tag:blogger.com,1999:blog-4551591713942565082024-03-05T21:26:03.356-08:00Edebiyat BahçesiTürk edebiyatı ve tarihi, şiir, sesli şiir, Türkçe, dilbilgisi, eğitim, Bafra, dini konular, Türkiye, kültür...S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.comBlogger79125tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-29976279091189970172008-11-18T00:06:00.000-08:002008-11-18T00:08:05.908-08:00O ERLER Kİ...O erler ki, gönül fezasındalar,<br /><br />Toprakta sürünme ezasındalar.<br /><br /><br />Yıldızları tesbih tesbih çeker de,<br /><br />Namazda arka saf hizasındalar.<br /><br /><br />İçine nefs sızan ibadetlerin,<br /><br />Birbiri ardınca kazasındalar.<br /><br /><br />Günü her dem dolup her dem başlayan,<br /><br />Ezel senedinin imzasındalar.<br /><br /><br />Bir an yabancıya kaysa gözleri,<br /><br />Bir ömür gözyaşı cezasındalar.<br /><br /><br />Her rengi silici aşk ötesi renk;<br /><br />O rengin kavuran beyzasındalar.<br /><br /><br />Ne cennet tasası ve ne cehennem;<br /><br />Sadece Allahın rızasındalar.<br /><br />1983<br /><br />N. FAZIL KISAKÜREKS. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-59620988831129009512008-11-12T14:04:00.000-08:002008-11-12T14:21:03.431-08:00İLK İSLÂMİ ESERLER (GEÇİŞ DÖNEMİ TÜRK EDEBİYATI)Türkler onuncu yüzyıldan itibaren kitleler halinde İslamiyet'i kabul etmeye başlamışlardır. İslam kültürünün etkisiyle yavaşa yavaş yeni bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Kendine özgü nitelikleri ve kurallarıyla “Divan Edebiyatı” adını verdiğimiz dönemin oluşumu 13.. yüzyıla kadar gelir. Daha sonra bu edebiyat anlayışı 19.yüzyıla kadar etkin bir şekilde varlığını sürdürür.<br /><br />Diğer yandan, İslamiyet'ten önceki “Sözlü Edebiyat Dönemi”, İslam kültürünün etkisiyle içeriğinde küçük değişimlere uğrayarak “Halk Edebiyatı” adıyla gelişimini sürdürür. Yani, bir anlamda “Halk Edebiyatı” dediğimiz edebiyat, İslamiyet'ten önceki edebiyatımızın İslam uygarlığı altındaki yeni biçimlenişidir. Oysa “Divan Edebiyatı” tamamen dinin etkisiyle şekillenmiş bir edebiyattır.<br /><br />Türklerin Müslüman olduğunu kabul ettiğimiz 10.yüzyılla, Divan edebiyatının başlangıcı olarak kabul edilen 13. yüzyıl arasında İslamiyet'in etkisi altında verilmiş olan, bir anlamda geçiş dönemi ürünlerimiz sayılan eserler yer almaktadır.<br /><br /><br />İLK İSLAMİ ÜRÜNLER<br />KUTADGU BİLİG: <br /><br />Kutadgu Bilig, Türk dilinin en temel eserlerinden ve Türk dili araştırmalarının en mühim kaynaklarındandır. İslâmî Türk edebiyatının adı bilinen ilk şair ve düşünürü Balasagun’lu Yusuf Has Hacib tarafından kaleme alınmıştır.<br /><br />Eserini Balasagun’da yazmaya başlayan Yusuf, 1068 yılında memleketinden ayrılarak Doğu Karahanlı Devleti’nin merkezi olan Kaşgar’a gitmiş ve eserini 18 ay sonra, 1069 (Hicrî 462) yılında burada tamamlamıştır. Kitabını bitirince bunu, Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sunmuş, Han da eseri çok beğendiği için Yusuf’u, takdiren “Hâs Hâcib (Ulug Hâcib)” tayin etmiştir.<br /><br />Kutadgu Bilig'deki kahramanların temsil ettikleri değerler:<br /><br />Kutadgu Bilig, dört ana karakter arasında geçen diyaloglardan oluşmaktadır. Eserdeki bu dört ana karakterin her birinin belirli bir sosyal rolü vardır ve her biri belirli bir değeri temsil eder.<br /><br />Küntogdı hükümdardır ve hukuku/adaleti temsil eder; <br />Aytoldı vezirdir ve saadeti/devleti temsil eder; <br />Ögdülmiş de vezirdir ve aklı temsil eder;<br />Odgurmış ise akibeti/kanaati temsil eder. <br /><br />“Kutadgu” kelimesi, “saadet, kut” manasındaki “kut” kelimesinin üzerine isimden fiil yapan “+ad-” ekiyle fiilden isim yapan “-gu” ekinin eklenmesi sonucu oluşmuştur ve “bilig”le beraber “saadet, mutluluk veren bilgi/ilim” anlamını taşımaktadır.<br /><br />Eser, insanlara dünyada tam anlamıyla kutlu olmak için gereken yolu göstermek amacıyla kaleme alınmıştır. Yusuf Hâs Hacib, eserinde aruz ölçüsünü kullanmıştır. İlâveler ile birlikte yaklaşık 88 başlık altında toplanan eserin esas kısmını oluşturan bölüm kısaltılmış mütekarip yani fa‘ulun fa‘ulun fa‘ulun fa‘ul ve vezniyle yazılmıştır (eserde yalnız bir dörtlük içinde tam mütekarip geçmektedir: bk. 3800-3801). 1.-6520. beyitler mesnevi tarzında kendi arasında kafiyelidir. Eserin sonuna eklenmiş olan parçalardan gençliğine acıyıp ihtiyarlığından bahseden 44 beyitlik bir kısım (beyit 6521-6564) tam mütekarip (fa‘ulun fa‘ulun fa‘ulun fa‘ulun) vezninde olup, kaside tarzında ve aa ba ca şeklinde devam etmektedir. Zamanenin bozukluğundan ve dostların cefasından bahseden 40 beyitlik bir parça (beyit 6565-6604) ise evvelki parçanın vezninde ve tarzındadır. Kitap sahibi Ulu Hâs Hâcib Yusuf’un kendi kendisine nasihat vermesinden bahseden 41 beyitlik parça da (6605-6645. beyitler) eserin aslı gibi, kısaltılmış mütekarip vezninde ve kaside tarzındadır.<br /><br />O dönem için Türk edebiyatında yeni olduğu tahmin ve tasavvur edilen aruz ölçüsünün ilâve parçalardaki kafiye dışında, şair tarafından pürüzsüz bir şekilde kullanıldığı görülmektedir. Eser, yarı hikâye ve yarı temsil tarzında yazılmış olup, arada hareketi hazırlayıcı ve izah edici monologlara ve canlı tasvirlerin bulunduğu sahnelere yer verilmiştir.<br /><br />Kaşgârlı Mahmut ve onun eseri Divânü Lügati't-Türk ile çağdaştır, hatta hemen hemen aynı yıllarda yazılmış olması o dönem Türkçenin gördüğü itibar açısından da dikkate değer.<br /><br /> <br />DİVAN-I LUGAT-İT TÜRK: <br /><br />Eserin adı, “Türk Dili’nin toplu(genel) Sözlüğü” anlamına gelir. Adından da anlaşılacağı gibi, eser bir sözlüktür; Araplara Türkçe’yi öğretmek amacıyla yazılmıştır. Bundan dolayı, Türkçe’nin Arapça karşısında savunulduğu bir eser olarak değerlendirilir. Eserde Türkçe sözcüklerin anlamları Arapça’yla açıklanmakta ve her maddeden sonra birtakım Türkçe metinler örnek olarak verilmektedir. Kaşgarlı Mahmut tarafından XI. yüzyılda yazılan eserin asıl önemi de, işte bu derleme Türkçe metinlerden ileri gelmektedir. Eserine bir de Türk illerinin haritasını koyan Kaşgarlı Mahmut, Türkçe sözcüklerin açıklamalarını yaparken dört yüze yakın dörtlükten oluşan şiirlerle atasözlerini (sav) örnek olarak verir. Divan-ı Lügat-it Türk, Türk dilinin ana eseri, Türk edebiyatının ve folklörünün bir hazinesi olarak kabul edilmektedir.