiri sezilen Fikret’in zamanla kendi üslubunu oluşturduğu görülür.
Haluk’un Defteri adlı kitabında ise oğlu Haluk’un kişiliğinde, istediği neslin özelliklerini, onlara verdiği öğütleri anlatmıştır. Buradaki şiirler sanat için sanat prensibinden toplum için sanata doğru yol aldığını gösterir.
Şiirleri sosyal de olsa Fikret, biçimdeki özeni, mükemmelliği kaybetmemiştir.
Rübabın Cevabı adlı şiir kitabı Fikret’in toplumcu ve vatancı şairliğinin olgun ve güçlü bir örneğidir. Vatanın kötü yöneticiler elinden çektiği sıkıntıları eleştirici bir üslupla anlattığı bu şiirlerde şairin bu durum karşısında umudunu yitirmediği görülür.
Şairin hayatının sonlarında yazdığı Şermin adlı şiir kitabı ise, hece ölçüsüyle söylenen şiirlerden oluşur. Bu şiirler çocuklar için söylenmiştir.

Cenap ŞEHABETTİN
Dönemin diğer büyük şairidir. Aslında doktor olan ve Fransa’ya da tıp ihtisası için giden şair, orada Fransız edebiyatıyla yakından ilgilenmiştir.
Şiirlerinde hem Parnasizmin hem Sembolizmin etkisi görülür. Sembolizmin musikisi, sözcüklerin ahengine verdiği değer onda da görülür. Parnasizmin ise doğa betimlemeleri, sözcüklerle tablo çizme sanatı yine onun şiirlerinde hissedilir. Elhan-ı Şita adlı, kış manzaralarını anlattığı şiirinde sözcükler okuyucuda karın yağışını hissettirir.
Serbest müstezat tarzını ilk ve en iyi kullanan Cenap’tır. Bazen de sone şeklinde yazdığı şiirlerinde çok cesur mecazlarıyla, eski dil kurallarını, söyleyiş mantığını hiçe sayan, tamamıyla Batılı bir söyleyişle yazmasıyla şiddetli eleştirilere uğramıştır.
En sıradan konuları şiir haline getirmek için, Servet-i Fünun diline yeni sözcükler katmış, Arap ve Fars sözlüklerinden yeni sözcükler seçmiş, ayrıca Fransızca sözcükleri de şiirlerinde kullanmıştır. Şiirlerinde geçen “saat-i semenfam”(yasemin renkli saatler) benzetmesi döneminde birçok tartışmalara neden olmuştur.
Şiirde güzellikten başka gaye aramadığını, güzel sanatlarda fayda aranmayacağını söyleyen şairin nesir alanında da önemli eserleri vardır. Nesir dili şiir dilinden daha sade olan sanatçı yazılarını nüktelerle, zarif bir dille, zengin bilgisiyle etkili hale getirmiştir.
Şiirlerini Evrak-ı Leyal adı altında toplayacağını söylemesine rağmen bunu sağlığında yapamamıştır.
Nesir alanındaki eserleri ise, Hac Yolunda, Avrupa Mektupları, Suriye Mektupları adlı seyahat yazıları, Evrak-ı Eyyam adlı değişik yazılardan oluşan eseri vardır. Ayrıca tiyatro denemeleri de yapan şairin bu türde pek başarılı olduğu söylenemez.
Cenap ayrıca beğendiği vecizeleri Tiryaki Sözler adı altında kitaplaştırarak bu alanda değerli bir derleme kitabı bırakmıştır.

Halit Ziya UŞAKLIGİL
Dönemin hikaye ve roman temsilcisidir. Eserleriyle sadece kendi döneminin değil sonraki nesillerin de örnek aldığı yazar, Türk romanına tamamen Batılı bir hava vermiştir. Kompozisyon açısından Türk edebiyatının en başarılı eserlerini veren yazar Batı’daki örneklerinden hiç de aşağı değildir.
Halit Ziya’nın dili oldukça ağırdır. Süslü, tamlamalarla dolu bu dilde sözle anlam arasında sıkı bir bağ kurulmuştur. Türk dilinin sadeleştiği dönemde yazar kendi eserlerini sadeleştirmiştir.
Halit Ziya’nın, Realist, Natüralist anlayışla yazdığı romanlarında kahramanlarını çevresinden seçtiği sezilir. Hatta bunların bir gözlem sonucunda oluşturulduğu görülür.
Hikayelerini romanlarına göre daha sade bir dille yazmıştır. Onları çoğu kez bir okuyuşta bitirilecek biçimde oluşturmuştur. Romanlarının konusunu hep İstanbul’dan seçen yazar, hikayelerinde Anadolu’yu da işlemiştir.
Yazarın ilk kitabı Sefile adını taşır. Hizmet gazetesinde yayınlanan bu eser kitap haline getirilmemiştir.
Halit Ziya’nın en başarılı romanları Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar Servet-i Fünun’da yayınlanmıştır.
Mai ve Siyah adlı romanında Ahmet Cemil adlı kahraman, sanat hayalleriyle yaşar fakat içinde bulunduğu çevrenin, özellikle Babıali’nin kırıcı olayları arasında tüm hayalleri yıkılır. Yazarın romanda Ahmet Cemil’e söylettiği sözler aslında Servet-i Fünun’un edebi anlayışıdır.
Sanatçının başyapıtı sayılan Aşk-ı Memnu romanı ise Boğaziçi yalılarındaki hayattan alınmıştır. Eserde alafranga yaşayışa özenen Bihter Hanım’ın kendinden yaşça büyük olan Adnan Bey’le evlenmesi, ancak Adnan Bey’in yeğeni olan Behlül adlı gençle birbirlerine aşık olmaları anlatılır. Züppe bir genç olan Behlül, Bihter Hanım’ı sonunda kandırır; ancak Adnan Bey’in kızı Nihal durumu fark ederek babasına bildirir. Adnan Bey’in durumu öğrendiğini anlayan Bihter kendini öldürür.
Eser ruh tahlilleri yönüyle oldukça gerçekçidir. Kahramanlar her yönüyle tanıtılmıştır. Diğerlerine göre daha sade bir dille yazılan Kırık Hayatlar romanında da yine bir aile dramı anlatılır.
Halit Ziya’nın büyük hikayeleri ise Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Bu muydu adlarını taşır.
Halit Ziya’nın diğer önemli eseri hayatının kırk yılını anlattığı ve adını da Kırk Yıl koyduğu anı eseridir. Bundan sonraki anılarını ise Saray ve Ötesi adlı eserde toplamıştır.

Mehmet RAUF
Servet-i Fünun’un ikinci büyük romancısıdır. Uzun süre Halit Ziya’nın etkisinde kalan yazarın dili daha sadedir. Tıpkı Halit Ziya gibi mensur şiirler, hikayeler, ruh tahlillerine önem verdiği romanlar yazmıştır. Onun hikaye ve romanlarında kendi hayatından önemli akisler vardır.
Yazarın en önemli eseri Eylül’dür. Basit bir aşk olayı etrafında dönen eserde aşkın güzelliği dile getirilir. Suat Hanım Kocası Süreyya’yı çok sever. Ancak kocası tarafından çoğu kez yalnız bırakılan kadınla, kocasının arkadaşı Necip arasında gizli bir aşk sürer gider. Eserin sonunda Suat Hanım ile Necip bir yangında yanarak ölürler.
Dil örgüsü bakımından zayıf olan eser, psikolojik tahlillerdeki derinliğiyle ilk psikolojik roman sayılmıştır.
Yazarın ayrıca Siyah İnciler adlı mensur şiir kitabı Genç Kız Kalbi, Ferda-yı Garam, Karanfil ve Yasemin adlı romanları vardır.
Bunlar dışında Cidal, Pençe, Yağmurdan Doluya adlı tiyatro eserleri de vardır.

Şimdi de Servet-i Fünun Edebiyatının özelliklerini maddeler halinde görelim:
Şiirde amacın güzellik olduğu, şiirin fikirleri yaymakta bir araç olarak kullanılamayacağı savunulmuştur; yani sanatın sanat için olduğu fikri hakimdir.
İlk kez, Batı’dan alınan sone, terzarima gibi nazım şekilleri kullanılmış, ayrıca serbest müstezat şekli geliştirilmiştir.
Tanzimatta görülen dilde sadeleşmeye yönelme tamamen terk edilmiş, aksine yeni duygu ve hayalleri karşılamak için Arapça ve Farsçadan yeni sözcükler alınmıştır.
Tanzimatçıların halk şiirine gösterdikleri ilgi tamamen unutulmuş, hatta halk şiirinin basitliğiyle alay edilmiştir.
Şiirde Parnasizm ve Sembolizm akımlarının tesiriyle, toplumsal konular terk edilmiş, kişisel, hatta çoğu zaman marazi duygular ele alınmıştır.
Nesir türlerinde büyük gelişmeler görülmüş, roman ve hikaye Batı tekniği seviyesine çıkarılmıştır.
Tiyatro ihmal edilmiş, birkaç deneme eserle geçiştirilmiştir.
Romanlarda Realizm akımının etkisi görülür. Romanların konuları hep İstanbul’da geçer, ancak birkaç hikayede Anadolu konu edilmiştir.

C - FECR-İ ATİ EDEBİYATI
Servet-i Fünun dergisi 1901 yılında kapatılınca, bu dergi etrafında toplanan şair ve yazarlar artık bir araya gelme imkanına sahip olamamışlardı. Hatta basına uygulanan sansür yüzünden sanatçılar şiirlerini bile rahatça yayınlayamamışlardı.
1908 yılına kadar süren, edebiyatın bu fetret devri bu tarihte meşrutiyetin ilan edilmesiyle sona ermiştir. Edebiyat aşığı gençler bir araya gelip edebi bir toplantı gerçekleştirmişlerdir. Bu gençler arasında Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Refik Halit, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi vardı.
Fecr-i Ati, gerçekte bir edebi akım ya da edebi topluluk değildir. Bu hareket yukarıda adı geçen edebiyata hevesli gençlerin yaptığı birkaç toplantıyla sınırlı kalmıştır. Ancak gençlerin yetenekli olması, edebiyat dünyasının böyle bir toplantıdan haberdar olmasını sağlamıştır.
Fecr-i Ati, edebiyatımızda beyanname yayınlayan ilk topluluktur. Bu beyannamede gençlerin o günün edebiyat dünyasına bakışını, edebi alanda yapmak istediklerini görüyoruz. Bunlara göre kendilerinden öncekiler yeterince Batılı değillerdi. Öncekiler için edebiyat boş vakitleri değerlendiren güzel bir arkadaştı.

Fecr-i Aticiler yapmak istediklerini de şöyle maddeleştirdiler:
Batıyı günü gününe takip etmek, edebi çalışmalarına Batıdaki gelişmeler ışığında yön vermek.
Genç sanatçıların yetişmelerini sağlamak için zengin bir kütüphane kurmak.
Batıdaki birçok eseri Türkçeye kazandırmak için dil komisyonu oluşturmak.
Edebiyat ve fikir konularında konferanslar vererek halkı eğitmek.
Yüksek ideallerle biraraya gelen gençler Fecr-i Ati’yi 1909'da kurdu. Ancak daha ilk ayda 31 Mart olayı yüzünden dağıldı ve bir daha bir araya gelemedi.
Fecr-i Aticiler kendilerinin ne kadar Servet-i Fünun’dan farklı olduğunu iddia etseler de onların devamı olmaktan kurtulamamışlardır. Ortaya koydukları ürünlerin Servet-i Fünun’dan hiç farkı yoktur. Grubun dağılmasından sonra Fecr-i Ati’nin anlayışını sadece Ahmet Haşim sürdürmüştür. Belki Haşim de olmasa bu grubun adı pek duyulmazdı. Yakup Kadri, Refik Halit, Hamdullah Suphi daha sonra Milli Edebiyata geçmişlerdir.

Ahmet HAŞİM
Fecr-i Ati’nin, daha doğrusu Servet-i Fünun’un, anlayışına yakın şiir anlayışını, döneminde Milli Edebiyatın çok revaçta olmasına rağmen hiç değiştirmemiştir. Ne şiir ne dil anlayışında bir sapma vardır. Ancak dilde sadeleşme fikrini, nesirlerinde kullandığı sade dilde görürüz. Hatta bu dil bazen Milli Edebiyatçıların dilinden bile sadedir.
Haşim, şiir görüşlerini şu şekilde açıklar: “Şair ne bir hakikat habercisi ne bir belagatlı insan, ne de bir kanun koyucudur. Şairin lisanı nesir gibi anlaşılmak için değil, duyulmak için vücuda getirilmiş, musıki ile söz arasında sözden ziyade musıkiye yakın bir dildir. ... Şiir nesre çevrilemeyen nazımdır. Şiir hikaye değil sessiz bir şarkıdır.”
Görüldüğü gibi Haşim, şiirde anlamın değil söyleyişin önemli olduğunu söylemiş ve şiirlerini bir ses güzelliği oluşturmak için yazmıştır.
Şiirde serbest müstezatı kullanmış, aruzu ahengin kaynağı görmüş, heceyi hiç kullanmamıştır. Konu olarak ise daha çok sembolist sanatçıların şiirlerinde görülen konuları işlemiştir.
Haşim’in şiirleri tam bir sembolist şiir sayılmazsa da söyleyiş olarak, anlatım olarak onu çağrıştırır. En azından Haşim’in şiirinde sembol kullanımı yoktur. Fakat gerçekten kaçış, hayale, akşam vakitlerine, yalnızlığa, bezginliğe sığınış onu Sembolizm’e yaklaştırır.
O her şeyi “hayal havuzunun sularında seyretmiş ve onları renkli bir akis olarak” görmüştür. Şiirde musıkiye değer vermesi de onu Sembolizm’e yaklaştırır. Kelimelerde musıki araması, sanatçıyı sözcük seçiminde titizliğe götürür. Beğendiği sözcüklerin yabancı olup olmamasını düşünmeden onları şiirlerde kullandı.
Haşim’in, nesneleri değil nesnelerin kendinde bıraktığı izlenimleri anlatması, renklere değer vermesi onu biraz da Empresyonistlere yaklaştırır.
Dilinin yabancı sözcük ve tamlamalarla yüklü olması, Haşim’in o güzel şiirlerinin günümüzde anlaşılamamasına neden olmuştur.
Haşim’in ilk şiir kitabı Göl Saatleri’dir. Diğer kitap ise Piyale adını taşır.
Nesir alanında Haşim gerçekten anlaşılmak için yazar. Dili sade, söyleyişi konuşma havasındadır. Edebiyatımızdaki en güzel seyahatnamelerden birini, Frankfurt Seyahatnamesi’ni ortaya koyan şairin ayrıca, değişik deneme, sohbet ve diğer nesirlerini bir araya getirdiği Gurabahane-i Laklakan, Bize Göre adlı eserleri vardır.

BU DÖNEMDEKİ BAĞIMSIZ SANATÇILAR
Servet-i Fünuncularla aynı çağda yaşamak ve eser vermekle beraber herhangi bir edebi topluluğa girmeyen, kendi düşünceleri doğrultusunda eser veren sanatçılar da vardır. Şimdi bunları inceleyelim.