<br /><br />Edebiyatımızda aruz ölçüsünün ilk kullanıldığı eser olarak kabul edilmektedir. Eserde adaleti, aklı, saadeti ve devleti temsil eden dört kahramanın çevresinde gelişen olaylarla yazar, devlet idaresinin ve sosyal düzenin nasıl olması gerektiğini anlatır. Hakaniye Türkçesiyle yazılmış olan eserde 7500 civarında Türkçe sözcük Arapça olarak açıklanmıştır. Ayrıca Türk boylarının dilleri ve Türk illeri hakkında bilgi verir.<br /><br /><br />ATABETÜ’L-HAKAYIK: <br /><br />12. yüzyılda Edip Ahmet Yükneki tarafından aruz ölçüsü ve dörtlüklerle yazılmıştır.<br /><br />Atabetü'l Hakayık (Gerçeklerin Eşiği) , Edip Ahmet Yükneki'nin, Karahanlı beylerinden Muhammed Dâd Sipehsalar'a hediye ettiği, hadis ve Arapça beyitlere dayanarak yazdığı şiirlerle, ahlaklı insan olmanın yollarını, ahlak ilkelerini açıklamış, çeşitli ahlakî öğütlerde bulunmuş, İslamî düşünce ve görüşlere yol gösterici olmuştur. 'Hibetü'l-Hakayık', veya 'Aybetü'l-Akayık' olarak da isimlendirilir.Eserde dünyayı, tanrıyı, insanı bilmenin sadece bilim yoluyla olabileceği anlatılır. Bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı hakkında olan konuyu işlemiştir. <br /><br />Türk nazım birimi dörtlüklerle oluşan bu eserini şair, Yusuf Has Hacib'in 'Kutadgu Bilig'i gibi aruz vezniyle ve Kaşgar diliyle yazmıştır. Şairin bu eserini nerede ve ne zaman yazdığı kesin olarak bilinmemektedir. Atabetü'l Hakayık'ın Kaşgar diliyle, Uygur harfleriyle yazılmış ilk yazması İstanbul'da Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. <br /><br />Özellikleri:<br />• Gerçeklerin eşiği anlamına gelir. <br />• Konusu din ve ahlaktır. <br />• Didaktik (öğretici) bir eserdir. <br />• Mesnevi tarzında yazılmıştır. <br />• Nazım birimi olarak beyit ve dörtlük kullanılmıştır.<br />• Aruz ölçüsüyle yazılmıştır. <br />• Arapça ve Farsça kelimeler vardır. <br />• Telmih (hatırlatma) sanatı kullanılmıştır. <br />• Eserin Konusu:Eser 14 bölümden oluşur.Baştaki 5 bölüm giriş,şairin adını verdiği 8 bölüm asıl konu, sondaki 1 bölüm de bitiriş bölümüdür. <br />Giriş bölümleri {kaside}biçimiyle(aa ba ca da...) ,asıl konu ile ilgili bölümler ve bitiriş bölümü (dörtlüklerle) [aaba]yazılmıştır.Giriş bölümünde 80 beyit, asıl konu ve bitiriş bölümlerinde 101 dörtlük vardır.Eserin tamamı 484 dizeden oluşur.<br /><br /><br />DİVAN-I HİKMET: <br /><br />12. yüzylda Ahmet Yesevi tarafından dörtlüklerle ve hece ölçüsüyle yazılmış dini, tasavvufi ve öğretici bir eserdir. Dörtlüklerin her birine “hikmet” adı verilmiş ve bu hikmetler Orta Asya ve Anadolu’da yayılarak halkı derinden etkilemiştir. Yesevilik tarikatının da kurcusu olan Ahmet Yesevi daha sonra Anadolu’da kurulan pek çok tarikata kaynak olmuştur.<br /><br />Genel olarak dervişlik hakkında övgülerden bu dünyadan şikayetten cennet ve cehennem tasvirlerinden, peygamberin hayatından ve mucizelerinden bahsedilir. Dini ve ahlaki öğütler veren şiirlerede yer vermiştir. Hece ölçüsü olarak 4+3 ve 4+4+4 kullanılmıştır.<br /><br />Özellikleri:<br />*Kitapta Allah aşkı Peygamber sevgisi işlenmiştir. <br />*Hikmet: Hoş, hayırlı anlamlarına gelir <br />*Sade ve yalın bir dil kullanılmıştır. <br />*Aruz ve hece ölçüsü kullanılmıştır. <br />*Dörtlük ve beyitle yazılmıştır. <br />*144 hikmet ve 1 münacaat 'tan oluşur. <br />*Eser karahanlı türkçesinin hakaniye lehçesiyle yazılmıştir <br />*İstifham (soru sorma) ve Tecahul-i Arif (bilmezlikten gelme) sanatları kullanılmıştır. <br />*Ahmet Yesevinin hikmetlerinin birleşmesiyle oluşmuştur. <br />*Ahmet Yesevi hikmetleri Karahanlı Türkçesiyle söylemiştir. <br />*Hikmetler dini tasavvufi şiirlerdir. <br />*Allah'a yakın olma isteği vardır. <br />*Şiirlerde ulusal ögeler(ölçü,nazım biçimi,yarım uyak)ile İslamlıktan gelme yabancı ögeler(din ve tasavvuf konuları, yabancı sözcükler)bir arada kullanılmıştır. <br />*Eserin uyaklanışı abcd dddb eeeb şeklindedir.Dördüncü dizelerin birbiriyle uyaklı oluşu hatta zaman zaman aynen tekrarlanışı bu şiirlerin musiki ile okunmak için söylendiğini gösterir. <br />*Divan-ı Hikmet'i Ahmet Yesevi yazmamıştır. Ahmet Yesevi'nin kurduğu tarikattaki Şaban Durmuş, Ahmet Yesevi'nin görüşlerini ve düşüncelerini kitap haline getirmişlerdir. <br />*Didaktiktir ve manzum bir eserdir.S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-52753457420072692982008-10-12T09:28:00.000-07:002008-10-12T09:44:52.232-07:00Bizim Türkümüz - Yavuz Bülent BAKİLER<span style="color:#3366ff;">Bizim Türkümüz</span><span style="color:#cc66cc;"><br /></span><span style="color:#cc66cc;"><br /></span><span style="color:#ffffff;">Bizim türkümüzde gurbet var artık.<br />Hasret var, yürek var, toprak var balam<br />Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar<br />Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları’na dek uzar<br />Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar.<br /><br />Kerkük’te kurşunlar ansızın bizi vurur<br />Sürüklenir sokaklarda başsız cesetlerimiz<br />Zulüm bir hançer gibi içimize oturur<br />Bir mağara devrinden arta kalan insanlar<br />Kerkük’te kan kusturur…<br /><br />Uzar gider bir sessizlik içinde<br />Bir uçtan bir uca Türkistan toprakları<br />Beyaz altın dediğimiz pamuk tarlalarına<br />Çöreklenir yedi başlı kızıl yılan<br />Baş kaldırsa esarete yeni bir Osman Batur Han<br />Bebekler bile vurulur beşiklerinde<br />Kana boyanır Türkistan.<br /><br /> <br /><br />Basmış kanlı çizmeler toprağına bir defa<br />Çiğnenmiş kara kalpaklar, temiz duvaklar<br />Susmuş minarelerinde mübarek ezan<br />Prangaya vurulmuş bir mahkûm gibi çaresiz<br />Boynu büküktürkülerde güzelim Azerbaycan.<br /><br />Bir kanlı ağıt söylenir şimdi Kırım’da<br />Biz duyarız Kırım’ın öldüren feryadını<br />Bir büyük destanla birlikte yeniden yazacağız<br />Kırım topraklarına Kırım Türkünün adını.<br /><br />Balkanlarda büyük, öksüz kubbeler<br />Minareler, şadırvanlar, kervansaraylar<br />Bizi söyler, anlatır Mimar Sinan’dan beri<br />Üsküp’te, Estergon’da, bir atar damar gibi<br />Davullar, zurnalar ve serhat türküleri…<br /><br />Yüzyıllardan beridir Altaylardan Tuna’ya<br />Bizim türkülerimizdir söylenen<br />Konuşan dil, bizim dilimizdir<br />Renk renk, nakış nakış uzayan toprak değildir<br />Kilimlerimizdir…<br /><br />Yine bir dağ gibi, bir dev gibi doğrulacağız<br />Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan<br />Tanıyacak bizi dünya yeniden heyecanla<br />Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan.<br /><br /><br />Bizim türkümüzde gurbet var artık.<br />Hasret var, yürek var, toprak var balam<br />Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar<br />Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları’na dek uzar<br />Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar.</span><span style="color:#cc66cc;"><br /></span><p><span style="color:#cc66cc;"></span><span style="color:#cc33cc;">Yavuz Bülent BÂKİLER</span></p>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-86207887324076013922008-10-12T09:18:00.000-07:002008-10-12T09:42:09.808-07:00<p><span style="color:#cc33cc;">HOŞÇA BAK ZATINA KİM ZÜBDE-İ ALEMSİN SEN</span></p><p><span style="color:#cc33cc;">1- Ey dil ey dil neye bu rütbede pür-gamsın sen <br /></span></p><span style="color:#cc33cc;">Gerçi virane isen genç-i mutalsamsın sen <br />Secde-ferma-yi melek zat-ı mükerremsin sen <br />Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen <br />Ruhsun nefha-i cibril ile tev’emsin sen <br />Sırr-ı Hak’sın mesele-i ısi-i meryemsin sen <br /><br />Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen <br />Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen. </span><br /><br />1- Ey gönül, ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun? Yıkık döküksün ama tılsımlı bir definesin. (Eskiden, parayı hazineyi, defineyi dikkati çekmek için harap yerlere gömerler;bulunmaması için de üfürükçülere tılsım yaptırırlar ve bu sebeple buna dokunmak isteyene büyük bir yılanın görüneceğine inanırlardı. Bu yüzden edebiyatımızda define, harap yer ve yılan genellikle beraber kullanılırdı. Keza burada hadis-i kutsi olarak kabul edilen”Ben kırık gönüllerin yanındayım” anlamındaki söze de işaret vardır.) <br />Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş bir varlıksın; bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun, daha ilerisin.(Allah Adem Peygamberi yarattıktan sonra,meleklere ona secde etmelerini emretmiş; onlar da secde etmişlerdir. Bu secde de Adem, mihrap durumundadır. Zira secde yalnız Allah’a mahsustur. İnsan, varlığın, yaradılışın gayesi olması bakımından her varlıktan önce sayılır. Adem’e secde bundan dolayı emredilmiştir. Adem’e secde Kuran’ın bir çok suresinde geçmektedir.) <br />Ruhsun, Cebrail’in üfürmesiyle ikizsin; Tanrı’nın sırrısın. Meryem’in oğlu İsa gibisin.(Peygamberlere vahiy getirmekle vazifeli olan Cebrail, Tanrı’nın emriyle Meryem’e üfürmüş ve o da Hz. İsa’yı doğurmuştur. Yani İsa, babasız doğmuştur. Kur’an-ın Ali İmran suresi’nin 59. ayetinde, İsa’nın topraktan yaratılmış olan Adem’e benzediği bildirilmiştir ki beyitte bu ayete de işaret olunmaktadır.) <br />Kendine bir hoşça bak; sen alemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın.(Eski inanışa göre, canlılar bitkiler ve cansız şeyler, toprak, su hava ve ateş denen dört unsur ile dokuz gökten meydana gelmiştir. İnsan bütün kainattan süzülüp geldiğine göre alemin özü adeta gözbebeğidir. Şairin”Sen alemin özüsün, gözbebeğisin” demesi bundandır. <br /><br /><span style="color:#cc33cc;">2-Merteben ayn-ı musammadır esma sanma <br />Merciin Halık-’ı eşyadır eşya sanma <br />Gördüğün emr-i muhakkakları rü’ya sanma <br />Başkasın kendini suretle heyula sanma <br />Keşf ile sabit olan ma’niyi da’va sanma <br />Hakkına söylenen evsafı müdara sanma <br /><br />Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen <br />Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen </span><br />2- Mertebeni adlarda sanma; adların sahibinin kendisindedir. Dönüp varacağın yer, her şeyi yaratandır; eşyaya gideceğini zannetme.(Beyitte Baka suresinin 31. ayetine işaret edilmektedir. Bu ayette, Tanrı’nın bütün isimleri Adem’e öğretip belirttiği bildirilmektedir. Tanrı adlarının hepsi insanda görüldüğü için o, bir bakıma bütün adların sahibi sayılır.) <br />Gördüğün gerçekleri rüya sanma; sen başka bir varlıksın, kendini, her sureti kabul eden heyula, yahut heyulanın büründüğü suret zannetme.(Heyula, felsefi bir terim olarak maddenin her surete, şekle bürünmesi kabiliyetine denir. Heyula suretle görülür.) <br />Keşifle(gerçekliği) meydana çıkan manayı dava, sanma. Hakkında söylenen vasıfları da gözüne girmek için söylenmiş sözler zannetme(Tasavvufta herhangi bir şeyde ısrar etmek, sözle direnmeye dava denir ve hoş görülmez.) <br /><br />Kendine bir hoşça bak; sen alemin özüsün; varlıkların gözbebeği olan insansın <br /><br /><span style="color:#cc33cc;">3- İnleyip sırrını faş eyleme ağyara sakın <br />Düşme bilmezlik ile varta-i inkara sakın <br />Değmesin Ahların kakül-i dil-dara sakın <br />Sonra mansur gibi çıkman olur dara sakın <br />Arz-i acz etmeyesin yareden ol yara sakın <br />Bulduğun cevher-i alileri biçare sakın <br /><br />Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen <br />Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen </span><br /><br />3- Sırrını inleyip de sakın ağyara açma; bilmezlikle inkar çukuruna düşmekten sakın. <br />Ahların, sakın, sevgilinin kakülüne değmesin; sonra Mansur gibi dara çıkarsın.(Mansur, Hallac veya Hallac-ı Mansur diye anılan kişi şeriata aykırı sözlerinden dolayı 922 yılında Bağdat’ta öldürülen meşhur sufidir.) <br />Sakın yaradan incinip de sevgiliye aczini bildirmeye kalkışma; a, çaresiz kişi, bulduğun kadri yüce incileri sakın, koru.(Beyitte, aşığın vücudundaki yaralar inciler gibi düşünülmüştür.) <br /><br />Kendine bir hoşça bak; sen alemin özüsün;varlıkların gözbebeği olan insansın. <br /><br /><span style="color:#cc33cc;">4- Sendedir mahzen-i esrar-ı muhabbet sende <br />Sendedir ma’den-i envar-ı fütüvvet sende <br />Gizli gizli dahi vardır nice halet sende <br />Ma’rifet sende hüner sende hakıykat sende <br />Nazar etsen yer ü gök duzah u cennet sende <br />Arş u kürsiyy ü melek sendedir elbet sende <br /><br />Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen <br />Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen </span><br />4- Sevgi sırlarının mahzeni sendedir, sende. Erlik, yiğitlik nurlarının madeni sendedir, sende.(Tasavvufta, tekkeyi, zikri hususi giyim ve kuşamı kabul etmeyen sufilere Melami veya Melamet erbabı adı verilir. Bunlar, bu görüşlerini halka yayıp esnaf ve sanatkarları da teşkilatlandırmışlar ve “Fütüvvet ehli” denen bir teşkilat kurmuşlardı. Fütüvvet mertlik, cömertlik demektir.) <br />Gizli gizli daha nice ruh halleri var sende. Tanıyıp anlayış sende, hüner, hakikat sende. <br />Baksan görürsün ki yer de, gök de, cehennem de, cennet de sende; arş, kürsi ve melek de sen de sendedir, sende.