Hüseyin Rahmi GÜRPINAR
Ahmet Mithat geleneğini sürdürerek, halkta okuma sevgisini uyandırmak için eser vermiştir. Servet-i Fünuncularla çağdaş olmakla birlikte ne onlarla ne de bir başka toplulukla ilgisi olmamış, kendine özgü bir anlayış sürdürmüştür. Roman ve hikayeci olarak tanınan yazarın hemen bütün romanlarında konu İstanbul’da geçer.
Türk toplumunun bütün katmanlarını çoğu zaman gülünç yanlarıyla, hatta abartılı bir şekilde anlatmıştır. Toplumun pek mantıklı olmayan adet ve geleneklerini romanlarına yansıtmış, bunlara kimi zaman alaylı, kimi zaman ibretli, kimi zaman da küçük düşürücü açılardan bakmıştır.
Romanları teknik yönden çağdaşlarından, özellikle Halit Ziya’dan oldukça geridir. Romanlarının çoğunu çalakalem yazmış, yazdıkları üzerinde pek düşünmemiştir. Aslında romanlarının çoğunda asıl olay da yoktur. Daha çok karşılıklı konuşmalarla ve özellikle İstanbul’un kenar mahallelerinden seçtiği cahil insanların mahalle ağzı konuşmalarıyla güldürü unsuru sağlamaya çalışmıştır.
Romanda olayların akışını kesip kendine göre bilgiler vermesi, açıklamalarda bulunması roman tekniğine uymaz. Yazar bazen önemli edebi tartışmaları, ya da felsefi konuları, eserde geçen cahil insanlara tartıştırır. Bunu, halkı bilgilendirmek için yaptığını söylese de bu, romanın inandırıcılığını zedeler.
Romanlarında günlük hayattan oldukça faydalanan yazar, tam bir gözlemcidir. Çevresini, sokağını, insanları ayrıntılı bir gözle incelemiş, bunu eserinde de göstermiştir.
İlk romanlarında daha çok Romantizm’in etkisi görülen yazarın asıl temsil ettiği akım Realist-Naturalist akımlardır. Kendisi de makalelerinde bu akımları savunmuştur. Zaten en önemli romanları bu akımların ışığı altında yazılanlardır.
Kahramanların konuşmalarında oldukça sade bir dil kullanan yazar, bilgi verdiği yani kendinin konuştuğu yerlerde biraz ağır bir dil kullanmıştır. Eserlerini yazmadan önce mutlaka gözlemlerinden oluşan notlar tuttuğunu söyleyen yazarın Meddah, Ortaoyunu, Karagöz gibi Halk tiyatrosu ürünlerinden yararlandığını söyleyebiliriz.
Türk edebiyatının en çok roman veren yazarlarından biri olan sanatçının ilk romanı Şık’tır.
Romanda Şatırzade Şöhret Bey adında saf, alafrangalığa özenen birinin hayatı anlatılır. Yolsuz bir kadının ardına düşen bu adam bütün malını mülkünü satar. Perişan bir duruma düşer.
Mürebbiye romanında ise yazar, o günlerde moda olan Fransız mürebbiyelerinin eleştirisini yapar. Dehri Bey adlı kahraman Anjel isimli bir mürebbiyeyi çocuklarını eğitmesi için eve alır.
Yolsuz biri olan mürebbiye evde dört kişiyi birden yoldan çıkarır ve sonunda Dehri Bey’le yakalanır.
Yazar Mürebbiye romanındaki konuyu Metres romanında da işlemiştir.
Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç adlı romanda ise o günlerde sözü edilen Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarpabileceği fikri işlenir. Bu haberin İstanbul’un kenar mahallelerinde nasıl yankı uyandırdığı anlatılır.
Bunların dışında Gulyabani, Cadı, Şıpsevdi, Hakka Sığındık, İffet, Kesik Baş, Tesadüf gibi romanları da vardır.
Yazarın, çoğu günlük hayattan seçilmiş birçok hikayesi vardır. Bunların çoğu Kadınlar Vaizi adıyla bir araya toplanmıştır.
Hüseyin Rahmi ayrıca tiyatro alanında da eser vermiştir. Bunlar başarılı eserler değildir.

Mehmet Akif ERSOY
Dönemindeki sanatçılar arasında İslâmı anlatmayı gaye edinen, halkın İslamdan uzaklaştıkça ne kötü durumlara geldiğini manzum hikayelerle ortaya koyan realist bir şairdir. Yaşadığı dönemde üç fikir vardı: Osmanlıcılık, İslâmcılık, Milliyetçilik.
Osmanlıcılık fikrini daha çok Namık Kemal savunmuştur. Ancak Hristiyan azınlığın yavaş yavaş devletten ayrılmaları, bu fikrin yaşayamayacağını göstermişti.
İslamcılık fikri ise aynı dini paylaşan Türk, Arap, Fars, Kürt bütün milletleri birbirine bağlayacak sağlam bir bağdı. Ancak İslam, yıllardan beri yozlaştırılmıştı. Eğer üzerindeki küller üfürülürse altından kıpkırmızı kor ortaya çıkacaktı. İşte Akif bu külleri üflemek istemiştir.
Bir şair olarak Akif Türk şiir sanatına ilerlemeler kaydetmiştir. Çağdaşı Fikret’le, düşünceleri tamamen karşıt olmasına rağmen biçimsel yönden aralarında müthiş bir benzerlik vardır. Akif’in şiirlerinde de dize bütünlüğü kırılmış, nazım nesre yaklaştırılmış ve şiir birkaç dizeden oluşan cümleler halinde yazılmıştır. Hatta bazen bir dizede karşılıklı konuşma şeklinde birkaç cümle bile kullanılmıştır. Ancak bu, şiirdeki ölçüyü yani aruzu hiç etkilememiş, Akif aruzu Türkçeye mükemmel bir biçimde uygulamıştır.
Akif aslında Türk edebiyatında manzum hikaye türüne çığır açtıran bir şairdir. Realist bir biçimde anlattığı olaylar, karşımıza getirdiği canlı tablolar gerçekte yaşanan acı gerçeklerdir.
Şiirlerinde oldukça sade bir dil kullanan sanatçı hatta bazen halkın kullandığı argo sözcüklere bile yer vermekten çekinmemiştir.
Şiirlerinin çoğu bir sosyal çevreyi aktarır: Örneğin Küfe şiirinde okumayı çok isteyen ancak babası ölünce ailesine bakmak zorunda kalan bir çocuğun dramı anlatılır.
Mahalle Kahvesi’nde zamanını kahve köşelerinde pinekleyerek geçiren kişiler eleştirilir.
İstibdat şiirinde haksız yere hapse götürülen bir adamın karısının fakirlikten düştüğü durumlar anlatılır.
Köse İmam’da şeriatın emrini yanlış anlayarak karısını boşamak isteyen zalim ve cahil bir erkeği anlatır.
Seyfi Baba’da eski ve ışıksız İstanbul sokaklarından geçip, hasta ve fakir bir ihtiyarın evine giden şairin gözlemleri anlatılır.
Bunlar dışında Akif’in, İslâm’ın şeref tablolarını, hak ve hukuka verdiği değeri gösteren şiirleri de vardır.
Akif, şiirlerinde, görmek istediği ideal genci Asım’ın kişiliğinde canlandırmış ve ona nasihat etmiştir. Bu bir bakıma Fikret’in Haluk’unun karşısına çıkarılmış bir genç olarak düşünülebilir.
Akif’in şiirinde görülen bir diğer özellik sanatı sanat için değil, halk için yapmasıdır. Bu yönüyle o realist olmaktan çok Naturalistlere yaklaşır. Çünkü gerçeği olduğu gibi, çirkinliğiyle, iğrençliğiyle aktarır. “Önce siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.” diyerek naturalistlerin romanda yaptığını, Akif şiirde yapmıştır.
Onun şiiri her şeyiyle yerlidir. Batıyı taklit etmek, onlara benzer eser ortaya koymak gibi bir amacı olmamıştır.
Şiirlerini Safahat adlı kitapta toplamış, ancak bu kitaba milletine hediye ettiği İstiklal Marşı’nı almamıştır.
Mehmet Akif nesir türünde de eser vermiştir. Hatıralar adlı eserinde Berlin’de ve Mısır’da geçirdiği günlerle ilgili notları vardır.

Yahya Kemal BEYATLI
Yahya Kemal, modern şiir dilinin yolunu açanların başında gelir. Şiirimize Batılı anlayışla ilk çekidüzen veren odur. Günlük yaşantının dışına çıkar, tarihimizin kahramanlıklarına, duygunun sonsuzluklarına uzanır. Divan şiirimizle yeni şiir arasındaki köprüyü tek başına kurar. Tanzimattan beri yıkılmaya hatta unutturulmaya çalışılan Divan şiiri, onunla yeniden keşfedilir. Gazel, Rübai, Şarkı onunla yeniden canlanır. Türk aruzuna son ve en güzel şeklini veren Yahya Kemal’dir.
Şiirde söyleyişe büyük değer veren ve asıl olanın anlam değil anlatım olduğunu savunan Yahya Kemal şiiri sessiz bir musıkiye benzetir. Şiirde biçim mükemmelliğine büyük değer verir. Kelimeler üzerinde titizlikle durur. Söylemek istediğini anlatacak sözcüğü buluncaya kadar uğraşır; yakın anlamlarıyla yetinmez.
Tanzimatçıları nutukçu olmakla, Servet-i Fünuncuları ise bireysel bir taklitçilikle suçlayan Yahya Kemal, şiirde iki unsurun önemli olduğunu vurgulamıştır. Bunlardan biri İstanbul Türkçesinin kullanılması, diğeri ise şiirde ritm sağlanmasıdır.
Yahya Kemal, Batı’yı olduğu gibi taklit etmeye karşı çıkmış, Batı’nın bilinmesi gerektiğini ancak öğrenilenleri milletimizin, dilimizin özelliklerini göz önüne alarak uygulamak gerektiğini savunmuştur.
Yahya Kemal, İstanbul’u dünyanın en güzel şehri, Boğaz’ı İstanbul’un en güzel yeri sayar. Bu güzelliği vücuda getiren birinci unsur şaire göre güneş, diğeri deniz dir. Üçüncü neden de Yahya Kemal’in musıkimize olan bağlılığı ve derin hayranlığıdır. O musıkimizi Türk mimarisi ile birlikte, milletimizin meydana getirmiş olduğu en övünülecek şeylerden biri sayar.
Yahya Kemal Parnasizm akımının şiirde biçim kusursuzluğuna verdiği değerden etkilenmiştir. Ancak onu parnasyen saymak, kendinin de kabul etmediği bir özelliktir. Belki etkilenmiş demekle yetinilmelidir.
Şiirlerinde Divan Edebiyatı’nın gül, bülbül, aşk, şarap mazmunlarını kullanmış, ancak şiiri günümüz Türkçesiyle yazmıştır. Nedim’den sonra ikinci İstanbul aşığı ve şarkı ustası sayılmıştır. Sağlığında herhangi bir şiir kitabı yayınlamamış, şiirleri dilden dile yayılmıştır.
Ölümünden sonra kurulan Yahya Kemal Beyatlı Enstitüsü, dördü şiir kitabı olmak üzere 13 eserini yayınlamıştır. Bunlar Kendi Gök Kubbemiz, Rübailer, Eski Şiirin Rüzgarıyla, Bitmemiş Şiirler...
En az şiirleri kadar önemli nesir yazıları da vardır. Bunların büyük kısmı fikir yazıları, sohbetler, anılardır. Bunlardan en önemlileri Aziz İstanbul, Eğil Dağlar, Siyasi ve Edebi Hatıralar’dır.

Ahmet RASİM
Türk basınının en sürekli yazan gazetecilerindendir. Yazılarındaki güç, her sınıf halkın yaşayışını, inançlarını, gelenek ve göreneklerini çok iyi bilip, tasvir ettiği kişileri, şiveleri, argoları, kılık kıyafet ve tüm incelikleriyle yansıtmasındandır. İstanbul folklörüne ait bilgisi çok geniş, dış gözlemi çok güçlüdür. İstanbul’u anlatır, İstanbul’u yaşar.
Onun yazılarında tüm İstanbul, mesireleri, kahveleri, çarşıları, semtleri, patlıcan kızartırken ahşap evini tutuşturup koca bir yangına sebep olan kocakarıdan tutun da Yahudiye, seyyar satıcıya kadar binlerce İstanbullu olanca canlılığı ile yaşar.
Ahmet Mithat Efendi ile başlayıp Hüseyin Rahmi ile yürüyen halkçı edebiyat anlayışına Ahmet Rasim bir gazeteci, bir halk yazarı olarak katılır. En çok makale, fıkra, gezi, anı türünde eserler vermiştir. Bunun yanında hikaye ve roman türünde eserleri de vardır.
İlk Sevgi, Mektep Arkadaşım, Askeroğlu, Hamamcı Ülfet gibi hikaye ve romanlarından başka Falaka isimli çocukluk hatıraları kitabı Osmanlı Tarihi adlı ders kitabı, Gülüp Ağladıklarım, Muharrir Bu Ya, Şehir Mektupları adlı değişik türde eserleri vardır.

Rıza Tevfik BÖLÜKBAŞI
Türk edebiyatında genç nesillerin Doğu edebiyatı, Batı edebiyatı taraftarı olarak ikiye bölündüğü bir sırada yetişmiştir. Daha çok Batı edebiyatına sempati duyarak Servet-i Fünuncularla çok yakın dostluklar kurmasına rağmen hiçbir tarafa katılmamış, yalnız kendi zevk ve karakterinin yolundan yürümüştür. Gelibolu’da oturduğu için İstanbul’daki edebi hareketlerden tamamen habersiz bulunuyordu. Bunun için onun şiirdeki ilk rehberleri, bu taşra şehrinde sık sık karşılaştığı saz ve tekke şairleri oldu.
Saz ve Tekke şairlerinin etkileri, o İstanbul’a geldikten sonra bile devam etti. Bu etki daha çok nazım şekli, vezin ve üsluba ait olarak göze çarpar. Bu anlayıştaki şairin tartışmalarda elbette heceyi ve halk dilini savunması doğaldır.
Şiirlerinin konusu daha çok aşk, tabiat, nostalji, çocukluk hatıralarıdır. Bu şiirlerdeki başarıyı sağlayan en önemli nokta duyguların ifadesindeki samimiyettir. Buna konuşma dil ve üslubuna gösterdiği özeni de eklemek gerekir. Yunusvari söyleyiş şiirlerinin dilde kolay kalmasını sağlamıştır.Çok geniş bir ansiklopedik bilgiye sahip olduğundan “Feylesof” ünvanını alan şairin Serab-ı Ömrüm adlı şiir kitabı vardır.