(Bu beyit temsili bir mana ifade etmektedir. Gök ile yücelik ve feyiz; yer ile aşağılık ve verimlilik; cennet ve cehennem ile zevk ve azap; Arş ve Kıürsi ile kudret, saltanat ve tedbir ile bilgi kastedilmektedir.) <br /><br />Kendine bir hoşça bak; sen alemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın. <br /><br /><span style="color:#cc33cc;">5- Hayıftır şah iken alemde geda olmayasın <br />Keder alude-i ümmid u reca olmayasın <br />Vadi-i ye’se düşüp hiç ü heba olmayasın <br />Yanılıp reh-rev-i sahra-yı bela olmayasın <br />Ademe muttasıl ol ta ki cuda olmayasın <br />Secdeler eyle ki merdud-i huda olmayasın <br /><br />Hoşça bak zatına kim zübdei alemsin sen <br />Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen </span><br /><br />5- Yazıktır; padişahken alemde yoksul olmayasın, ümit ve yalvarışla kederli bir hale gelmeyesin. Ümitsizlik vadisine düşüp bir hiç olarak yok olmayasın; yolunu yitirip bela sahrasının yolunu tutmayasın. Ademe yapış da geçerken ayrılmayasın; secdeler et ki Tanrı reddetmesin seni. <br />Kendine bir hoşça bak, sen alemin özüsün, varlıkların gözbebeği olan insansın. <br /><br /><span style="color:#cc33cc;">6- Berk-i hatıf gibi bu kayd-i sivadan güzer et <br />Erişen har u hasa ateş-i aşkı siper et <br />Damenin tutmaya asar-ı alayık hazer et <br />Şems-veş hahiş-i munla ile azm-i sefer et <br />Saf kıl ayineni kabil-i aks-i suver et <br />Hele bir cem’i havas eyle de galib nazar et <br /><br />Hoşça bak zatına kim zübdei alemsin sen <br />Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen </span><br /><p>Şair: ŞEYH GALİP (19. yüzyıl Divan Şairi)<br /></p>6- Tanrı’dan gayrı bütün varlıklardan, çakıp, sönen, gelip giden bir şimşek gibi geç git. Üstüne takılan, konan çerçöpe karşı aşk ateşini siper et. Gönlü bağlayacak şeylerin eserleri, sakın, eteğin tutmasın”........................” <br /><p>Kendine bir hoşça bak; sen alemin özüsün; varlıkların gözbebeği olan insansın. </p>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-58987567054667531802007-12-19T04:26:00.000-08:002007-12-19T04:28:14.066-08:00Söyleşi (Sohbet) Türünün ÖzellikleriSöyleşi Türünün Özellikleri (Tarihi Gelişimi ve Temsilcileri)<br /><br />Bir yazarın, kişisel görüş ve düşüncelerini fazla derinleştirmeden, muhatabıyla konuşuyormuş hissini verecek bir üslûpla makale plânında yazdığı fikir yazısına sohbet (söyleşi) denir.<br /><br />Sohbet, makaleden üslûp yönüyle ayrılır. çoğunlukla, günlük konuların işlendiği sohbet yazılarında senli benli bir anlatım yolu seçilir, hatıralardan, halk fıkralarından, nüktelerden, özlü sözlerden yararlanılır.<br /><br />Makaleye benzer bir yazı türüdür. Konusu daha çok genel ya da günlük sanat olaylarıdır. Fakat konu, tez ve savunma amacı güdülmeden ve karşılıklı konuşma havası içinde, sıcak bir dille yazılır. İnsanlar karşılıklı konuşmayı sevdiklerinden, söyleşi türündeki yazıları okumayı severler. İyi bildiği ve herkesin ilgilendiği bir konuda çoğu kişi söyleşi yazabilir. Bunun için bir konuda, ne söyleneceğini bilmenin yanı sıra, nasıl söyleneceğini bilmek gerekir. Söylenecekler, küçük şakalarla daha çekici duruma getirilebilir. İyi bir dinleyici olmak, iyi bir söyleşi yazmak için önemlidir. Usta bir söyleşi yazarı çok ağır konuları bile herkesin okuyup anlayabileceği bir duruma getirir.<br /><br /> Söyleşi türünün Türk Edebiyatı’ndaki önemli temsilcileri: “Ahmet Rasim - Ramazan Sohbetleri”, “Suut Kemal Yetkin - Edebiyat Söyleşileri”, “Şevket Rado - Eşref Saati”, “Melih Cevdet Anday - Dilimiz Üzerine Söyleşiler”, “Nurullah Ataç - Karalama Defteri”… Ayrıca Cenap Şahabettin, Refik Halit Karay, Hasan Ali Yücel… gibi yazarlarımız da bu türde eserler vermişlerdir.<br /><br />Söyleşinin belirleyici özellikleri nelerdir?<br />• Düşünsel plânla yazılır.<br />• Yazar anlattıklarının doğruluğuna, okuyucusu ile olan bağına güvenmeli, anlattıklarını günlük konuşma havasıyla, fakat mantık çerçevesinden ayrılmadan anlatabilmelidir.<br />• Kolay okunabilir bir üslup yakalayabilmelidir.<br /><br /> Sözden Söze<br />Mektuptan açılmış talihim, bir tane daha geldi. Öteki gibi değil bu. Bir kere yazan gizlemiyor kendini, kim olduğunu söylüyor: İsmet Zeki Eyüboğlu adında bir genç. İstanbul Bilim Yurdunda yani Üniversitesinde okuyormuş. Sonra da benimle eğlenmiyor, alaya almıyor beni, över gibi gözüküp alttan alta iğnelemeğe kalkmıyor. Çıkışıyor bana, çıkışıyor ya, haklı olarak çıkışıyor. Eski yazılarımı, şu Öz Türkçe yazılarımı beğenirmiş, yenilerine sinirleniyor, şöyle diyor:<br /><br />“Geçen günkü Nokta dergisinde Ulus’tan aktarılmış bir yazınızı okudum. Ne çok üzüldüm bilseniz! Yoksa sizi de mi elden kaçırdık? Nerde o eski güzelim Öz Türkçe sözler, nerde o yazınızdaki edebiyat, ahlâk, hak, sanat, merak, şiir gibi tatsız tutsuz Osmanlıca sözler. Niçin şunun bunun sözüne bakıp da düşüncelerimizi değiştiriyorsunuz? O yeni sözleri beğenmeyenler var diye mi yazmak istemiyorsunuz? Günün birinde bir kişi çıkıp size: “Beğenmedim bu sesinizi” dese ona bakıp da sesinizi değiştirecek misiniz? Ne derse desin el gün. Biz yolumuza bakalım. <br /><br /> Daha böyle çok şeyler söylüyor. O mektubu okurken tatlı bir duygu sardı içimi, “mektup” değil de “beti” dediğim günleri andım. Doğru söylüyor, iyi söylüyor o genç. Utandım kendi kendimden inandığım yoldan dönmenin yeri mi vardı? Bu çıkışmalarına karşılık ne diyeyim de bağışlatayım suçu mu? Var benim de bir özrüm, gelgelelim gençler anlamaz, anlamamaları daha da iyidir. Gene söyleyelim ben.<br /><br /> A çocuğum, ben yaşlandım, kocadım da onun için saptım yolumdan. Bilin ki sevinerek olmadı bu. Gene durup durup o yola özlemle bakıyorum. Bir sevgilinin bir daha evine varamayacağınız bir sevgilinin yoluna nasıl bakılırsa öyle bakıyorum. Biliyorum ki doğru oradadır; güzel oradadır, ancak ben yoruldum, dizlerim kesildi. Bir de o işi başaramayacağımı anladım. Yalnızdım, pek yalnız kaldım. Beni tutanlar, benim o yolda gitmemi dileyenler vardı, uzaktan seslenmekle yetiniyorlardı. Beni özendirmek istemelerine ne denli sevinirsem sevineyim, yanımda kimseyi görememek üzüyordu beni.