D - MİLLİ EDEBİYAT


Türk edebiyatında Türk milliyetçiliği düşüncesi Tanzimat döneminde başlamıştır. Bu dönemde özellikle Şemseddin Sami şiirin sadeleşmesiyle ilgili yazılar yazıyor, Orhun Abideleri’ni, Kutadgu Bilig’i Türkiye Türkçesine çevirerek ilgiyi Ortaasya’ya çekiyordu.
Ayrıca Ahmet Vefik Paşa makaleleriyle Türklük düşüncesini yaymaya çalışıyordu. Ancak bu kişisel çabalar aydınlar arasında tam bir birlik sağlamaktan uzaktı. Özellikle kalemi güçlü şairlerin, Fikret’in, Cenap’ın, Abdülhak Hamit’in, sanat için sanat görüşüne takılmaları, bu çalışmaların yeterince güçlenememesine neden oluyordu. Oysa 1908'li yıllara gelindiğinde ortada artık bu güçlü sanatçıların adı duyulmuyurdu. Özellikle o yıllarda Balkan Savaşları’nın ya da azınlık isyanlarının çok olması halkta büyük tepki uyandırmış, Arapların isyanıyla İslamcılık görüşü de geçersizleşmiş ve milliyetçilik akımı büyük bir güç kazanmıştır. Böyle bir ortamda sanatçıların kişisel düşünceyle yaptıkları sanat da elbette pek rağbet görmemiştir. Hatta sanat değeri olmayan, kuru şiirler, sırf milletin hissiyatına seslendiğinden büyük rağbet görmüştür.
İşte böyle bir ortamda Fecr-i Aticilerin kişisel sanat anlayışları yeterince güçlenememiş ve topluluk dağılmıştır. Bu sırada İstanbul’dan uzakta, Selanik’te yayın yapan Genç Kalemler Dergisi, Yeni Lisan adlı makaleler dizisiyle dilin nasıl sadeleşeceği konusunda yollar ortaya koyuyor, bu görüşün savunucuları sade dille güzel eserler yazıyorlardı. Yeni Lisan makalelerinde ileri sürülen görüşleri şu şekilde maddeleştirebiliriz:
Arapça, Farsça tamlamalar ve gramer kuralları asla kullanılmayacak, bunların yerleşmiş olanları kalabilecekti.
Halk dilinde yerleşmiş bulunan Arapça, Farsça sözcükler kullanılacak, bu dillerden yeni sözcükler alınmayacaktır.
Arapça, Farsça sözcükler halkın telaffuz şekline göre yazılacak asılları dikkate alınmayacaktır.
Yazı dilinde milli söz dizimi hakim olacaktır.
Konuşma ve yazı dili, Türkçenin en olgun, en güzel şekli olan İstanbul Türkçesi olacaktır.
İlk defa, Ömer Seyfettin ile Ali Canip’in birlikte çıkardıkları Genç Kalemler dergisine daha sonra Ziya Gökalp de katılmış, her geçen gün artan savunucusuyla yeni ve güçlü bir Milli Edebiyat ekolü oluşmuştur. Fecr-i Aticiler bir ara dilde sadeleşmeye karşı çıktılarsa da özellikle Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi, Yakup Kadri gibi güçlü kalemlerin Milli Edebiyat saflarına geçmeleri, Fecr-i Ati’yi bitirmiş geride sadece Haşim kalmıştır.
Milli edebiyat özellikle dil konusu üzerinde durmuştur. Yoksa sanatçıların kişisel görüşleri birbirinden oldukça farklıdır. Kimi sade bir dille kişisel konular üzerinde şiirler söylerken (Beş Hececiler), kimi vatan, millet, Anadolu kavramları üzerinde durmuştur. Belki de bu serbestlik Milli Edebiyat’ın sürekliliğinin en büyük sebebidir.

MİLLİ EDEBİYAT SANATÇILARI

Ömer SEYFETTİN
Genç Kalemler dergisindeki yazılarıyla Milli Edebiyatın kurulmasında büyük rol oynayan sanatçı, aynı zamanda realist Türk hikayeciliğinin yerleşmesinde de büyük bir etkiye sahiptir. Edebiyatımızda hikayeciliği meslek edinen ilk sanatçı diyebiliriz Seyfettin için.
Onun Türk edebiyatında “edebiyatsız edebiyat yapmak” amacıyla çalışması, edebiyatı gereksiz söz, şekil ve mecazlarla yüklemeden parlak cümleler kullanmadan yapması o gün için çok yeni bir üsluptur.
Seyfettin, hikayelerinde çok değişik konular işlemiştir. Onda sosyal hayatta görülen gülünç huyların eleştirisini yaparak, toplumu iğnelemekten hoşlanan eleştirici bir huy vardır. Hikayelerinin başarılı olanları ise milli duyguları canlandırıcı tarihi hikayelerdir. Ayrıca çocukluk anılarından, Balkanlardaki Türklerin durumundan bahsettiği hikayeleri de vardır.
Hikayelerini beklenmeyen sonuçlarla bitirerek okuyucuda iz bırakmak ister. Fikirlerini olaylar arasına dağıtarak kuru didaktizm’den kurtulur.
Hikayelerinde kullandığı sade dil, onların her kesimde okunabilmesini sağlamış, gençlerin milli duygularını canlandırmak gayesine yazar böylece ulaşabilmiştir.
Seyfettin, Türk milliyetçiliğini savunur ancak bu milliyetçilik kan ve ırk birliği değil ideal birliğidir. Hikayelerinde halk fıkralarına, halkın arifçe sezgilerine büyük bir sevgi duyar.
Ömer Seyfettin, hikayelerinin başına bir atasözü koyarak konuyu bir anafikir etrafında toplamaya çalışır.
Başını Vermeyen Şehit hikayesinde Peçevi tarihinden alınan bir olay işlenmiştir. Bu hikayenin başında adı geçen tarihten manzum parçalar vardır. Yazar bu hikayede kahramanlık duygusunu işler.
Kızılelma Neresi hikayesinde Kanuni’nin gitmek istediği bir yer anlatılır; ancak bunun neresi olduğu belirtilmez. Burada Kızılelma Türk idealinin sembolüdür.
Kütük hikayesinde kaleyi fetheden Aslan Bey’in askeri zekası üzerinde durulur.
Teke Tek hikayesinde Türklerin fethettiği ülkelerde gösterdiği adalet ve hoşgörü anlatılır. Bu hoşgörüye karşın oraların halkının gösterdiği nankörlük üzerinde durulur.
Pembe İncili Kaftan hikayesinde gururlu Safevi hükümdarına elçi giden Muhiddin Çelebi’nin cesareti, gururu, millet sevgisi üzerine yaptığı fedakarlık anlatılır.
Bomba hikayesinde Bulgar askerlerinin kendi halkına dahi ne derece zulüm yaptığı anlatılır.
Falaka hikayesinde öğrencilik günlerinde karşılaştığı bir olay üzerinde durur.
Kaşağı çocukluk döneminde çok etkilendiği bir olayın anlatıldığı hikayedir.
Bunlar dışında daha birçok hikayesi olan yazarın şiirleri de vardır. Hatta edebiyat hayatına şiirle başlamıştır. İlk şiirlerinde Servet-i Fünunculardan etkilenerek aruzu kullanmış daha sonra ise heceyle hatta koşma yazmaya kadar gitmiştir. Milli Türk destanlarını manzum olarak yazma çabasında bulunan sanatçı, şairlikte, hikayecilikte olduğu kadar başarılı değildir.

Ali Canip YÖNTEM
Yazar, Türk dilinin sadeleşmesi konusunda Ömer Seyfettin’le Ziya Gökalp’le birlikte büyük bir idealla çalışmıştır. Lirik şiirleriyle tanınan sanatçı önce Servet-i Fünun şairleri tarzında yazmış, sonra aruzla ve sade dille şiir yazmaya yönelmiş, sonra hececi şairlerin arasına katılmıştır.
Önceleri Divan şiiri ve Servet-i Fünun şiiri tarzında şiirler yazmasına rağmen, daha sonra dilde sadeleşme fikrini kabul edince yine aruzla ancak sade dille şiirler yazmıştır. Bu tarz şiirlerini Geçtiğim Yol adıyla kitaplaştırmıştır. Çoğu aşk ve tabiat şiirleri olan bu ürünler devrin birçok şairinden üstündür.
Şair heceye geçmiş ancak halk şiiri nazım biçimlerini kullanmamış, yeni biçimlerle, bazen de Terzarima tarzında yazmıştır.
Sanatçı sonraları şairliği de bırakmış makaleler ve inceleme, araştırma yazıları yazmıştır. Çoğu makalesinde Türkçülüğü ve Türk dilini savunmuştur.
Milli Edebiyat Meseleleri ve Cenap Bey’le Münakaşalarım, Edebiyat (ders kitabı), Epope, Naima Tarihi, Leyla ile Mecnun, Türk Edebiyatı Antolojisi, Ömer Seyfettin ve Hayatı yayımladığı eserlerdendir.

Ziya GÖKALP
Türk edebiyatında sanatçılığından çok fikir adamlığı yönüyle yer etmiştir. Türkçülük fikrini felsefi yönleriyle ele alan ve sağlam temellere oturtan Gökalp, bu yönüyle çoğu devlet adamının fikir babalığını yapmıştır. Hatta yeni kurulan Türk devletinde yapılan birçok değişikliğin Ziya Gökalp’in fikirlerinden esintiler taşıdığını söyleyebiliriz.
Onu edebiyatımızda bir şair olarak karşılamak için ciddi bir neden yoktur. O zaten “şiir için değil şuur için” çalıştığını söyler. Onun en olgun fikirleri mısralaştırması, halk hafızasında kalıplaşmış bazı sözlerin kalmasını sağlamak içindir.
Gökalp, Türkçülüğü, Turancılık olarak algılamış ve anlatmıştır. Ona göre amaç bütün Türklerin bir çatı altında toplanmasıdır. “Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” derken bu amacını ortaya koyar.
Gökalp, o dönemlerde Yeni Lisan makaleleriyle dil hakkındaki görüşlerin anlatıldığı Genç Kalemler dergisine yakınlık duymuş ve kısa zamanda o derginin yazar kadrosuna katılmıştır. Burada yayınladığı Türkçülük ve Türk dili ile ilgili makale ve şiirleri büyük rağbet görmüştür.
Şiirlerinde hece ölçüsüne değer vermiştir. Bütün sanat faaliyetlerinin halka doğru gitmesini, halkın sesinin sanatla duyurulmasını amaçlamıştır. Hemen bütün eserlerinde kullandığı dil sade, konuşma dili kadar samimi ve doğaldır.
Gökalp’in manzum masal ve şiirleri üç ayrı kitapta toplanmıştır. Bunlar, Kızıl Elma, Yeni Hayat, Altın Işık adlarını taşır.
Nesir türünde ise Türk Töresi, Türkçülüğün Esasları, Türkleşmek–İslamlaşmak Muasırlaşmak, Malta Mektupları adlarında eserleri vardır.

Mehmet Emin YURDAKUL
Türk edebiyatında açık bir Tükçülüğü ilk defa bir sanat ideali haline getiren Türk şairi Mehmet Emin’dir. Yeni Türk şiirinde sade ve doğal halk dili kullanmayı ülkü edinen şair,
Hece ölçüsünü, eski Türk ölçüsü olduğu için tutucu bir ısrarla aruza tercih etmiştir. Türk edebiyatında yeni bir hece ölçüsü cereyanının başlamasına bu yönüyle önderlik etmiş sayılır.
Aslında şiirleri tüm ölçü ve uyağa rağmen başarılı sayılamaz. Gayet kuru hatta tekdüze bir söyleyişi vardır. Bu yönüyle edebiyatta yeri olmasa bile edebiyat tarihinde yeri vardır denebilir.
Mehmet Emin’in en büyük kusuru halk dilini ve halk ölçüsünü kullandığı halde, geleneksel Türk Halk şiirinin sesini kavramamış olmasıdır. Çünkü onun şiirlerinde ölçü, ahenk sağlayıcı bir unsur olmaktan çok, parmak hesabı denecek kadar basittir. Yoksa koşma, semai gibi halk şiirlerindeki ahengi onda bulamayız.
Ses bakımından başarılı olamasa bile söylediği fikirler ve heyecanlar bakımından birçok ses şairinden üstündür. Sanatı; ülküsünü, fikirlerini anlatmakta bir araç olarak kullanmış, her şeyi vatanın yükselmesi uğrunda kullanabileceğini söylemiştir.
Mehmet Emin, Arapça, Farsça kelime ve tamlamalara hiç itibar etmemiş, Genç Kalemler’in dil hakkındaki görüşlerini açıklamasından çok önce, böyle bir dili kullanmıştır.
Şair, Türk halkının, hakkını ve özgürlüğünü almak için savaştığını, Türk aydınlarının ruhunda Türkçülük aşkının önüne geçilmez bir iman haline geldiğini de görmüştür. Türk şiirinin genç nesilleri onun söyleyişini beğenmiyor; onun söyleyişine özenmiyor; fakat onun söylediklerini daha milli ve daha musıkili bir söyleyişle birleştirerek heyecanla söylüyordu.
Şiir ve nesir türlerinde eser veren yazarın Türk Sazı, Ey Türk Uyan, Tan Sesleri, Dicle Önünde, Turana Doğru, Ordunun Destanı, Zafer Yolunda adlı şiir kitapları vardır.

Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU
Küçük yaşlarda edebi çalışmalara başlayan sanatçının ilk edebi çalışmaları Servet-i Fünuncularla olmuş ve devrin süslü, külfetli dil modası ilk zamanlarda en çok Ahmet Hikmet’i etkilemiştir. Hatta sanatçı, kulağına hoş gelen Arapça, Farsça sözcükleri, küçük bir deftere yazıyor, sonra fikir için kelime arayacağı yerde, yazı yazarken, bu seçtiği kelimeleri kullanmak için fikir ve fırsat arıyordu. Ancak bu durum uzun sürmedi. Sade dile yönelme Ahmet Hikmet’te hızlı oldu ve Türkçü düşünce tüm sanat anlayışını değiştirdi. “Yeğenim” adlı monoloğunda Batı özentisi içindekileri alaycı bir üslupla eleştirdi.
Sanatçının edebi ününü sağlayan ilk önemli eseri “Haristan ve Gülistan”dır. Eserin içindeki en önemli parça esere adını veren masaldır. Bu eser Batı tarzında yazılan ilk masal sayılır. Hikmet bu eserinde Doğu’nun masal zevki ve masal geleneği ile Batı’nın tekniğini ve Servet-i Fünunun renkli, süslü üslubunu birleştirmiştir.
Yazarın milli kültürü önplana alarak yazdığı diğer önemli hikaye kitabı “Çağlayanlar”adını taşır. Eser Türkçülük hareketlerinin, milli kültür ve milli heyacanla yoğrulmuş, zengin verimlerinden biridir. Eserde, Türk milletinin milli ve fikri asaletini betimleyen Üzümcü hikayesi; uygurların Göç destanından alınan bir konuyu ele aldığı Altın Ordu; baştan başa öztürkçe kelimeler kullanıldığı halde akıcılığından dolayı yadırganmayan Yakarış adlı düzyazı şeklindeki münacatı önemlidir.

Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU
Edebi hayatına Fecr-i Ati topluluğunda başlayan, o dönemin modası olan süslü mensur şiirler yazan yazarın gerçek başarısı roman alanındadır.
Sanatçının ilk ve en güzel romanı “Kiralık Konak” tır. Bu romanda Tanzimat döneminde görülen nesiller arası çatışma konu edilir. Daha sonraki romanlarını da göz önüne aldığımızda yazarın Tanzimat’la Cumhuriyet’in ilk yılları arasındaki dönemi tarihi bir sıra içinde anlattığını söyleyebiliriz. Şimdi romanları kısa özetleriyle aktaralım:
Kiralık Konak, ayrı ayrı devirleri temsil eden Naim Efendi ile torunu Seniha arasındaki çatışma üzerine kurulmuştur. Naim Efendi, geleneği; Seniha, Avrupai tarz yaşayışı ifade eder.
Nur Baba romanında tekkelerin içten içe bozuluşu anlatılır. Roman, bir konakta yaşayan Nigar Hanım’ın hayatıyla, tekke arasındaki karşıtlıklar üzerine kuruludur.
Hüküm Gecesi romanında Osmanlı’nın bozulan siyasi durumu Ahmet Kerim’in çevresinde gözler önüne serilir. Bu kahraman adeta Yakup Kadri’nin sözcüsüdür.
Sodom ve Gomore, adeta Hüküm Gecesi’nin devamıdır. Burada Ahmet Kerim, İstanbul’u, ahlaksızlıklarından dolayı yerle bir edilen Sodom ve Gomore şehirlerine benzetir. Böylece yeni bir romanın temelini atar. Asıl roman ise Kaptan Jackson ile Leyla ve Necdet arasında geçer. Burada Jackson işgalci güçlerin, Leyla onlar gibi yaşamaya çalışan tiplerin, Necdet milli benliği savunan gençlerin temsilcileridir.
Yaban romanı, Ahmet Celal’in hatıra defteri olarak düzenlenmiştir. Eser boyunca bu kişinin gözlem ve değerlendirmeleri anlatılır. Anadolu insanının içinde yaşadığı zorluklar, köylülerin pislik ve ahlaksızlık içindeki halleri dile getirilir.
Yazarın Cumhuriyet dönemini anlattığı Bir Sürgün, Ankara, Panorama romanları tarihi zincirin son halkalarını oluşturur.
Son romanı Hep O Şarkı’nın konusu ise aşk’tır. Diğer romanlarının kronolojik sırasına pek uymayan bu eser Münire ile Cemil’in aşkları üzerine kuruludur.
Yakup Kadri realist bir roman yazarıdır. Anlatımında Servet-i Fünun nesrinden gelme üslupçuluğu sürer; ancak dili sadedir. Süslü, ağdalı dille yazdığı mensur şiirlerini ise Erenlerin Bağından ve Okun Ucundan adlarıyla kitaplaştırmıştır.
Yazarın ayrıca Milli Savaş Hikayeleri adını verdiği hikaye kitabı da bulunmaktadır. Ayrıca elçiliklerdeki günlerini anlattığı anı eseri Zoraki Diplomat; çocukluk anılarını anlattığı Anamın Kitabı ve Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adlı kitapları vardır.

Halide Edip ADIVAR
Edebiyata Halide Salih imzasıyla yayımladığı hikayelerle giren sanatçı kullandığı sade, yeni bir dille dikkatleri çeker. Romanlarında ilkin aşk temasını işleyen sanatçı daha sonra Türkçülük, milliyetçilik konularına yöneldi.
Adıvar, romanlarında canlı, kuvvetli karakterler yaratır. Özellikle kadın kahramanları, idealize edilmiş, erkeklerden üstün gösterilen çarpıcı, etkileyici kişilerdir.
Romanlarında olaylar çoğunlukla İstanbul’da, kendi yaşadığı zamanlarda geçer. Milli Mücadele yıllarını anlattığı eserlerinde Anadolu’ya da yer verir.
Üslubu pek akıcı değildir. Alışılmışın dışında bir cümle yapısı, tutuk, bazen bozuk bir anlatımı vardır. Dilindeki aykırılığa rağmen düşüncelerindeki sağlamlık dikkati çeker.
Halide Edip acemiliklerle dolu ilk eserlerinden başlayıp gittikçe olgunlaşan bir üsluba ulaşır. Romantizmden Realizme kayan anlatışında asıl başarı İstiklal Savaşı yıllarındaki romanlarında görülür.
Türk edebiyatında en çok eser veren sanatçılardandır. Yaklaşık 20 romanı, 3 hikayesi, hatıraları, tiyatroları, inceleme eserleri vardır. Önemli eserlerini kısaca tanıtalım.
En başarılı romanı, önce İngilizce yazıp, Türkçeye çevirdiği Sinekli Bakkal’dır. Realist özellikler gösteren eserde Rabia adlı kadın kahraman görülür. Mahallede karagöz oynatan ve Kız Tevfik denen birinin kızı olan Rabia eser sonunda, kendisine aşık olup müslüman olan İtalyan Peregrini ile evlenir.
Handan romanında ise yazar bir aile dramını anlatır. Bu sırada Batılı yaşayışa özenen Türklerin içine düştükleri durumları da göz önüne serer. Eserin en büyük özelliği karşılıklı mektuplar halinde yazılmış olmasıdır.
Yazarın Kurtuluş Savaşı’yla ilgili önemli romanlarından olan Ateşten Gömlek’te yazar aşkla vatan sevgisini birlikte işler. Eserde İzmir’in işgalinden sonraki durumlar anlatılır.
Vurun Kahpeye romanında ise Anadolu’ya öğretmen olarak giden bir İstanbullu kızın düşmanla işbirliği yapan kişilerce iftiraya uğratılıp linç edilmesini anlatılır.
Yeni Turan, Seviye Talip, Heyula, Kalp Ağrısı, Zeyno’nun Oğlu, Sonsuz Panayır, Döner Ayna, Akile Hanım Sokağı romanlarından birkaçıdır.
Yazarın Harap Mabetler, Dağa Çıkan Kurt, Kubbede Kalan Hoş Seda adlı hikaye kitapları da vardır.
Mor Salkımlı Ev adlı eserinde çocukluk yıllarıyla ilgili anılarını, Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı eserinde Milli Mücadele yıllarındaki anılarını anlatmıştır.
Yazarın ayrıca Kenan Çobanları adlı tiyatrosu, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri adlı inceleme eserleri de vardır.

Refik Halit KARAY
Türkiye Türkçesinin edebiyat dili haline gelmesinde çok büyük bir yeri olan sanatçı, kullandığı dili, onun en saf ve gerçek kaynağından almış, ana dilimizin en güzel konuşulduğu ev, aile Türkçesini kullanmış, onu kendi sanatkar ruhu ile birleştirip pürüzsüz bir dil haline getirmiştir.
Onun ilk şöhreti Kalem adlı mizah dergisinde Kirpi ismiyle yazdığı yazılardır. Oldukça iğneleyici eleştirilerle yüklü bu yazılar, yazarının Anadolu’nun değişik illerine Sinop’a, Çorum’a, Eski Ankara’ya, Bilecik’e sürülmesine neden olmuştur. Buralarda Anadolu’yu ve Anadolu insanını yakından tanıma fırsatını bulan yazar gerçek bir Memleket Hikayeleri yazmıştır.
Ankara Hükümeti aleyhine yazdıklarından dolayı Cumhuriyet ilan edilince yurt dışına Hatay’a sürülmüş ve gurbet acısıyla yanan yazar burada eşine az rastlanır bir mükemmellikle Gurbet Hikayeleri’ni yazmıştır.
Elbette o sadece hikayeci değildir. İlk roman denemesi olan İstanbul’un İç Yüzü adlı eseri pek başarılı değildir. Hatay’daki sürgün hayatındayken yazdığı “Sürgün” romanı ise oldukça başarılıdır. Bu roman Osmanlı Sultanlarının ve çocuklarıyla birlikte yurt dışına sürülen siyaset kurbanlarının üstün bir roman diliyle örülmüş maceralarıdır. Çete romanı Antakya’nın sarp dağlarında çağlayan bir aşkı anlatır. Eserdeki Kahraman Hatay’ın Türk kalması için mücadele eder.
Yezid’in Kızı romanı ise yazarın tabiat tasvirlerine ve portrelere önem verdiği önemli bir aşk romanıdır. Anahtar adlı romanında ise kıskanç bir erkeğin ruh halleri mükemmel bir biçimde anlatılmıştır.
Bunlardan başka Refik Halit’in en önemli yazıları hiciv ve mizah türündedir.Başına birçok dert açan bu yazılarını Aydede adlı dergide yayınlamıştır. Bu türdeki yazıları Kirpinin Dedikleri, Deli, Sakın Aldanma - İnanma - Kanma adlarıyla kitaplaştırılmıştır.
Yazarın sürgünden döndükten sonra yazdığı Bugünün Saraylısı, Kadınlar Tekkesi, Dört Yapraklı Yonca, Sonuncu Kadeh adlı romanları ve Kanije Müdafaası adlı tiyatro eseri de vardır.

Reşat Nuri GÜNTEKİN
Edebiyatımızda memleket konusunu işleyen önemli yazarlarımızdandır.
Asker çocuğu olduğundan birçok şehirde bulunmuş, Anadolu ve Anadolu insanını yakından tanımıştır. Ayrıca müfettişlik göreviyle Anadolu’nun birçok yerini gezmesi, onun bu bilgisini daha da zenginleştirmiştir. Bu gezileri sırasında yazdığı Anadolu Notları adlı eseri gezi yazısı türünün başarılı bir örneğidir.
Yazarın eserlerindeki en kuvvetli sanat çizgisi okuyucunun onun yarattığı tipleri kendine yakın bulmasıdır. Bunda onun ne derece gözlem yeteneğinin olduğu anlaşılır. Eserlerinde Anadolu insanının her türlüsüne yer vermiş, onları gerçek yönleriyle tanıtmıştır.
Birkaç roman denemesinden sonra, yazarın gerçek ününü sağlayan, Çalıkuşu romanı olmuştur. İstanbul’da iyi eğitim gören biri olan Feride adlı genç bir kızın bir aşk yarasından dolayı Anadolu’ya öğretmen olmasını ve Anadolu’da geçirdiği zor günleri anlatan bu roman o zamanın gençlerine bir ideal çizmiştir.
Reşat Nuri, Yeni Lisan ve Milli edebiyat hareketlerinin en başarılı kalemlerindendir. Konuşma dilini romana oldukça rahat uygulayan yazarın romanlarından bazılarını tanıyalım:
Yeşil Gece adlı romanı Çalıkuşu’nun bir benzeridir. Eski eğitim sisteminin ve dini istismar edenlerin eleştirildiği bu eserde Ali Şahin adındaki genç öğretmenin hayatı anlatılır. Eserin en ilginç yönü Cumhuriyetten önce dinci geçinen grubun, bundan sonra çıkarlarına uygun olarak en ilerici geçinenlerden olmalarıdır.
Miskinler Tekkesi’nde yazar toplumun acı bir gerçeği olan dilencilik üzerinde durur. Zengin bir ailenin çocuğunun daha sonra fakirleyip dilenci olması; ancak dilenerek bir çocuğu okutması konu edilir.
Acımak adlı romanda ise yazar geriye dönüş tekniğini kullanır. Babası Mürşit Bey’in ölümünden sonra onun not defterini bulan Zehra’nın bu defteri okuması eserin özünü oluşturur. Eser, çevrenin, özellikle kadının erkek üzerindeki kötü etkilerini anlatan dramatik bir özellik gösterir.
Bunların dışında yazarın Dudaktan Kalbe, Damga, Akşam Güneşi, Bir Kadın Düşmanı, Kızılcık Dalları, Gökyüzü, Eski Hastalık, Değirmen, Kavak Yelleri adlı romanları da vardır.
Yazarın ayrıca Tanrı Misafiri, Sönmüş Yıldızlar, Leyla ile Mecnun, Olağan İşler adlı hikaye kitapları; Hançer, Yaprak Dökümü, Eski Şarkı, Balıkesir Muhasebecisi,Tanrıdağı Ziyafeti adlı tiyatro eserleri de vardır. Bunlardan Yaprak Dökümü romandan tiyatroya uyarlanmıştır.
Yazarın bunların dışında oldukça çok araştırma, inceleme eserleri de vardır.

Hamdullah Suphi TANRIÖVER
Türk milliyetçiliğinin yayılmasında önemli görevler üstlenen Türk Ocakları’nda, hayatının büyük kısmını geçiren sanatçı özellikle kudretli hitabet kabiliyetiyle dikkati çeker. O dönemde gençlere büyük moral ve güç veren haykırışlarla dolu konuşmalar yapmış ve bunları “Dağ Yolu” adıyla derlemiştir. Yine milli heyecanla süslenmiş, değişik gazetelerde yayınlanan yazılarını da Güne Bakan adıyla derlemiştir.

BEŞ HECECİLER
Ömer Seyfettin ve Ali Canip’in başlattığı Yeni Lisan ve Milli Edebiyat cereyanı gittikçe güçlenmiş, birçok şair heceyle şiir söyleyerek bu edebiyata destek vermiştir.
Servet-i Fünun’dan Celal Sahir’in, Fecr-i Ati’den Fuat Köprülü’nün de katıldığı bu edebiyat, aruzla şiir yazan birçok şairi de etkilemiştir. Onlarca şairin aruzu bırakıp heceye döndüğü, Anadolu’yu şiirine konu ettiği, Halk edebiyatı ürünlerini kullandığı bu dönemde, heceye başarılı bir geçiş yapan Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç, edebiyat tarihçilerince Beş Hececiler olarak anılmışlardır.
Adı geçen şairler ve bunlara benzer şiir yazanlar aslında Milli bir edebiyat oluşturmaktan uzaktırlar. Belki Anadolu ve oranın insanlarına sevgi duyuyorlardı fakat, şiirlerinde kişisel konuları işlemekten hatta Milli Edebiyatı sade dil, hece vezni ölçülerine indirmekten ibaret saydıkları söylenebilir. Bunlar ayrıca Milli Edebiyatı Cumhuriyet dönemine bağlayan köprü vazifesi görmüşlerdir.

Sanatçılar
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Döneminde, yazdığı aşk şiirleriyle gençlerin büyük beğenisini kazanan lirik bir şairdir. Önceleri aruzla yazdığı şiirlerinde dil Fecr-i Ati’nin diline yakındır. Heceye geçince dilinde de sadeleşme görülür. Faruk Nafiz’in ister hece ister aruzla yazdığı şiirlerinde ahengi bulabildiği görülür. Kelimeleri halkın konuşma dilinden almıştır. Bu da şiirlerinin kolay okunur ve zevk alınır olmasında etkilidir.
Milli Edebiyata geçtikten sonra halk şiirine ilgi göstermiştir. Onun Anadolu’yu adım adım gezip tanıdığı dönemde yazdığı şiirlerde büyük bir memleket sevgisi görülür. Bu çabasıyla o, dönemindeki diğer hececilerden ayrılır.
Asıl ününü şiirleriyle sağlayan şairin, Şarkın Sultanları, Gönülden Gönüle, Dinle Neyden, Çoban Çeşmesi, Suda Halkalar, Bir Ömür Böyle Geçti, Elimle Seçtiklerim, Akarsu, Akıncı Türküleri, Heyecan ve Sükun, Zindan Duvarları, Han Duvarları adlı şiir kitapları vardır.
Nesir alanında da eser veren sanatçının Yıldız Yağmuru, Ayşe’nin Doktoru adlı romanları vardır.
Faruk Nafiz tiyatrolarında oldukça başarılıdır. Canavar, Özyurt, Kahraman, Yayla Kartalı, Dev Aynası, İlk Gözağrısı önemli tiyatro eserleridir.

Enis Behiç KORYÜREK
Asıl mesleği doktorluk olan sanatçının ilk şiirleri Servet-i Fünun’un etkisindedir. Ziya Gökalp’in tavsiyesiyle heceyi denemiş ve özellikle kahramanlık şiirlerinde, milli felaketleri anlattığı şiirlerde başarılı olmuştur. Hecenin değişik kalıplarını denemiş ancak pek başarılı olamamıştır. Ayrıca serbest müstezattan etkilenerek serbest heceyi denemiştir.
Şairin Türk denizcilik tarihinden aldığı motiflerle süslediği Gemiciler şiiri döneminde çok beğenilmiştir. Şiirlerini Miras ve Güneşin Ölümü adlarıyla kitaplaştırmıştır.