<br /><br /> Doğrusu, büsbütün de bırakmadım o yolu. Böyle Arapça, Farsça tilcikleri kullandığım yazılarımda gene o sevdiğim, kimini de kendim uydurduğum tilciklere yer veriyorum. Biliyorum, yetmez bu, en doğrusu gene eskisi gibi özTürkçe yazmaktır. Onu yakında, bir dergide gene deneyeceğim.<br /><br /> Çok sevindim o mektuba. Birkaç yıl benim yürüdüğüm bir yolu bırakmak, istemeyenler olmasına çok sevindim. Gençler unutsun benim emeklerimi, onları hiçe saysınlar, Arapça, Farsça tilciklerden kaçınmadığım bir suda sevgiliden geliverecek bir esenleme gibi yüreğimi aydınlatır, güneşler doğurur gönlümde.<br /><br /> İtalyan yazarı Luigi Pirandello’nun bir iki oyununu görmüşsünüzdür, hikâyelerini okudunuz mu? Bay Feridun Timur onlardan otuz altısını dilimize çevirmiş, Millî Eğitim Bakanlığı da bastırmış. Hepsini okumadımsa da okuduklarım çok hoşuma gitti, diyebilirim ki o yazarın oyunlarından daha çok beğendim hikayelerini. Oyunlarında yüksekten atmayı andırır bir hal vardır. Hikâyeleri öyle değil, Pirandello onlarda kişilerini daha iyi gösteriyor, canlandırıyor. Oyunlarında hep bir görüşü savunmak, okuyanları, yahut seyircilerini düşündürmek ister. Hem de çözümlenemeyeceğini söylediği meseleler üzerinde düşündürmek ister. Bir gerginlik vardır oyunlarında, hikâyeleri ise öyle değil, onlardaki kişiler daha canlı, okuyana daha yakın. Herhalde bana öyle geldi.<br /><br />Bay Feridun Timur da iyi çevirmiş dilimize. Belli ki İtalyanca cümleye bağlı kalmak istememiş, her yerde değilse bile çok yerde: “Bizim dilimizde nasıl söylemeli?” diye düşünmüş. Örneğin bir yerde: “Don Lollo hiddetten küplere biniyordu.” diyor. “Küplere binmek” deyimi sanmam ki İtalyancada olsun. Daha böyle çok buluşlar var Bay Feridun Timur’un çevirisinde.<br /><br /> Ama belli ki daha genç bir yazar, o cesareti daima gösteremiyor, bazan acemiliklere düşüyor. İşte bir örnek: “Don Lollo bu sözlere olmaz diyordu. Nafile; olan olmuştu; fakat nihayet kabul etti ve ertesi sabah şafakla beraber, âlet ve edevat torbası s ırtında olduğu halde, Zi Dima Locası Primosole’ye geldi. Nihayet kabul etti.” den önce bir “fakat” koymanın ne yeri var? Hele: “avandanlığı s ırtında” demek dururken “âlet ve edevat torbası s ırtında olduğu halde” demenin cümleye bir ağırlık verdiğini nasıl anlamıyor? Daha böyle kusurlar var Bay Feridun Timur’un çevirisinde, “haykırmak” sözünü çok kullanıyor, hem de “bağırmak” yerine kullanıyor. Gene o hikâyenin bir yerinde: “Küpten olmamak için ihtiyarı orada mevkuf mu tutacaktı?” diyor. Burada “mevkuf” sözü hiç yakışıyor mu? “kendisi küpten olmasın diye ihtiyarı hürriyetinden mi edecekti” diyemez miydi?<br /><br /> Bir de şunu söyleyelim. “Ciddi Bir Şey Değil” adlı hikâyede şöyle bir cümle var: “Her defasında bir daha aynı hataya düşmeyeceğine dair yemin üstüne yemin ediyor, ahdü peyman ediyor, yeniden âşık olmamak için kahraman bir deva araştıracağını söylüyordu.” Bay Feridun Timur böyle konuşmaz elbette “düşmeyeceğine yemin etti .”der. Düşmeyeceğine dair yemin etti.” demez. Belki İtalyanlar öyle der, biz demeyiz. “Kahraman deva” da ne oluyor? belli, Fransızların “remède hèroique” dedikleri, İtalyancada tıpkısı olabilir, Türkçede öyle denmez, başka bir şey arasın.<br /><br /> Luigi Pirandello’dan “Seçme Hikâyeler” de böyle ufak tefek kusurlar var, gene de o kitap tatlı tatlı okunuyor, Bay Feridun Timur’u iyi çevirmenlerimizden, yani mütercimlerimizden sayabiliriz. Hele bir şeye çok sevindim: ikinci ciltte dil birinci cilttekinden çok daha iyi. Demek ki Bay Feridun Timur’un çevirileri günden güne iyileşecek. Ben adını yeni duyduğuma göre kendisinin bir genç olduğunu sanıyorum, bundan sonraki çevirileri elbette daha kusursuz olur. Siz de okuyun o hikâyeleri, eğlenirsiniz, hele ikinci cildin başındaki Donna Mimma’dan başlarsanız, bütün kitabı okumak hevesi uyanır içinizde. Nurullah ATAÇ. Söyleşiler, TDK, 231, Ankara 1964 )S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-13669068398448449602007-12-12T00:39:00.000-08:002007-12-12T00:41:50.075-08:00Yazım (İmlâ) Kuralları<span style="color:#cc33cc;">YAZIM KURALLARI</span><br /><br />Düzeltme İşareti<br />Düzeltme işaretinin kullanılacağı yerler aşağıda gösterilmiştir:<br /> 1. Yazılışları bir, anlamları ve okunuşları ayrı olan kelimeleri ayırt etmek için, okunuşları uzun olan ünlülerin üzerine konur: adem (yokluk), âdem (insan); adet (sayı), âdet (gelenek, alışkanlık); alem (bayrak), âlem (dünya, evren); alim (her şeyi bilen), âlim (bilgin); aşık (eklem kemiği), âşık (vurgun, tutkun); hakim (hikmet sahibi), hâkim (yargıç); hal (pazar yeri), hâl (durum, vaziyet); hala (babanın kız kardeşi), hâlâ (henüz); şura (şu yer), şûra (danışma kurulu).<br /> UYARI : Katil (< katl = öldürme) ve kadir (< kadr = değer) kelimeleriyle karışma olasılığı olduğu hâlde katil (ka:til = öldüren) ve kadir (< ka:dir = güçlü) kelimelerinin düzeltme işareti konmadan yazılması yaygınlaşmıştır.<br /> 2. Arapça ve Farsçadan dilimize giren birtakım kelime ve eklerle özel adlarda bulunan ince g, k ünsüzlerinden sonra gelen a ve u ünlüleri üzerine konur: dergâh, gâvur, ordugâh, tezgâh, yadigâr, Nigâr; dükkân, hikâye, kâfir, kâğıt, Hakkâri, Kâzım, mahkûm, mekân, mezkûr, sükûn, sükût. Kişi ve yer adlarında ince l ünsüzünden sonra gelen a ve u ünlüleri de düzeltme işareti ile yazılır: Halûk, Lâle, Nalân; Balâ, Elâzığ, İslâhiye, Lâdik, Lâpseki.<br /> 3. Nispet i'sinin belirtme durumu ve iyelik ekiyle karışmasını önlemek için kullanılır. Böylece (Türk) askeri ve askerî (okul), (İslam) dini ve dinî (bilgiler), (fizik) ilmi ve ilmî (tartışmalar), (Atatürk'ün) resmi ve resmî (kuruluşlar) gibi anlamları farklı kelimelerin karıştırılması da önlenmiş olur.<br /> Nispet i'si alan kelimelere Türkçe ekler getirildiğinde düzeltme işareti olduğu gibi kalır: millîleştirmek, millîlik, resmîleştirmek, resmîlik.<br /><br />BAZI KELİME VE EKLERİN YAZILIŞI<br /><br />Bağlaç Olan da, de’nin Yazılışı<br />Bağlaç olan da, de ayrı yazılır. Kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne bağlı olarak ünlü uyumlarına uyar: Kızı da geldi gelini de. Durumu oğluna da bildirdi. Sen de mi kardeşim? Güç de olsa. Konuşur da konuşur.<br />UYARI : Ayrı yazılan da, de hiçbir zaman ta, te biçiminde yazılmaz.<br />UYARI : Ya sözüyle birlikte kullanılan da mutlaka ayrı yazılır: ya da.<br />UYARI : Da, de bağlacını kendisinden önceki kelimeden kesme ile ayırmak yanlıştır: Ayşe de geldi (Ayşe'de geldi değil).<br />UYARI : Da, de bağlacının bulunma durumu eki olan -da, -de, -ta, -te ile hiçbir ilgisi yoktur. Bulunma durumu eki getirildiği kelimeye bitişik yazılır: devede (deve-de) kulak, evde (ev-de) kalmak, yolda (yol-da) kalmak, ayakta (ayak-ta) durmak, çantada (çanta-da) kek­lik. İkide (iki-de) bir aynı sözü söyleyip durma.<br />Yurtta sulh, cihanda sulh. (Mustafa Kemal Atatürk)<br /><br />Bağlaç Olan ki’nin Yazılışı<br />Bağlaç olan ki ayrı yazılır: demek ki, kaldı ki, bilmem ki.<br />Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlen­sin.<br />(Mustafa Kemal Atatürk)<br />Olmaz ki!<br />Böyle de yatılmaz ki! (Orhan Veli Kanık)<br />Ruşen Eşref Ünaydın'ın "Diyorlar ki" adlı eseri ne güzeldir!<br />Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.<br />Ki bağlacı, birkaç örnekte kalıplaşmış olduğu için bitişik yazılır: belki, çünkü, hâlbuki, mademki, meğerki, oysaki, sanki. Bu örnekler­den çünkü sözünde ek aynı zamanda küçük ünlü uyumuna uymuştur.<br />Şüphe ve pekiştirme göreviyle kullanılan ki sözü de ayrı yazılır: Babam geldi mi ki? Başbakan konuşacak mı ki?<br /><br />Bağlaç Olan ne ... ne ...’nin Yazılışı<br />Bu bağlacın kullanıldığı cümlelerde fiil olumlu olmalıdır: Ne Fransa’da ne de Almanya’da aradığını bulabilmişti.<br />Onlar ne arsız ne yılışkan ve yırtık gülmelidirler; ne de somurtmalıdırlar. (Refik Halit Karay)<br />Ne ziraat ne ticaret için kâfi nüfus kaldı. (Falih Rıfkı Atay)<br /><br />Soru Eki mı, mi, mu, mü’nün Yazılışı<br />Bu ek gelenekleşmiş olarak ayrı yazılır ve kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne bağlı olarak ünlü uyumla­rına uyar: Kaldı mı? Sen de mi geldin? Olur mu? İnsanlık öldü mü?<br />Soru ekinden sonra gelen ekler, bu eke bitişik olarak yazılır: Verecek misin? Okuyor muyuz? Çocuk muyum? Gelecek miydi? Güler misin, ağlar mısın?<br />Bu ek sorudan başka görevlerde kullanıldığında da ayrı yazılır: Güzel mi güzel! Yağmur yağdı mı dışarı çıkamayız.<br />UYARI: Vazgeçmek birleşik fiili, mi soru ekiyle birlikte kullanıldığında iki ayrı biçimde yazılabilir: Vaz mı geçtin? Vazgeçtin mi?<br /><br />Fiil Çekimi ile İlgili Yazılışlar<br />Gelecek zaman ekinin ünlüleri ile zaman ekinden önceki ünlü, söyleyişe bakılmaksızın bütün şahıslarda a, e ile yazılır: geleceğim, gelmeyeceğim, gelemeyeceğim, geleceğiz, gelmeyeceğiz, gelemeyeceğiz, gelmeyeceksin, gelemeyeceksin; alacağım, almayacağım, alamayacağım, almayacaksın, alamayacaksın; başlayacağım.<br />Teklik ve çokluk 1. kişi emir eklerinin ünlüsü ile ekten önceki ünlü, söyleyişe bakılmaksızın a, e ile yazılır: başlayayım, gelmeyeyim; başlayalım, gelmeyelim.<br />İstek ekinden önce gelen ünlü, söyleyişe bakılmaksızın a, e ile yazılır: başlayasın, başlaya, başlayasınız, başlayalar; gelmeyesin, gelmeye, gelmeyesiniz, gelmeyeler.<br /><br /><br /><br />Mastar Eklerinin Yazılışı<br />-mak, -mek ile biten mastarlardan sonra -a, -e, -ı, -i eklerinden biri geldiğinde araya y ünsüzü girer: kazanmak-a > kazanma-y-a, aldanmak-ı > aldanma-y-ı, sevmek-e > sevme-y-e, görmek-i > görme-y-i.<br /><br />İken’in Yazılışı<br /> İken ayrı olarak yazılabildiği gibi kelimelere eklenerek de yazılabilir. Bu durumda başındaki i ünlüsü düşer. Getirildiği kelimenin ünlüleri kalın da olsa, bu ekin ünlüsü ince kalır: okur-ken (< okur iken), yazar-ken (< yazar iken), çalışır-ken (< çalışır iken), uyur-ken (< uyur iken), başlar-ken (< başlar iken), durmuş-ken (< durmuş iken), olgun-ken (< olgun iken), durgun-ken (< durgun iken).<br />İken, ünlüyle biten kelimelere ek olarak getirildiğinde başındaki i ünlüsü düşer ve araya y ünsüzü girer: okulday-ken (< okulda iken), yolday-ken (< yolda iken).<br /><br />İle’nin Ek Olarak Yazılışı<br />İle ayrı olarak yazılabildiği gibi kelimelere eklenerek de yazılabilir. Kelimelere eklenerek yazıldığında ünlü uyumlarına uyar.<br />İle, ünsüzle biten kelimelere ek olarak getirildiğinde i ünlüsü düşer ve bitişik yazılır: bulut-la (bulut ile), çiçek-le (çiçek ile), kuş-la (kuş ile).<br />İle, ünlüyle biten kelimelere ek olarak getirildiğinde başındaki i ünlüsü düşer ve araya y ünsüzü girer. Ek, ünlü uyumlarına uyar: arkadaşı-y-la (arkadaşı ile), anası-y-la, (anası ile), çevre-y-le (çevre ile), sürü-y-le (sürü ile), yapı-y-la (yapı ile).<br /><br />Ek Fiil Olan imek’in Yazılışı<br />İmek fiili bugün daha çok ekleşmiş olarak kullanılmakta ve ünlü uyumlarına uymaktadır.<br />Ünlüyle biten kelimelere eklendiğinde i ünlüsü düşer. Bu durumda araya y ünsüzü girer: ne-y-se (ne ise), sonuncu-y-du (sonuncu idi), yabancı-y-mış (yabancı imiş).<br />Ünsüzle biten kelimelere eklendiğinde de i ünlüsü düşer: gelir-se (gelir ise), güzel-miş (güzel imiş), yorgun-du (yorgun idi).<br />Pekiştirmeli Sıfatların Yazılışı<br />Pekiştirmeli sıfatlar bitişik yazılır: apaçık, apak, büsbütün, çepeçevre, çırçıplak, çırılçıplak, dümdüz, düpedüz, gömgök, güpegündüz, kapkara, kupkuru, paramparça, sapasağlam, sapsarı, sırsıklam, sırıl­sıklam, sipsivri, yemyeşil.<br /><br />SAYILARIN YAZILIŞI<br />1. Sayılar metin içerisinde yazıyla yazılır: bin yıldan beri, dört kardeş, haf­tanın beşinci günü, üç ayda bir, yüz soru, iki hafta sonra, üçüncü sınıf.<br />Yaş otuz beş, yolun yarısı eder. (Cahit Sıtkı Tarancı)<br />Buna karşılık saat, para tutarı, ölçü, istatistik verilere ilişkin sayılarda rakam kullanılır: 17.30'da, 11.00’de, 1.500.000 lira, 25 kilogram, 150 kilometre, 15 metre kumaş, 1.250.000 kişi, % 25, % 50.<br />Saat ve dakikalar metin içinde yazıyla da yazılabilir: saat dokuzu beş geçe, saat yediye çeyrek kala, saat sekizi on dakika üç saniye geçe, mesela saat onda.<br />2. Birden fazla kelimeden oluşan sayılar ayrı yazılır: iki yüz, üç yüz altmış beş.<br />3. Para ile ilgili işlem ve senet, çek vb. ticarî belgelerde geçen sayılar bitişik yazılır: 650,35 (altıyüzelliYTL,otuzbeşYKr).<br />4. Notayı niteleyen sayılar ayrı yazılır: on altılık.<br />5. Oyun adlarını niteleyen sayılar bitişik yazılır: altmışaltı.<br />6. Romen rakamları ancak yüzyıllarda, hükümdar adlarında, tarihlerde ayların yazılışında, kitap ve dergi ciltlerinde ve kitapların asıl bölümlerinden önceki sayfaların nu­maralandırılmasında kullanılabilir: XX. yüzyıl, III. Selim, XIV. Louis, II. Wilhelm, V. Karl, VIII. Edward, 1.XI.1928, I. Cilt, XII. Cilt.