Halit Fahri OZANSOY
Şiir, tiyatro, roman, edebi inceleme gibi türlerde eser veren sanatçı aruzla yazdığı Baykuş adlı şiirle adını duyurmuştur. Şiirlerinde bazen içli, duygulu, bazen coşkulu söyleyişler görülür. Yine aruzla yazdığı Cenk Duyguları adlı şiir dergisinde topladığı şiirlerle beraber heceye geçiş yapmış, ancak aruzdan ayrılması zor olmuştur. Hatta Aruza Veda adlı şiirinde bu ölçüyü terk etmeyi pek istemediğini de söylemiştir.
Şairin Gülistan ve Harabeler, Bulutlara Yakın, Balkonda Saatler, Paravan gibi şiir kitapları; Sönen Kandiller adlı heceyle yazılmış bir piyesi, Nedim adlı manzum tiyatro eseri vardır.
Olgunluk döneminde yazdığı Hep Onun İçin, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, Hayalet, Bir Dolaptır Dönüyor adlı tiyatroları, Aşıklar Yolunun Yolcuları adlı romanı ve Edebiyatçılar Geçiyor, Eski İstanbul Ramazanları adlı anı türünde eserleri vardır.

Orhan Seyfi ORHON
Türk diline büyük hizmeti olan şair, uydurma Türkçeye başvurmadan gayet akıcı, uçarı bir dil kurmayı başarmıştır. Edebiyatla ilgisi gazetecilik yönüyle olmuş, ilk olarak Hıyaban isimli dergiyi çıkarmış, daha sonra değişik gazetelerde yazılar yazmıştır.
İlk şiirlerini aruzla yazan şair, heceye geçtiği dönemde bile aruzu tamamen bırakmamıştır. Heceyle yazdığı şiirlerde de oldukça başarılıdır. İlk ününü Fırtına ve Kar adıyla yazdığı serbest müstezat tarzı şiirle kazanmıştır. Heceye geçtiğinde yazdığı Peri Kızı ile Çoban Hikayesi ise hecenin ve Türkçenin güzel bir örneğidir. Şair burada heceyi kullanmakla beraber çoğu dizeyi aruzun heceye uyan kalıplarıyla söylemiştir. Bu Hikaye güzel bir masaldır. Bu masalda şair Oğuz Han, Turan gibi isimleri kullanmış, eski Türk tarihine dikkatleri çekmiştir.
Şairin ayrıca maniye benzeterek yazdığı güzel, akıcı dörtlükleri vardır. O, bir taraftan hece ile aruzu kaynaştırmaya çalışmış, bir yandan da hece ile gazeller yazarak türleri kaynaştırmayı amaçlamıştır.
Sanatçının diğer önemli yönünü mizah yazarlığı oluşturur. Akbaba dergisinde yazdığı fıkralar, hicivler, döneminde ilgi görmüştür.
Şairin Gönülden Sesler, İşte Sevdiğim Dünya adlı şiir kitapları, Fiskeler isimli nesir eseri, Dün - Bugün - Yarın adlı makalelerini topladığı eser, Düğün Gecesi adlı mizah ve hiciv eserleri vardır.

Yusuf Ziya ORTAÇ
Aruzla yazdığı şiirlerde pek yüksek bir başarı kazanamamış olan şairin heceyle gerçekten güzel şiirler yazdığı söylenebilir.
Şair büyük ölçüde Faruk Nafiz’in etkisi altındadır. Birçok şiirinde onun kullandığı benzetmelere yer vermiştir. Lirik şiirleri yanında Akından Akına, Cenk Ufukları adlı epik şiir kitapları vardır.
Lale Devri’ne ait bir tarihi olayı anlattığı Binnaz adlı piyesi de ilgi görmüştür. Bu eser heceyle yazılmıştır.
Yazar manzum mizahi hikayelerini Nikahta Keramet adıyla yayınlamıştır. Kürkçü Dükkanı, Şeker Osman adlı hikayeleri, Gök, Üç Katlı Ev adlı romanları vardır.
Yazarın en önemli özelliklerinden biri de sosyal hayatın gülünç taraflarını görüp, karikatürize etmesidir. Bu amaçla yazdığı birçok fıkrası vardır.


E - CUMHURİYET DÖNEMİ EDEBİYATI

Aslında bu dönemi Milli Edebiyat’tan kesin hatlarla ayırmamız mümkün değildir.
Çünkü Milli edebiyat sanatçıları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında en önemli eserlerini vermişlerdir. Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Refik Halit ve daha birçoğu Cumhuriyet’in ilk elli yılına damgalarını vurmuşlardır. Ancak Cumhuriyet’in ilanıyla ve çok hızlı bir şekilde yapılan devrimlerle, Türk aydını takip etmekte zorlandığı bir siyasi değişim yaşamıştır. Latin harflerinin kabulü, eski yazı ve yeni yazı kargaşası ortalığı karıştırmaya yetiyordu. İşte böyle bir ortamı öncekilerden ayırmak için 1923 yılını hala devam eden bir edebiyat döneminin başlangıcı olarak görmekte fayda vardır.
Cumhuriyet dönemi edebiyatı da kendi içinde bölünerek incelenir. Ancak biz bunlara girmeden bu yeni edebiyatın belirgin özelliklerini görelim.
Cumhuriyet edebiyatının temelinde İstiklal Savaşı ve Atatürk devrimleri vardır. İster şiir, ister roman, ister hikaye olsun çoğu eser bu iki konu ile doğrudan ya da dolaylı olarak irtibatlıdır. Milli duygu ve heyecanı geliştirmeye yönelik bu çabalar elbette Milli edebiyatın bir devamı olacaktır.
Milli edebiyatla başlayan halka inme, Anadolu’yu tanıma çabası, Cumhuriyet’te ana ilkelerden olmuş, Türk halkının her kesimi edebiyata girmiştir. Artık edebiyat, İstanbul’un sınırlarını tamamen aşmıştır.
Yeni kurulan devlet, elbette bazı devrimlerini halka tanıtmak, benimsetmek istiyordu. Cumhuriyet dönemi sanatçılarının en önemli görevlerinden biri işte bu tanıtma olmuştur. Sanatçı, siyasetle halk arasında bir köprü olmuş, devrimleri yorumlamış, açıklamış ve savunmuştur.
Yeni dil ve eski dil tartışmaları Cumhuriyet’le noktalanmış, siyasi güç, olayı tekeline almış ve Türk Dil Kurumu’nu kurarak dilde geri dönülmez bir yenileşme yoluna girmiştir.
Ancak bu, bazen çok aşırıya gitmiş, Türkçe halkın anlayamadığı yabancı bir dil haline getirilmiştir.
Cumhuriyet’ten önce sadece sempati duyulan Türk Halk sanatları ve folklörü ön plana alınmış, öncekilerin küçümsediği Karacaoğlan’ın, Yunus’un tarzı örnek alınmıştır. Artık harf benzerliği de kurulan Batı edebiyatı daha yakından takip edilmiş, Türk edebiyatı Batı’nın tüm edebiyat yeniliklerini, akımlarını uygulamaya çalışmıştır.
Şimdi bu dönemde edebi türlerde görülen değişiklikleri inceleyelim.

ŞİİR
Cumhuriyet döneminde şiir başlangıçta Milli edebiyatın şiir anlayışından farklı değildir. Çünkü Milli edebiyatın en güçlü sanatçıları bu dönemde yaşıyor hala eser veriyordu. Hatta Ahmet Haşim, Cenap Şehabettin gibi Servet-i Fünun’un şiir anlayışını sürdürenler, Mehmet Akif gibi bağımsız şairler de şiir yazmaya devam ediyorlardı.
Cumhuriyet döneminin önceki dönemden bağımsız şekilde gelişen ilk şiir hareketini “Yedi Meşaleciler” gerçekleştirmişlerdir. “Canlılık, samimiyet ve daima yenilik” ilkesiyle ortaya çıkan bu grup çok fazla bir yenilik getirememekle birlikte yeni bir soluk olmuştur yeni şiirimiz için.
Bu arada şiirin konularında bir genişleme de olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nı, yeni devleti, Atatürk’ü işleyen şiirler yazılmış, özellikle Atatürk’ün ölümü birçok şairin onunla ilgili şiirler yazmasına neden olmuştur.
Bunlara rağmen Cumhuriyet şiirinde asıl biçimsel değişme 1940'lı yıllara kadar gerçekleştirilememiştir.
1941'de bir araya gelen üç genç, Garip adlı kitapta ölçüyü, kafiyeyi, nazım şeklini reddetmiş, şiirin sıradan insanı anlatması gerektiğini savunmuş, asırlardır devam eden kuralcılığa baş kaldırmıştır. Bu, Türk şiirinde büyük bir devrim olarak görülmüştür. Grup kısa zamanda dağılsa bile etkileri günümüze kadar gelmiştir.
1955 yılında ise “İkinci Yeni” şiir akımı oluşur. Bu akım bilinç altına, soyutlamalara, imgelere yönelmiştir. Ancak bu akımı benimseyenler de tam bir görüş birliği içinde değildir. Çoğu kendilerini her gün yenilemekte, boyuna değişen şiirler vermekteydiler.
Bunların yanı başında yine heceyle yazanlar, aruzla yazanlar, toplumcu şiirler verenler, yurt güzelliklerini, halkımızın sorunlarını dile getiren şairler de bulunmuştur.
Kısaca Cumhuriyet dönemi Türk şiiri ister biçim ister içerik yönüyle olsun çok geniş bir yelpazede değerlendirilebilir.

ROMAN VE HİKAYE
Cumhuriyet döneminin başlarında, tıpkı şiirde olduğu gibi roman ve hikayede de Milli edebiyat sanatçılarının etkili olduğu görülür. Cumhuriyet dönemine özgü roman ve hikaye ise yine 1940'lı yıllardan sonra başlar. Bu dönemde ortaya çıkan toplumcu gerçekçi romanlar, işçilerin, köylülerin hayatını konu almış ve yönetenleri zalim, yönetilenleri mazlum gösteren ideolojik bir yapıya bürünmüştür. Hatta böyle davranmayan romancılar aşağılanmış, sanatçı sayılmamıştır. Ancak bunun yanında Peyami Safa’nın psikolojik romanları, nitelikli roman örnekleri olarak edebiyat tarihinde yerini almıştır.
Hikaye alanında ise oldukça başarılı sanatçılar yetişmiş, günlük hayatı işleyen hikayelerin yanında tarihi hikayeler de yazılmıştır.
Bu dönemin önemli özelliklerinden biri de Batıda olduğu gibi bizde de sanatçının ödüllerle değerlendirilmesinin gelenek halini almasıdır. Sait Faik Hikaye Armağanı, Türk Dil Kurumu ödülleri vs.
Şimdi Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak edebiyatçılarımızı tanıyalım:

YEDİ MEŞALECİLER
Cumhuriyet döneminin başlarında bir araya gelen tek topluluktur. Yeni bir edebiyat kurmak, Batı edebiyatını takip etmek, özgün şiir oluşturmak adına çıkmışlar, ancak Beş Hececilerin takipçileri olmaktan kurtulamamışlardır. Bu sanatçılar, Sabri Esat Siyavuşgil, Vasfi Mahir Kocatürk, Yaşar Nabi Nayır, Cevdet Kudret, Kenan Hulusi, Muammer Lütfi, Ziya Osman Saba’dır. Bunlar arasında en dikkate değer isim Ziya Osman’dır.

Ziya Osman SABA
Sanatçı, şiirlerinde çocukluk özlemi, anılara düşkünlük, ev, aile sevgisi, yoksul yaşamlara karşı utanç duyma ve acıma, Allah’a kulluk, kadere boyun eğiş, küçük mutluluklarla yetinme, ölümün yakınlığı, öte dünya özlemi gibi bireysel konuları işler.
Dili gayet sade ve açıktır. 1940'a kadar hece ölçüsünü kullanmış, bu dönemden sonra serbest şiirler de yazmıştır.
Şiirlerini Sebil ve Güvercinler, Geçen Zaman, Nefes Almak adlarıyla kitaplaştırmıştır. Bunun yanında hikaye kitapları ve Goncourt Kardeşler’den roman çevirileri de yapmıştır.

Cevdet KUDRET
Başlangıçta gençlik dönemindeki şiir anlayışının dışına çıkmadan hece ölçüsüyle, bireysel duygularını ve karamsar iç dünyasını dile getirmiş, sonra ölçüsüz fakat uyaklı şiirler yazmıştır.
Kendi yaşamını da yansıttığı roman, öyküleri ve oyunları yanında onu daha çok tanıtan yapıtları, inceleme - araştırma eserleridir.
Eleştirel bir yöntemle açıkladığı konuları, gelecek kuşaklar için hem aydınlatan hem tartışılabilecek olan bilgi kaynaklarıdır.
Cevdet Kudret Türkçenin sadeleşmesini istemesine rağmen “Dilleri Var Bizim Dile Benzemez” adlı eserinde özleştirmenin sınırlanmamasının doğru olmayacağını, yüzyıllardır kullanılan yabancı sözcüklere karşılıklar bulmanın, ölü sözcükleri diriltmenin yararsız olacağını savunmuştur.
Birinci Perde adlı şiir kitabı; Tersine Akan Nehir, Rüya İçinde, Kurtlar adlı oyunları; Süleyman’ın Dünyası adı altında topladığı romanı; Sokak adlı öykü kitabı; Örneklerle Edebiyat Bilgileri, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, Orta Oyunu adlı inceleme eserleri, Türk Edebiyatı adlı ders kitapları vardır.

Yaşar Nabi NAYIR
Edebiyatımıza Yedi Meşalecilerle birlikte şair olarak girdi. Zamanla bütün edebi türleri denedi.
Roman yazdı, manzum destan yazdı, inceleme ve gezi kitapları çıkardı, makaleler, fıkralar yazdı.
Ancak edebiyatımızda bunlarla değil yayıncılığıyla unutulmayacak olan sanatçı, asıl ömrünü verdiği Varlık dergisiyle anılacaktır. Onun adıyla özdeşleşen en önemli yapıtı hiç kuşkusuz kırk sekiz yılını verdiği bu dergidir.
Şiirleri yazıldıkları dönemin biçim özelliklerini yansıtır. Ancak çevreyle ilişkileri olmayan, insan ve toplum üzerinde gözlemlere dayanmayan şiirlerdir bunlar. Yazarın iç dünyasını yansıtmaktan da uzaktırlar.
Kahramanlar, Onar Mısra adlı şiir kitapları; Bir Kadın Söylüyor, Adem ile Havva adlı romanları; İnkılap Çocukları, Köyün Namusu adlı oyunları; Atatürkçülük Nedir, Dost Mektupları gibi inceleme eserleri vardır.

Vasfi Mahir KOCATÜRK
Halk şiirlerinin biçimsel özelliklerinden yararlanarak hece ölçüsüyle ulusal, epik, lirik şiirler yazmıştır. Manzum oyunlar da denemiş olan Kocatürk, bir sanatçı olmaktan çok, edebiyatla ilgili kitap ve araştırmalarıyla tanınmıştır.
Tunç Sesleri, Geçmiş Geceler, Bizim Türküler, Ergenekon adlı şiir kitapları; Yaman, Sanatkar adlı oyunları; Yeni Türk Edebiyatı, Divan Şiiri Artolojisi, Türk Edebiyatı Tarihi adlı araştırma inceleme eserleri vardır.

Sabri Esat SİYAVUŞGİL
Fotoğraf gözlemciliğiyle çevresini gözler ve izlenimlerini şiirine aktarır. Ancak Yedi Meşaleciler içinde başladığı şairliğe daha sonra veda eder ve daha çok çevirilerle ve inceleme yazılarıyla edebiyat hayatına devam eder.
En güçlü yanı çevirilerinde görülür. Ancak kendisi mesleğinin psikoloji olduğunu ve mesleğine sadık kalabilmek için sevmesine rağmen şiir yazmadığını söylemiştir.
Odalar ve Sofalar adlı şiir kitabının yanında inceleme eserleri ve roman çevirileri vardır.
• • •

Nurullah ATAÇ
Edebiyatımıza eleştirileriyle büyük bir canlılık getirmiş olan yazar, yeni bir nesir dilinin kurulmasına da öncülük etmiştir. Özellikle yeni sözcükleri savunması yazılarında kullanması, onların yerleşmesini sağlamıştır. O dönemlerde tartışılan konuşma dili mi arı Türkçe mi tartışmalarında o ateşli bir şekilde arı Türkçeyi savunmuştur. Ataç’a göre halk tarafından benimsenmiş olsa bile kökü bilinmeyen bütün sözcükleri Türkçeden atmak gerekir.
Dildeki bu arı Türkçe fikrinde Ataç’ın çok samimi olduğunu söylemek güçtür. Çünkü bunun yanında liselere Yunan ve Latin dili derslerinin konmasını ve böylece dilimize bu dillerden sözcük girmesinin sağlanmasını ister. Dolayısıyla onun savaşı yabancı sözcüklere değil Arapça ve Farsça sözcüklere karşıdır.
Ataç yazı dilinin halka yaklaşmasını istemez. Ona göre yazarlar halka ulaşmaya çalışmak yerine halka yeni sözcükler öğretmelidir. Hatta bir an önce bütün Arapça, Farsça sözcüklerin karşılıklarının uydurulmasını ister.
Yazarın, sağlam bir üslubu vardır. Konuşur gibi yazar, özellikle devrik cümle kullanır. Böylece yazıya akıcılık getirir. Anlatımı rahat ve inandırıcıdır.
Yazar, sanat hayatına şiirle başlarsa da onun gücü nesirlerindedir. Özellikle deneme tarzını kullanmış ve bu türde başarılı olmuştur. Yazılarını Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri, Sözden Söze, Ararken, Diyelim, Söz Arasında, Okuruma Mektuplar adlarıyla yayımlamıştır.

Falih Rıfkı ATAY
Türkçeyi en iyi kullanan usta yazarlardandır. Süssüz, yapmacıksız, ama son derece çekici bir üslubu vardır. Konuya doğrudan doğruya girer, ne demek istediğini en uygun sözcükleri seçerek, en kestirme yoldan açıklar. Türkçenin bugünkü ifade gücüne ulaşmasında payı büyüktür. O, ölünceye kadar Atatürk devrimlerinin ön safında canla başla çalışmış, güçlü kalemini Atatürk’ün emrinde kullanmıştır.
Falih Rıfkı, aslında fıkra ve makale yazarı olmasına rağmen edebiyatımızda gezi yazılarıyla tanınmıştır. Kısa cümleli, fikir yüklü yazıları, akıcı ve kuvvetlidir. Falih Rıfkı, meşrutiyet döneminde Ziya Gökalpçi, Kurtuluş Savaşı’nda Anadolucu, savaştan sonra Atatürkçü’dür. Dilde sadeleşmeye gitmesine rağmen halk dilinden ayrılmamış, uydurma kelimelere pek rağbet etmemiştir.
Eserleri arasında gezi yazıları önemli bir yer tutar. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Suriye ve Filistin’deki savaş anılarını anlattığı Ateş ve Güneş; Brezilya’yı anlatan Deniz Aşırı; Londra’yı anlattığı Taymis Kıyıları önemlidir. Bunlardan başka Zeytindağı, Bizim Akdeniz, Tuna Kıyıları, Hind, Yolculuk Defteri adlı gezi yazıları vardır.
Atatürk’ün sözcülüğünü yapan yazar, onunla ilgili anılarını Çankaya adıyla kitaplaştırır. Ayrıca Babanız Atatürk, Atatürk’ün Hatıraları, Atatürkçülük Nedir, Bayrak gibi eserleri de vardır.

Memduh Şevket ESENDAL
Modern hikayeciliğimizin öncülerindendir. Ömer Seyfettin’le aynı yıllarda hikayeler yazmasına rağmen bunları Cumhuriyet’ten sonra yayınlamıştır. Siyasetle sürekli iç içe olan sanatçı, edebi kişiliğiyle siyasi kişiliğini karıştırmamak için birçok eserini değişik takma adlarla yayınlamıştır.
Esendal, hikayecilerimiz arasında en karışık, en dolambaçlı meseleleri bile sadelik ilkelerinden vazgeçmeden anlatabilen en başarılı sanatçıdır. Bu yönüyle modern hikayenin kurucusu Çehov’a benzer. Gündelik yaşayışın içinden konuları rahatça çıkarır. Bu yönü, ağır konulara değer veren çağdaşlarınca pek basit bulunmuş, ancak değeri sonradan anlaşılmıştır.
Onun hikayelerinin bir başka özelliği de, olayı geçmiş zamana aitmiş gibi değil, şimdi oluyormuş gibi anlatmasıdır. Açıklama yolunu bırakıp yaşama yolunu seçmiştir. Seçtiği kişiler öylesine canlı, öylesine gerçektir ki her an karşılaşabileceğimiz biri gibi gelir bize.
Esendal küçük insanların, büyük davalar peşinde koşmayanların, orta halli kişilerin, memurun, emeklinin, ev kadınlarının hikayecisidir.
Yazar, özellikle hikaye ve roman alanında çalışmıştır. Hikayelerini Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Ev Ona Yakıştı adlarıyla yayınladı. Yıkılan bir düzenden yeni toplum düzenine geçişi anlatan Ayaşlı ve Kiracıları ve Vassaf Bey adlı romanları vardır.s

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA
Doğru saydığı düşüncelere tutkuyla bağlanan, ancak en büyük tutkusu şiir olan sanatçının en çok önem verdiği nitelikse içtenliktir.
Sanatçının yapıtlarında, ölçüden, uyaktan yoksun, yalnız dizelerin sıralandığı şiirlerden tutun, hece dizeleriyle, dörtlük, beşlik gibi kümeler halinde düzenli uyakları bulunan şiirlere de rastlanır.
Yazar, bazen oldukça katı bir öztürkçeci kesilir. Karşılık bulamadığı kavramlara kendinden kelimeler türetir. Dillerin arınmasını, ulusların hayal dünyalarının büyümesi olarak algılar. Şiirlerinin kimisi oldukça açık ve yalın, kimisi de sembol yüklüdür. Bazen kapalılığa büyük önem verdiği olur.
Sanatçı, birçok şiir kitabı yayımlamıştır. Çocuk ve Allah, Dört Kanatlı Kuş, Asu, Hoo’lar, Aylam, Haydi adlı kitaplardaki şiirlerin çoğu soyut, kapalı şiirlerdir. Epik tarzda yazdığı, Çakırın Destanı, Üç Şehitler Destanı, Samsun’dan Ankara’ya, Kubilay Destanı adlı şiirleri ünlüdür.

Ahmet Hamdi TANPINAR
Edebiyatın birçok dalında eser veren sanatçılarımızdandır. Hemen tüm eserlerinde, zaman üzerinde durur. Romanda özel bir başarı gösteren sanatçı Batı’daki gelişmeleri yakından izlemiştir. Romanlarında Doğu ve Batı kültürlerinin kaynaştığı görülür. Bu kaynaşma hem histe hem fikirde hem de sanatlarda kendini gösterir.
Romanlarında hitabete, nutuğa, telkine yer vermez. Yapmacıksız, uydurmasız, konuşma diline has bir sözcük seçimiyle eser yazar. Teşbih ve istiarelere bol yer vermişse de bunlar gereksizmiş hissini vermez. Tanpınar’ın düşünce ve hayalle başkalaşan gözlemlerinin dolaştığı İstanbul sokakları, camileri, çarşıları, harabeleri özellikle mütareke yıllarının sıkıntıları, maddi, manevi yıkımları içinde geçmiş olan gençlik çağı, romanını zevkli kılan sebepler arasındadır.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında Cumhuriyet döneminde değişen insanın iç buhranlarına değinir. Bu bunalımları anlatırken, yazarın o dönemde Avrupa’da yaygın bir akım olan Egsiztansiyalizm akımından etkilendiği görülür.
Huzur romanı ise başkahraman Mümtaz’ın tasaları, duyuşları, düşünce ve rüyaları etrafında dönmektedir. Bir kültür bunalımının sancıları ve sıkıntıları içinde bunalan kişiler, gerçek ile rüya arasında gider gelir.
Tanpınar’da rüya çok önemlidir. Hemen tüm eserlerinde rüyaya geniş yer verir. Rüyayı insanı rahatlatan önemli bir etki olarak görür. Aynı özellikler Mahur Beste, Aynadaki Kadın, Karşı Karşıya romanlarında da vardır.
Sanatçının rüyaya verdiği önemi Abdullah Efendi’nin Rüyaları adındaki hikayelerinde de görürüz. Biraz sürrealizmden izler taşıyan hikayeler, yazarın gerçeklerden kaçışını da ifade eder.
Şiir alanında da önemli çalışmaları bulunan Tanpınar, kendi şiir dilini, rüya nazmının hakim olmasını istediği bir estetiğin içinde aramıştır. Şiirlerindeki bazı söyleyişlerde sembolist izler görülür.
Biçim olarak belli bir kalıba bağlı kalmayan sanatçı, şiirlerinde hece ölçüsünü kullanmış, onda aruz sesi bulmaya çalışmıştır. Şiirlerinde gerçekten kaçar, dinleniklik, sessizlik arar. Bunu da rüyalarda ve musıkide bulur. Şiirlerinde toplum değil “ben” vardır. Dış dünya değil, şuuraltı sezilir.
Tanpınar’ın deneme ve makaleleri de vardır. Özellikle Beş Şehir adlı eserinde Ankara, Erzurum, Bursa, Konya, İstanbul’un tabiatından kültürüne kadar tanıtıldığı görülür. Makalelerini Yaşadığım Gibi adıyla kitap haline getirmiştir.
Edebiyat tarihi alanında da çalışmaları bulunan sanatçı 19. Asır Tür Edebiyatı Tarihi’ni yazmıştır. Değişik yazarlarla ilgili biyografiler, mektuplar da bırakan Tanpınar döneminin yeri doldurulamaz bir sanatçısıdır.

Mithat Cemal KUNTAY
Şiirlerinde aruz, geleneksel nazım biçimleri ve uyaklar dışında, sözcüklerin yinelenmesi ve alliterasyonlarla uyum sağlamaya çalışan Kuntay, söyleyişlerinde klasik şiirimizden kalma kimi deyiş ve örgüden yararlanarak coşkulu olmak ister. Daha çok yurt sevgisi konularını işler.
Sanatçı, şiirlerinden çok, ilk kez 1938'de yayımlanan Üç İstanbul romanıyla adını duyurmuştur. Kişilikleri başarıyla çizilen roman kahramanları Adnan’la Belkıs’ın çevresinde gelişen olaylar, toplumsal tutku ve düşüncelerle yansıtılır. İstanbul’un birbirini izleyen üç dönemini bütünüyle yansıtmak isteyen yazar gözlerini hep kokuşmuşluğa dikmiştir. Yalnız kişisel çıkarları peşinde koşanlar, ikiyüzlüler, jurnalciler vs.
Şiirlerini Şehname adlı kitapta toplamıştır.

Ahmet Kutsi TECER
Beş Hececilerden sonra heceye yeni ses ve söyleyiş imkanları getiren Tecer, Faruk Nafiz’in yolundan yürümüştür. Önceleri bireysel şiirler yazmış daha sonra memleket şiirlerine yönelmiştir. Hatta bunu bir anlamda köy şiiri olarak gördüğü söylenebilir.
Folklorün ve aşık tarzı söyleyişin o dönemdeki en önemli destekleyicisidir. Hatta Aşık Veysel’i keşfedip edebiyata kazandıran da odur.
Ahmet Kutsi’nin Koçyiğit Köroğlu, Köşebaşı, Bir Pazar Günü, Satılık Ev gibi tiyatro eserleri de vardır. Bunların kimisi konusunu köy ve şehir folkloründen almış, kimisinde ortaoyunu tekniği kullanılmıştır. Köşebaşı’nda bir eski İstanbul mahallesini bütün havası, kişileri, töreleri ile tanıtır. Koçyiğit Köroğlu’nda ise, ünlü destan kahramanı, hem maceraları hem de insanlığı ve içtenliğiyle tanıtır.
Şiirlerini Şiirler adlı kitabında toplamıştır.

Ahmet Muhip DRANAS
Çağdaşları arasında Fransız sembolistlerinin ilham ve duyuşlarına en çok yönelen sanatçıdır. Az fakat seçkin şiirleriyle dikkati çeker. Hece ölçüsündeki durakları kaldırarak hece veznine yeni bir anlatış getiren sanatçı, on iki on üçlü kalıplar kurmuştur. Söyleyişinde Baudlaire’nin açık etkisi görülür. Hatta onun şiirinden çeviriler yaptığı, böylece söyleyişini taklit ettiği söylenmiştir. Bunu sembollere, masallara bağlı kalmasında da görüyoruz. Sembolistlerde olduğu gibi üç dört satır süren cümleler kurduğu görülür. Kafiyeleri dikkatli ve olgundur.
Dranas asıl gücünü Ağrı, Olvido, Dağlara gibi destansı şiirlerinde gösterir. İlk şiirlerindeki ince ve hayali kadınlar, yerini zamanla Fahriye Abla’ya bırakır.
Şiirde biçim kurallarına sımsıkı bağlıdır. Sanatı, bir ruh disiplini olarak gösterir. Biçimi ise bir disiplinin yansıması diye niteler. Şiirde Anadolu ağzına özgü söyleyişleri ilk kullanan da odur.
Sanatkarlığını, şiir alanında kullanan sanatçı şiirlerini Şiirler adlı eserinde toplamıştır.

Cahit Sıtkı TARANCI
Hececi şiir geleneğini sürdürenlerdendir. Şiirlerinde sürekli bir sıkıntı, hoşnutsuzluk, bıkkınlık sezilir. Haşim gibi o da kendinin çirkinliğinden, sevilmediğinden şikayetçi olur. Şiir onu hayata bağlayan tek yoldur sanki.
Şiirlerinde ölüm korkusuna çok yer verir. Ölümü bir türlü kabullenemez. Hayatın bir gün yok olacağı düşüncesi onu perişan eder. Tüm huzurunu kaçırır. Şiirinde kendinden başkası görülmez, oldukça kişiseldir.Şiirlerinde hece ölçüsüne, kafiyeye son derece bağlı kalmış ancak serbest şiirlere karşı da çıkmamıştır. Şiirde ses güzelliğine değer verir. Şiirin bir kelime işi olduğunu, duygunun, fikirlerin, buluşların sonradan geldiğini savunur.
Şairliği meslek edinen sanatçı, şiirlerini Ömrümde Süküt, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel adlarıyla bir araya toplamıştır.
Şiir hakkındaki görüşlerini değişik makale ve denemelerle gazetelerde açıklamış olan sanatçının, arkadaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplar da yazarı tanıma açısından önemlidir.