<br />7. Beş ve beşten çok rakamlı sayılar sondan sayılmak üzere üçlü gruplara ayrılarak yazılır ve araya nokta konur: 326.197, 49.750.812, 28.434.250.310.500 .<br />8. Sayılarda kesirler virgül ile ayrılır: 15,2 (15 tam, onda 2), 5,26 (5 tam, yüzde 26).<br />9. Sıra sayıları yazıyla ve rakamla gösterilebilir. Rakamla gösteril­mesi durumunda ya rakamdan sonra bir nokta konur ya da rakamdan sonra kesme işareti konularak derece gösteren ek yazılır: 15., 56., XX.; 5'inci, 6'ncı.<br />UYARI : Sıra sayıları ekle gösterildiğinde rakamdan sonra sa­dece kesme işareti ve ek yazılır; ayrıca nokta konmaz: 8.'inci değil 8'inci, 2.'nci değil 2'nci.<br />10. Üleştirme sayıları rakamla değil yazıyla belirtilir: 2'şer değil ikişer, 9'ar değil dokuzar, 100’er değil yüzer.<br /><br />BÜYÜK HARFLERİN KULLANILDIĞI YERLER<br />Büyük harflerin kullanıldığı yerler aşağıda sıralanmıştır:<br />A. Cümle büyük harfle başlar: Ak akçe kara gün içindir.<br />Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. (Atatürk)<br />Cümle içinde tırnak veya yay ayraç içine alınan cümleler büyük harfle başlar ve sonlarına uygun noktalama işareti (nokta, soru, ünlem) konur:<br />Atatürk, "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" diyor.<br />Anadolu kentlerini, köylerini (Köy sözünü de çekinerek yazıyorum.) gezsek bile görmek için değil, kendimizi göstermek için geziyoruz.<br /> (Nurullah Ataç)<br />Ancak iki çizgi arasındaki açıklama cümleleri büyük harfle başlamaz:<br />Bir zamanlar -bu zamanlar çok da uzak değildir, bundan on, on iki yıl önce- Türk saltanatının maddi sınırları uçsuz bucaksız denilecek kadar genişti. <br /> (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)<br /><br /><br />İki noktadan sonra gelen cümleler büyük harfle başlar:<br />Menfaat sandalyeye benzer: Başında taşırsan seni küçültür, ayağının altına alırsan yükseltir. (Cenap Şahabettin)<br />Ancak iki noktadan sonra cümle niteliğinde olmayan örnekler sıralandığında bu örnekler büyük harfle başlamaz:<br />Bu eskiliği siz de çok evde görmüşsünüzdür: duvarlarda çiviler, çivi yerleri, lekeler... (Memduh Şevket Esendal)<br />UYARI: Rakamla başlayan cümlelerde rakamdan sonra gelen kelime büyük harfle başlamaz: 2005 yılında Türk Dil Kurumunun 73. yılını kutladık.<br />UYARI: Örnek niteliğindeki kelimelerle başlayan cümlede de ilk harf büyük yazılır: "Banka, bütçe, devlet, fındık, kanepe, menekşe, şemsiye" gibi yüzlerce ke­lime, kökenleri yabancı olmakla birlikte artık dilimizin malı olmuştur. "Et-, ol-" fiilleri, dilimizde en sık kullanılan yardımcı fiillerdir.<br />B. Dizeler genellikle büyük harfle başlar:<br />Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi;<br />Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. <br /> (Muhibbi)<br />Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak<br />Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.<br /> (Mehmet Akif Ersoy)<br /> Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;<br />Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.<br /> (Yahya Kemal Beyatlı)<br />C. Özel adlar büyük harfle başlar:<br />1. Kişi adlarıyla soyadları büyük harfle başlar: Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Ahmet Haşim, Tevfik Fikret, Mehmet Emin Yurdakul, Hüseyin Cahit Yalçın, Orhan Veli Kanık, Sait Faik Abasıyanık, Yunus Emre, Evliya Çelebi, Gevheri, Karacaoğlan, Âşık Ömer, Wolfgang von Goethe, Wilhelm Radloff, Vilhelm Thomsen, Victor Hugo.<br />Takma adlar da büyük harfle başlar: Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman), Demirtaş (Ziya Gökalp), Tarhan (Ömer Seyfettin), Aka Gündüz (Hüseyin Avni, Enis Avni), Kirpi (Refik Halit Karay), Deli Ozan (Faruk Nafiz Çamlıbel), Server Bedi (Peyami Safa), İrfan Kudret (Cahit Sıtkı Tarancı), Mehmet Ali Sel (Orhan Veli Kanık).<br />2. Kişi adlarından önce ve sonra gelen saygı sözleri, unvanlar, lakaplar, meslek ve rütbe adları büyük harfle başlar: Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Kaymakam Erol Bey, Sayın Prof. Dr. Hasan Eren, Hamdi Bey, Mustafa Efendi, Zeynep Hanım, Bay Ali Çiçekçi, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Doktor Behçet Uz, Mareşal Fevzi Çakmak, Yüzbaşı Cengiz Topel; Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, Genç Osman, Deli İbrahim, Avcı Mehmet, Nişancı Mehmet Paşa, Deli Petro.<br />Akrabalık bildiren kelimeler büyük harfle başlamaz: Tülay abla, Ayşe teyze, Fatma nine, Kemal dayı, Saim amca, Ali enişte.<br />Akrabalık bil­diren kelimeler başa geldiğinde lakap yerine kullanıldığı için büyük harfle baş­lar: Nene Hatun, Baba Gündüz, Dayı Kemal, Hala Sultan.<br />Bazı tarihî ve menkıbevi şahsiyetlerde ise akrabalık bildiren kelime sonda olduğu hâlde unvan değeri kazandığı ve özel ada dâhil olduğu için büyük harfle yazılır: Gül Baba, Susuz Dede, Adile Hala, Gülsüm Bacı, Sultan Ana.<br />Resmî yazılarda saygı bildiren sözlerden sonra gelen ve makam, mevki, unvan bildiren kelimeler de büyük harfle başlar:<br />Sayın Bakan,<br />Sayın Başkan,<br />Sayın Rektör,<br />Sayın Vali,<br />Hitap kelimeleri de bü­yük harfle başlar:<br /> Sevgili Kardeşim,<br />Aziz Dostum,<br />Değerli Arkadaşım,<br />3. Hayvanlara verilen özel adlar büyük harfle başlar: Sarıkız, Fino, Karabaş, Pamuk, Minnoş, Tekir.<br />4. Millet, boy, oymak adları büyük harfle başlar: Türk, Alman, İngiliz, Rus, Arap, Japon; Oğuz, Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar; Karakeçili, Hacımusalı.<br />5. Dil ve lehçe adları büyük harfle başlar: Türkçe, Almanca, İngilizce, Rusça, Arapça; Oğuzca, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca.<br />6. Devlet adları büyük harfle başlar: Türkiye Cumhuriyeti, Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan, Azerbaycan Cumhuriyeti.<br />7. Din ve mezhep adları ile bunların mensuplarını bildiren sözler büyük harfle başlar: Müslümanlık, Müslüman; Hristiyanlık, Hristiyan; Musevilik, Musevi; Budizm, Budist; Hanefilik, Hanefi; Malikilik, Maliki; Protestanlık, Protestan; Katoliklik, Katolik.<br />8. Din ve mitoloji ile ilgili özel adlar büyük harfle başlar: Tanrı, Allah, Cebrail, Zeus, Oziris, Kibele. Ancak tanrı kelimesi özel ad olarak kullanılmadığında küçük harfle başlar: Eski Yunan tanrıları. Bazı dinî terimlerin küçük harfle başlaması gelenekleş­miştir: cennet, cehennem, uçmak, tamu, peygamber, sırat köprüsü.