Abdülhak Şinasi HİSAR
O hep geçmişte yaşayan biridir. Eserlerinde çoğu zaman anılarını dile getirir. Eserlerini anlaşılması pek güç olmayan, iç içe cümlelerle yazar. Çocukluk yıllarında, Boğaziçi’nde geçen gençlik anılarına sıkı sıkıya bağlı olduğu için, çevresini saran büyük toplum olaylarına, savaşlara, devrimlere ilgisiz görünür. Eserlerinde çoğunlukla hayatın geçiciliği, hiçliği, her şeyin bir gün yok olacağı görüşünü yansıtır.
Onun eserlerini her yönüyle İstanbul oluşturur. Eski köşkleri, yalıları, mehtapları, saz alemlerini, paşaları, beyleri çekici üslupla, şaşırtıcı bir gözlemle anlatır.
Boğaziçi Mehtapları ile edebiyatımızın en güzel mensur şiirlerini vermiştir. Ona göre Boğaziçi ancak şiirsel bir üslupla anlatılabilir.
Yazar, anı, makale, monoğrafi, hikaye, roman türlerinde eserler verdi. Fahim Bey ve Biz romanında, Fahim Bey’in evini, çevresini, memurluklarına dair türlü hayat aşamalarını, garip huylarını kimseye benzemeyen yanlarıyla anlatmıştır.
Çamlıca’daki Eniştemiz romanında Deli Enişte denilen Hacı Vamık Bey’in acayip hayatını anlatmıştır.
Boğazla ilgili diğer eserleri İstanbul ve Boğaziçi Yalıları adlarını taşır.
Eserlerindeki titizlik, hüzün, hayal alemine sığınma sanatçının hayatında da görülür. O, hayatı boyunca mikrop kapma korkusuyla yaşamıştır. Bu nedenle, pişirilmediği için meyve yemez, evinden başka bir yerde yatmaz, şoförünün kılık kıyafetini beğenmediği taksilere bile binmezdi.

Kemalettin KAMU
Şiirlerini çoklukla 7'li, 11'li, 14'li hece kalıplarıyla yazar. Kafiyeleri uyumlu, söyleyişi yalın ve içtendir. Kişisel duyarlılığını yurtseverlik coşkusu içinde dile getirmiştir.
Genç yaşta memleketten göç etmek zorunda kalışı onda derin bir gurbet duygusu uyandırmış, bu nedenle çoğu şiirinde gurbet ve ayrılık duygularını işlemiştir. Hatta şiirlerinde görülen duygusallığı bile buna bağlamak mümkündür. Bu yüzden birçok şiirinde gurbet temasına rastlanır.
Ona bu yüzden “gurbet şairi” diyenler de olmuştur.
Hicret, Bingöl çobanları adlı şiirleri ünlüdür.

Halikarnas BALIKÇISI
Asıl ismi Cevat Şakir Kabaağaçlı olan yazarımız, deniz edebiyatının ünlü hikaye ve romancısıdır. Halikarnas Balıkçısı bir yeni çığırdır, bir güzel düşüncenin başlangıcıdır bizim için. Anadolu’nun eski uygarlıklarını, bilinmezliklerini, Anadolu’yu, Anadolu insanını, kendimizi onlarda bulacağımızı, ilk uygarlık ürünlerinin, gerçek düşüncenin, bilimin Anadolu topraklarında filizlendiğini, boy attığını ondan öğrendik. Eski Anadolu insanı ile günümüz insanı arasında kopmayan, için için sürüp giden güçlü bir bağın bulunduğunu bize o anlattı.
Anadolu’nun her bucağında canlı bir öykünün bir mitolojinin (efsane) yaşadığına inanır. Hikayelerinde sular konuşur, ırmaklar söyleşir, pınarlarla denizler gülüşür. Onun dünyasında ağa, paşa, bilgin, soylu, gibi yalancı ayrışmalar değil, yaşayan her tür insan vardır. Bu bakımdan o hümanisttir.
Yazı hayatına gazetelere yaptığı çevirilerle giren sanatçı, yaptığı bir çeviri yüzünden İstiklal Mahkemeleri’ne düşmüş ve ceza olarak Bodrum’a sürülmüştür. Bütün hikaye ve romancılığı orada başlar. Romanlarının tümünde Ege’yi ve oranın insanlarını anlatır.
Sanatçının en tanınmış eserleri Aganta Burina Burinata, Ötelerin Çocuğu, Uluç Ali Reis, Turgut Reis, Deniz Gurbetçileri adlı romanları, Ege Kıyılarından, Merhaba Akdeniz, Egenin Dibi, Gülen Ada adlı hikaye kitapları, Anadolu Efsaneleri, Anadolu Tanrıları adlı mitolojik eserlerdir.

Sait Faik ABASIYANIK
Hikayeciliği meslek edinen ve modern Türk hikayeciliğinin en önemli temsilcilerinden biridir. Özellikle denizle ilgili hikayelerinde başarılıdır. Hikayelerinde serim-düğüm-çözüm gibi klasik bölümler bulunmaz. En küçük bir olayı bile hikayeleştirebilir.
Sait Faik, gözleme değer vermiş, olayları, kişilerin davranış ve konuşmalarını gözlemlerine dayanarak sergilemiştir.
Yaşamı gibi anlatımında da özgürlüğü yeğlemiştir. Dil ve anlatımdaki kimi cümle ve sözlerde kurallara uymama, yabancı ve uygunsuz sözcükleri seçme onun bu yönüne verilebilir. Bunlara bir de görünüşte realist olan yazarın psikolojik tahlillerde sürrealist bir çizgiye varması da eklenebilir.
Yazar, hayatı bir bütün olarak kavramak ve anlatmak istemiştir. İnsanın yaşadığı, yaşayabileceği hiçbir duyguya kapalı kalmamıştır. Her duyguda sevginin taşıyacağı gerçek ahlakı savunmuştur. Yaşadığının bedelini ödeyen bir insanın onurlu ahlakını savunmuştur.
Hikayelerindeki şahıslar görünüşleriyle iç dünyaları farklı kişilerdir. Sert, aksi, donuk, nüfuz edilemez görünmek isterler. Ruhlarının derinliklerinde ise çocukluğu, temizliği, yakınlığı saklarlar.
Yazar, İstanbul’un sokaklarında, meydanlarında dolaşır, kahramanını arar. Onu kalabalıkların içinde, köşebaşı kahvesinde, yolcu vapurlarının güvertesinde bulur. Onun yaşam yollarını kendi düşüncelerinde bulur. Okuyucuyla yazar arasında bir dostluk kurulur öykülerinde. Bunu, sıcak dili ve onlardan biri olduğunu göstererek başarmıştır.
Edebiyatımıza birçok hikaye kazandırmıştır. Semaver hikayesinde bir fabrika işçisinin basit hayatını anlatır. Şahmerdan ve Sarnıç hikayelerinde Adapazarı’ndan, Avrupa’daki günlerinden izlenimler yer alır. Son Kuşlar’da kuş avcılığını meslek edinen acımasız bir Rum’dan söz eder. Diğer hikayeleri Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi, Kumpanya, Havada Bulut, Alemdağ’da Var Bir Yılan adlarını taşır.
Yazarın ayrıca Medar-ı Maişet Motoru, Kayıp Aranıyor adlı romanları da vardır.
Şiir türünde de eser veren sanatçının şiirleri serbest biçimdedir ve biraz sürrealisttir.Şimdi Sevişmek Vakti adlı şiir kitabı vardır.

Sabahattin EYÜBOĞLU
Kültür dünyamızda benzerine kolay rastlanamayacak kişiliklerden biriydi. Onun önemi geride bıraktığı yapıtlarından çok, kişilik özellikleri, çalışma biçimiyle benzersiz oluşuydu.
Sanatsal yaratıcılığın, kaçınılmaz olarak bireyciliği öne çıkarmasına karşın o kendini birey olarak öne çıkaracak eylemlerden geri durarak, ileri adımları hep başkalarıyla birlikte, yanına o işin kimi zaman heveslilerini, kimi zaman ustalarını alarak gerçekleştirmeyi yeğledi, paylaşmadan aldığı tatla...
Sabahattin Eyüboğlu bir şairdi. Kendini şiire verse, çağdaş şiirimizin önemli adlarından biri olurdu, ama hiç şiir yazmadı. İçindeki şiir, yaptığı şiir çevirilerinde, düz yazılarında ortadadır. Sabahattin Eyüboğlu, bir deneme - eleştiri ustasıdır.
Ele aldığıkonuları, berrak, ışıldayan bir Türkçeyle, okumanın bir güzellik, bilginin bir gereksinim olduğunu duyurarak işlemiştir.
Gelgelelim yaşamı boyunca yayımladığı, Mavi ve Kara adlı incecik bir kitaptan başka deneme kitabı yayımlamamış, çoğu gazete ve dergi sayfalarında kalan deneme yazıları ölümünden sonra bir araya getirilerek yayımlanabilmiştir.

GARİPÇİLER
1940 sonrası Türk şiirinde önemli izler bırakan Garip akımını Orhan Veli kurar. Ona Oktay Rıfat ve Melih Cevdet destek verir.
Bu akıma göre şiirde basitlik ön plandadır. Şiir hayata yaklaştığı sürece başarılıdır. Vezin, kafiye, nazım şekli şairin elini kolunu bağlayan gereksiz unsurlardır. Şiir serbest olmalı hayatın canlılığını yansıtmalıdır. Şiirin ahengini sağlayan, bu bağlar değil sözcüklerdir. Şiirde mecazlı söyleyişlerden kaçınılmalıdır. Sanatlar, şiire bu zamana kadar bir şey kazandırmamıştır. Şiir, yüksek zümrenin malı olmaktan çıkarılmalıdır. Yeni şiirin beğenisi mutlu sınıfı oluşturanların değil bir lokma ekmek için didinenlerin şiiridir. Onlara hitap edecektir.
Şiiri en öz, en yalın halde bulmak için bilinç altına yönelen Garipçiler kendilerinin sürrealist akıma yaklaştığını söylemişlerdir.
Garipçilerin şiir anlayışları şiir dünyasına bomba gibi düşmüş, eleştirenler olduğu gibi destekleyenler de olmuştur. Ancak şiirin bu kadar basit olmadığını savunanlar sonunda haklı çıkmış, önce Oktay Rıfat ve Melih Cevdet kapalı, imgesel şiire yönelmiştir.

Orhan Veli KANIK
Şiir görüşlerini yukarıda söylediğimiz sanatçı, şiirlerinde sağladığı ahenkle etkili olmuştur. Süleyman Efendi’nin nasırıyla ilgili şiiri alay konusu olmuş, o ise bunun Sultan Süleyman’a yazılanlardan farklı olmadığını savunmuştur. Onun şiirlerinde yaşayışındaki avarelik görülür.
Ölümünden sonra “Bütün Şiirleri” adıyla yayınlanan şiirleri, Vazgeçemediğim, Destan Gibi, Yenisi, Karşı adlarıyla yayınlanmıştır.
Bunların dışında manzum olarak yazdığı La Fontaine Masalları, Nasreddin Hoca Hikayeleri vardır. Düzyazılarının çoğu Yaprak dergisinde yayınlanmıştır. Tercüme şiirleri de vardır.

Oktay RIFAT
Şiiri toplum dertlerine çare arayan bir uğraş olarak görür. Orhan Veli’nin ölümünden sonra halk için sanattan biraz ayrıldığı görülür. Folklora, halk deyimlerine yer verir. Fabllere yönelir.
Şiirlerinde çocukluk anılarına ve çocuksu duygulara büyük yer veren sanatçıda realist ve sürrealist çizgiler birliktedir.
Şiirden başka tiyatro alanında da eserler veren sanatçının Kadınlar Arasında adlı eserinde mirasyedi bir paşa oğlunun yoksul bıraktığı annesi konu edilir. Oyun İçinde Oyun adlı tiyatroda ise Karagöz ve Ortaoyunu’ndan alınan konuları işlemiştir. Bunların dışında oynanan ancak yazıya geçirilmeyen eserleri de vardır.

Melih Cevdet ANDAY
Biçim ve içeriğiyle çok değişik özellikler gösterir. 1940'ların açık anlaşılır dili, 1950'lerden sonra imgelerle yüklü kapalı bir dil halini alır. Sözcük seçiminde dil devrimi ilkelerine uyar ve gerektiğinde kendisi sözcük üretir.
İlk şiirlerinde görülen romantik özelliklerden sıyrılarak, şiiri duygulardan çok aklın egemenliğe, güzel günlerin özlemine bırakır. Söz oyunlarından kaçar, yalın bir dili işler. Düzyazılarında, çoğunlukla yoğun bir düşünce, şiirsel, esprili, özlü bir dili vardır. Dizelerinin toplumcu, somut yapısı duygularını mantıksal bir güçle düzyazıya sürükler.
Fıkra, makale, deneme, çeviri, gezi, roman, tiyatro, türlerinde yazmakla beraber ısrarla şiir üzerinde durur. Rahatı Kaçan Ağaç, Telgrafhane, Yan Yana, Kolları Bağlı Odysseus, Göçebe Denizin Üstünde, Teknenin Ölümü gibi şiir kitapları; Doğu-Batı, Konuşarak, Yasak adlı denemeleri; Aylaklar, Raziye adlı romanları; gezi yazıları, tiyatro yazıları vardır.
• • •

Bedri Rahmi EYÜBOĞLU
Aslında bir ressam olan sanatçı, halk kültüründen büyük esinlemeler taşır. Şiirde biçim, ölçü, uyak kaygısından uzaktır. Dizeleri yalnız söyleyişe uygun düşen doğallıkla yazılır. Gözlemlerinden, halkın deyişlerinden, beğenisinden aldığı motifler içtenlik ve coşkuyla kaynaşarak şiir haline gelir.
Ressamlığın verdiği bakış açısıyla şiirde renklerle tablo çizilir. Mesela, halk şiirine, deyişlere duyduğu hayranlık şiirlerinde kendine özgü bir bileşimle ortaya çıkar, uzun süre akıldan çıkmayacak, her fırsatta hatırlanacak dizeler oluşturur.
Şiirlerini Yaradana Mektuplar, Karadut, Tuz, Dol Karabakır Dol, Yaşadığım Aşklar adıyla yayımlamıştır. Deneme, söyleşi ve gezi yazılarını Canım Anadolu ve Tezek adlarıyla kitaplaştırmıştır.
Çoğu plastik sanatlarla ilgili sanat yazıları ise Deli Fişek, Resme Başlarken adlarıyla kitaplaştırılmıştır.

Necati CUMALI
Sanatçı şiir, hikaye, roman, tiyatro gibi türlerde eser vermiştir. Sanata şiirle başlamış sonra düzyazıya geçmiştir. Yaşama sevinciyle yüklü, günlük izlenimlerin özelliklerini anlatırken, köylüyü, halkı, Anadolu’nun çaresizliklerini de konu olarak işlemiştir.
Yazar, çoğu zaman iyi tanıdığı insanları yazmayı amaçlamıştır. Süssüz, mecazsız, duru, iç ve dış gözlemi kuvvetlice yansıtan bir dili vardır. Sağlam bir konuşma diliyle yazdığı şiirlerinde kısa dizeler kullanmaya özellikle özen gösterir. Şiirlerinde ölçü ve kafiye kullanmamıştır.
Cumalı son yıllarda şiiri azaltmış, daha çok hikaye, oyun ve roman yazmıştır. Bunlarda, özellikle oyunlarda toplum dertlerini belli açılardan görmüş, çatışmacı bir yol izlemiştir. Nalınlar oyununda sosyal çatışmayı, Susuz Yaz adlı hikayesinde toplumsal gerçekçilerin üslup ve mücadele tarzlarını benimsemiştir.
Şiirlerini, Kızılçullu Yolu, Harbe Gidenin Şarkıları, Mayıs Ayı Notları, Güzel Aydınlık, Yağmurlu Deniz, Başaklar Gebe adlı kitaplarda toplamıştır.
Yazarın, Yağmurlar ve Topraklar, Zeliş, Acı Tütün, Aşk da Gezer, Dila Hanım adlı romanları ve Boş Beşik, Derya Gülü adlı tiyatro eserleri de vardır.

Behçet NECATİGİL
Bir arayış, yeni bir şiir dili kurma amacıyla ilk eserlerinden sonuncuya değin bir gelişme içinde olan şair, önceleri Orhan Veli grubunun kurduğu şiir yolunda gitmiştir.
İçe dönük kişiliğine karşın, şiirlerinde, kendi evinden başlayarak öteki evleri, sokağı, çevreyi giderek dış dünyayı ve toplumu, sorunlarıyla kavramaya, irdelemeye yönelmiş, algılamaya çalışmıştır.
Onun şiirinde değişen özellikler görülür. Önce doğal, yalın, sonra yer yer alaca ya da kapalı olan söyleyiş vardır. Şiirlerinde duygudan çok düşünce, sembol vardır. Bu yönüyle önceleri benzediği Garipçilerden tamamen ayrılmıştır.
İlk şiir kitabı Kapalı Çarşı’da şair geleneksel şiirin etkisindedir. Biçim, kafiye, ölçü vardır. Söz sanatlarına yer vermiştir.
Çevre’de biçimsel özgürlüğe geçmiştir. Yaşadıklarından, gözlemlerden yararlanmıştır.
Evler kitabında tamamen toplumsal olaylara değinmiş, küçük aileleri gözlemleriyle aktarmıştır.
Divançe adlı kitabında ise Necatigil modern yorumlarla gazel ve kasideler yazmıştır. Ancak bir süre sonra yönelimi değişmiş, oldukça kapalı felsefik şiirler yazmıştır. Bunların adları bile gariptir. İki Başına Yürümek, Belki Yazdı bunlardan birkaçıdır.
Asıl uğraşı şiir olan sanatçının radyo oyunları, edebiyat sözlükleri ve çevirileri vardır.

Cahit KÜLEBİ
Şiirde yeni bir romantizm oluşturduğunu söyleyen şair aslında çoğu zaman realisttir. Toplumcudur, hayale yer vermez. Şiirlerinin kaynağı milli sanattan gelir. Yurdun perişanlığını, Anadolu insanının bahtsızlığını, sefaletini bir ideoloji olarak sergileyen toplumculardan değildir. Anadolu’yu yadırgamamış, onu sevmiştir. Orhan Veli’nin alaycı, Fazıl Hüsnü’nün destansı, Behçet Necatigil’in kapalı şiirlerinin ortasında o açık, gerçekçi, iyimserdir.
Biçim yönünden serbestliği savunmuştur. Heceyi pek kullanmasa da kafiyeyi bir ses unsuru olarak çoğu zaman kullanmıştır. Şiirlerine halk deyişleri, halk türküleri bir alt yapı gibi sinmiştir.
Şairin, Adamın Biri, Rüzgar, Atatürk Kurtuluş Savaşında, Yeşeren Otlar, Süt, Şiirler, Yangın adlarında şiir kitapları vardır.
Şiirleri ve şiir üzerine düşüncelerini Şiir Her Zaman kitabında, anılarını Sevda Dolu Yolculuk adıyla yayınlamıştır.

Necip Fazıl KISAKÜREK
Şiirde felsefik söyleyişlere büyük değer veren sanatçı, şiirlerinde metafizik, soyut konulara yer vermiştir.
Ona göre şiir, duygu ve düşüncenin tam bir uyuşmasıdır. Üstün sanatçı biçimden, kafiye ve ölçüden korkmaz. Onları atmaya kalkmaz, her dize ve kelimesinde eski kalıpları yenilemek gücü gösterir. Bütün mesele iç şekli bulmaktır; fakat bunun gerçeği dış şekildir.
Necip Fazıl’ın ilk şiirlerinde, Halk ve Tekke şairlerine ait biçim ve özlerin, çağdaş bir içerikle yenileştiği görülür. Bunlarda Faruk Nafiz’in üslubunun etkileri vardır.
Önceleri dini havadan uzak şiirler yazmış, sonraları ise Allah yolunu anlatmayı amaç edinmiş, sanatı inançlarının sesi haline getirmiştir.
Bütün şiirlerini heceyle yazmış ve biçime ısrarla bağlı kalmıştır. Felsefi duygularını fikir kuruluğuna düşmeden şiirde eritmiş, kolay anlaşılan ancak yorum gerektiren söyleyişler kurmuştur.
Döneminde düşüncelerinin kabullenilmediğini bildiği için, karşısındakileri kırıcı, rencide edici hatta bazen hakaretlere varan sözlerle aşağılamaya çalışmıştır.
Yazar birçok türde eser vermiştir. Örümcek Ağı, Kaldırımlar, Ben ve Ötesi, Çile, şiir kitapları; Tohum, Bir Adam Yaratmak, Künye, Satırbaşı, Para, Reis Bey, Ahşap Konak gibi tiyatro eserleri; Çöle İnen Nur, Büyük Doğu’ya Doğru, Çerçeve, İdeologya Örgüsü gibi fıkra ve makalelerinin toplandığı eserler ve daha birçok biyografi eserleri vardır.

Peyami SAFA
Modern Türk romanının en usta yazarlarındandır. Özellikle psikolojik roman türüne ağırlık vermiştir.
Safa, bir tahlil romancısıdır. Yani kişilere ve eşyaya psikolojik bir dikkatle bakar. Şuur ile şuuraltını birleştirir. Maddi, manevi ıstırap dolu hayatları, hasta beden ve ruhları, ahlak bunalımlarını, kişi, toplum çatışmalarını, vicdan azaplarını, yalnızlık duygularını konu edinir.
Ona göre romanın yaşanmış olması gerekmez, yaşanırken meydana getireceği ruh ve düşünce hallerinin ifade edilmesi yeterlidir. Onun her romanında kendinden bir parça vardır.
9. Hariciye Koğuşu’nda yazar bir bakıma kendi başından geçen bir kemik hastalığını konu edinir.
Yeni bir dünya kurmak rüyası Safa’nın çoğu romanında vardır. Mahşer’de Nihat, Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nda Ferit, Yalnızız’da Samim ve Biz İnsanlar’da Orhan gibi.
Sözde Kızlar, Şimşek, Mahşer, Bir Akşamdı, Canan, Fatih-Harbiye, Bir Tereddütün Romanı, Yalnızız, Biz İnsanlar, Matmazel Noralya’nın Koltuğu, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu önemli romanlarıdır.
Geçimini kalemiyle sağlayan sanatçı aynı zamanda değişik gazetelere yazılar yazmış hatta Server Bedii takma adıyla romanlar, fıkralar yazmıştır.

Arif Nihat ASYA
İkinci kuşak hececilere çağdaş olmakla birlikte, vezin bakımından bir kararlılık göstermeyerek, aruzu, heceyi ve serbest biçimleri aynı ustalıkla kullanmıştır. Her türlü yeniye açık olduğu gibi, her kıymetli eskiye de bağlı bu çok renkli sanatçıyı belli bir gruba dahil etmek zordur. Önceleri romantik bir Turancılık havası taşıyan milliyetçiliği, daha sonra Anadolu’nun cefa, çile, haksızlık dolu fakat aynı ölçüde mertlik, asalet, ruh ve şiir kaynağı olan varlığına yönelmiştir. Ayrıca Osmanlı tarihiyle ilgili şiirlerinin yanında dini şiirler de yazmıştır.
Sayısı otuzu bulan kitapları arasında, Heykeltraş, Yastığımın Rüyası, Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor önemli şiir kitaplarıdır.

Muhsin ERTUĞRUL
Çağdaş Türk tiyatrosunun kurucusudur. Tiyatroyu bilinçli, sağlam temeller üzerine kuran; halka ulaştırmak için yılmadan emek harcayan en büyük tiyatro adamlarımızdan biridir. Tiyatro sanatçısı olmasının yanında, bu konuda en güçlü yazılar yazmış bir fikir adamımızdır. Türkiye’nin dört bir yanına tiyatro açarak halkı eğitmeyi amaçlamıştır. İnsan ve Tiyatro Üzerine Gördüklerim adlı kitabında yazılarını toplamıştır. Bunun dışında Renkli Fener, İhtilal, Baba, Söz Söyleme Sanatı adlı çeviri eserleri de vardır.

Tarık BUĞRA
Cumhuriyet döneminin hikaye ve romancısıdır. Toplum çatışmalarını psikolojik açıdan görür. Sanatın gerçekliğini toplumsal gerçekliğin karşısına çıkarır. “Siz sanat toplum içindir, diyenlere aldırış etmeyiniz; onların en kabadayıları bile, sanat sanat içindir, diyenler kadar cemiyete mal olmamışlardır.” der. Sanatın amacı insanı yükseltmek olduğu halde, sosyal gerçekçilerin, sanatı bütün değerinden soyarak alçalttıklarını savunur. Toplumsal sorunları, bireysel ahlak yönünden alır. Şiirli, akıcı, yoğun bir anlatımla, izlenimlerle çevre, kişi ve olayların soyut derinliğine iner. “Hikaye de, roman da, tiyatro da dille yaşar. Dilin mükemmel, yani değişmez haline yaklaştıkça yaşar.” düşüncesiyle şive taklitlerinden, standart dilin dışında kalan, gelip geçici dil görüntülerinden kaçar. Fıkra, gezi notları, hikaye, roman ve oyun türlerinde eserleri vardır. Yalnızların Romanı, Küçük Ağa, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, İki Uyku Arasında, Siyah Kehribar, Oğlumuz gibi roman ve hikayeleri; Gagaringrad adlı gezi yazısı; Gençlik Türküsü adlı fıkralarını derlediği eseri; Düşman Kazanmak Sanatı adlı edebiyat yazıları vardır. Ayrıca İbiş’in Rüyası adlı romanı tiyatroya uyarlanarak sahnelenmiştir.

Kemal TAHİR
Cumhuriyet döneminin köy ve köylü gerçeklerine eğilen romancılarındandır.
Köyü, köylüyü, kuvvetli bir gözlemle, şehirlilerle köylülerimizin evrimini, yöresel renkleriyle anlatır. Cezaevlerinde tanıdığı insanlar, sürgünde bulunduğu köy çevreleri, ele aldığı konuları yalnız sanatçı sezgisiyle değil, bilimsel bir yöntemle, köy gerçeklerini anlatmasıyla diğer romancılardan ayrılır. Romanları, “nehir roman” niteliği taşır.
Her romanı günümüzün köy - şehir yaşantılarını, tarihsel ve toplumsal gelişmeleri içinde ele alan bir diğer romanının devamı gibidir. “Sahici Türk romanı işçimizle köylümüzün realitesinden çıkacaktır.” görüşünü savunur. Not olarak derlediği sözcüklerle, deyimlerle, cümlelerle, araştırma ve kültür zenginliği ile İstanbul şivesinin kaynaşmasından doğan canlı, rahat bir anlatımla yazar.
Şiir denemeleriyle, dedektif ve macera romanlarıyla takma adla yaptığı çevirilerle yazı hayatına atılmış; hikaye ve romanda karar kılmıştır. Sağırdere, Esir Şehrin İnsanları, Körduman, Rahmet Yolları Kesti, Yediçınar Yaylası, Yorgun Savaşçı ve Devlet Ana en önemli romanlarıdır.

Eflatun Cem GÜNEY
Halk masallarımızın, halk hikayelerimizin efsanelerimizin geleneksel yapısını, ruhunu bozmadan bunlara modern bir sanat niteliği kazandıran usta bir masalcımızdır. Taşra gazetelerinde fıkralar yazmış, sonunda folklorda, masalda karar kılmıştır. Yıllarca yurdun dört bucağından topladığı folklor malzemesini titiz sanatçı ruhuyla işleyip değerlendirmiştir. Yazdığı 60'ın üzerinde kitabın 30'u masaldır. En tanınmış eserleri şunlardır.
Meltem Sesleri (Şiir kitabı), Sabırtaşı, En Güzel Türk Masalları, Zümrütanka, Açıl Sofram Açıl, Bir Varmış Bir Yokmuş, Evvel Zaman İçinde, Dede Korkut Masalları, Kerem İle Aslı, Az Gittim Uz Gittim...

İKİNCİ YENİLER
Birinci Yeni, başka adıyla Garip Akımı, şiirselliği ve geleneksel kuralları, baştacı edilenleri yadsıyarak şiirde halka ve yalına yönelen, biçim, öz, söyleyiş yenilikleri getirmişti. Ne var ki yaklaşık on yıl sonra, şiirde, şiirsellik, duyarlık, duygu, düşlem ve imge aranır oldu. Batı’da geliştirilen “soyut”, “imgesel” benzeri niteliklerle yazmak gibi yeni arayışlara gidildi. Bu, İkinci Yeni’nin doğmasına zemin hazırladı.
Bu şiirin temsilcilerinden olan İlhan Berk şiirin özelliklerini şöyle açıklamaktadır. “Şiirin ögelerini, ilkelerini saptamak, kendi ilkelerinin dışındaki bütün öbür araçları atmak, şiiri şiir olarak düşünmek, İkinci Yeni Şiir, ilk bunu düşünüyor.”
“Şimdiye değin anlamın bir yönü biliniyordu: Akla bağlılık. Oysa şiirin en yüce ögesi aklı allakbullak etmesi, onu yıkmasıdır.”
Bu şiirin diğer bir temsilcisi Edip Cansever ise: “Şiirin değeri okuyucunun çağrışım gücüne bağlı olmalı.” der.
Ece Ayhan ise İkinci Yeni’nin ne yapmak istediğini şöyle özetler: “İkinci cepheyi açmak, akıl dışında da bir anlam olduğunu savunmak, şiirin kuralları konusunda yıkıcı davranmak, anlamsızlığın anlamına doğru gitmek. Bu gerçekleri dil kurallarıyla sınırlayamadığımız için dili aşmak, kelimeleri anlamından kurtararak, yeni özün sonucu olan yeni biçimi, yeni biçimin de zorunlu sonucu olan yeni özü getirmek.”
Başlangıçta bir topluluk olarak ortaya çıkmayan, bildirgesi bulunmayan, dahası kimi ilkeler üzerinde birleşmeden yalnızca Birinci Yeni’yi yeterli görmeyerek şiirde, herbirinin kendi aradığını gözettiği bu şairleri bir ad altında toplamak gerekiyordu; İkinci Yeni adı bulundu. Bu grup çok uzun soluklu olmadıysa da, geniş okuyucu bulamadıysa da Türk şiirine yeni boyutlar kazandırdı. Temsilcileri ise İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreyya, Ece Ayhan, Sezai Karakoç’tur.