<br />9. Gezegen ve yıldız adları büyük harfle başlar: Merkür, Neptün, Plüton, Halley, Dünya,Güneş, Ay vb.<br />UYARI: Dünya, güneş, ay kelimeleri gezegen anlamı dışında kullanıldığında küçük harfle başlar.<br />10. Yer adları (kıta, bölge, il, ilçe, köy, semt, cadde, sokak, semt vb.) büyük harfle başlar: Asya, Avrupa, Afrika, Amerika; İç Anadolu, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Yakın Doğu; Ankara, İstanbul, Taşkent, Bağdat, Moskova; Turgutlu, Ürgüp, Ahlat; Çayırbağı, Akçaköy; Bahçelievler, Cebeci; Atatürk Bulvarı, Ziya Gökalp Caddesi; Sankiyedim Sokağı, Asmalımescit Sokağı.<br />UYARI: Doğu ve batı sözleri yön bildirdiğinde küçük olarak yazılır: Bursa’nın doğusu. Bu sözler düşünce, hayat tarzı, politika vb. anlamlar bildirdiğinde ise büyük olarak yazılır: Batı medeniyeti, Doğu mistisizmi vb.<br />Yer adlarında ilk isimden sonra gelen deniz, nehir, göl, dağ, boğaz vb. tür bildiren ikinci isimler büyük harfle başlar: Ağrı Dağı, Aral Gölü, Çanakkale Boğazı, Dicle Irmağı, Ege Denizi, Erciyes Dağı, Fırat Nehri, Tuna Nehri, Van Gölü, Zigana Geçidi, Süveyş Kanalı.<br />UYARI: Özel ada dâhil olmayıp tamlama kuran şehir, il, ilçe, bucak, belde, köy vb. sözler küçük harfle başlar: Konya ili, Etimesgut ilçesi, Taflan köyü vb.<br />Mahalle, meydan, bulvar, cadde, sokak adlarında geçen mahalle, meydan, bulvar, cadde, sokak kelimeleri büyük harfle başlar: Gazi Osmanpaşa Mahallesi, Yıldız Mahallesi, Yunus Emre Mahallesi, Karaköy Meydanı, Zafer Meydanı, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, Ziya Gökalp Bulvarı, Nene Hatun Caddesi, Cemal Nadir Sokağı, Fevzi Çakmak Sokağı, İnkılap Sokağı, Reşat Nuri Sokağı, Türk Ocağı Sokağı.<br />UYARI: Yer bildiren özel isimlerde de kısaltmalı söyleyiş söz konusu olduğu zaman, kelime başında büyük harf kullanılır: Hisar’dan, Boğaz’dan, Bulvar’dan.<br />11. Saray, köşk, han, kale, köprü, anıt vb. yapı adlarının bütün ke­limeleri büyük harfle başlar: Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, İshakpaşa Sarayı, Çankaya Köşkü, Horozlu Han, Ankara Kalesi, Alanya Kalesi, Galata Köprüsü, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, Mostar Köprüsü, Beyazıt Kulesi, Zafer Abidesi, Bilge Kağan Anıtı.<br />12. Kurum, kuruluş ve kurul adlarının her kelimesi büyük harfle başlar: Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk Dil Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Devlet Malzeme Ofisi, Millî Kütüphane, Çocuk Esirgeme Kurumu, Atatürk Orman Çiftliği, Çankaya Lisesi; Anadolu Kulübü, Mavi Köşe Bakkaliyesi; Türk Ocağı, Yeşilay Derneği, Muharip Gaziler Derneği, Emek İnşaat; Bakanlar Kurulu, Danışma Kurulu, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı; Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.<br />13. Kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge, genelge adlarının her kelimesi büyük harfle başlar: Medeni Kanun, Borçlar Hukuku (kanun), Atatürk Uluslararası Barış Ödülü Tüzüğü, Telif Hakkı Yayın ve Satış Yönetmeliği.<br />UYARI: Kurum, kuruluş, kurul, merkez, bakanlık, üniversite, fakülte, bölüm, kanun, tüzük, yönetmelik vb.ni bildiren kelimeler, belli bir kurum vb. kastedildiğinde büyük harfle baş­lar: Bu yıl Meclis, yeni döneme erken başlayacaktır. Son aylarda Kurum, yazım konusunda yoğun bir çalışma içine girmiştir. 2876 sayılı Kanun bu yıl yeniden gözden geçiriliyor. Bu madde Yönetmelik’in 4’üncü maddesine aykırı düşmektedir.<br />14. Kitap, dergi, gazete ve sanat eserlerinin (tablo, heykel, müzik) her kelimesi büyük harfle başlar: Nutuk, Safahat, Kendi Gök Kubbemiz, Anadolu Notları, Sinekli Bakkal; Türk Dili, Türk Kültürü, Varlık; Resmî Gazete, Hürriyet, Milliyet, Türkiye, Yeni Yüzyıl, Yeni Asır; Saraydan Kız Kaçırma, Onuncu Yıl Marşı.<br />UYARI: Özel ada dâhil olmayan gazete, dergi, tablo vb. sözler büyük harfle başlamaz: Milliyet gazetesi, Türk Dili dergisi, Halı Dokuyan Kızlar tab­losu.<br />UYARI: Büyük harflerin kullanıldığı yerlerde bulunan ve, ile, ya, veya, yahut, ki, da, de sözleriyle mı, mi, mu, mü soru eki küçük harfle yazılır: Mai ve Siyah, Suç ve Ceza, Leyla ile Mecnun, Turfanda mı, Turfa mı? Diyorlar ki, Dünyaya İkinci Geliş yahut Sır İçinde Esrar, Ya Devlet Başa ya Kuzgun Leşe, Ben de Yazdım.<br />15. Millî ve dinî bayramlarla bayram niteliği kazanmış günlerin adları büyük harfle başlar: 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı, Nevruz Bayramı, Anneler Günü, Öğretmenler Günü, 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü, 14 Mart Tıp Bayramı, Hıdırellez.<br />Kurultay, bilgi şöleni, açık oturum vb. toplantıların adlarında her kelime büyük harfle başlar: V. Uluslararası Türk Dili Kurultayı, Manas Bilgi Şöleni.<br /> 16. Tarihî olay, çağ ve dönem adları büyük harfle başlar: Kurtuluş Savaşı, Millî Mücadele, Cilalı Taş Devri, İlk Çağ, Yükselme Devri, Millî Edebiyat Dönemi, Servetifünun Dönemi, Tanzimat Dönemi.<br />UYARI: Tarihî dönem bildirmeyip tür veya tarz bildiren terimler küçük harfle başlar: divan şiiri, divan edebiyatı, halk şiiri, halk edebiyatı, eski Türk edebiyatı, Türk dili, Türk sanat müziği, Türk halk müziği, tekke edebiyatı.<br />17. Özel adlardan türetilen bütün kelimeler büyük harfle başlar: Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Türkolog, Türkoloji, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Asyalılık, Darvinci, Konyalı, Bursalı.<br />UYARI: Özel ad kendi anlamı dışında yeni bir anlam kazanmışsa büyük harfle başlamaz: acem (Türk müziğinde bir perde), hicaz (Türk müziğinde bir makam), nihavent (Türk müziğinde bir makam), acemi (tecrübesiz), amper (elektrik akımında şiddet birimi), jul (fizikte iş birimi), allahlık (saf, zararsız kimse), donkişotluk (gereği yokken kahra­manlık göstermeye kalkışmak).<br />UYARI: Para birimleri büyük harfle başlamaz: avro, dinar, dolar, lira, yeni kuruş, liret.<br />UYARI: Özel adlar yerine kullanılan "o" zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz.<br />UYARI: Müzikte kullanılan makam ve tür adları büyük harfle başlamaz: acemaşiran, acembuselik, bayati, hicazkâr, türkü, varsağı, bayatı.<br />18. Yer, millet ve kişi adlarıyla kurulan birleşik kelimelerde özel adlar büyük harfle başlar: Antep fıstığı, Brüksel lahanası, Frenk gömleği, Hindistan cevizi, İngiliz anahtarı, Japon gülü, Maraş dondurması, Van kedisi.<br />Ç. Belirli bir tarih bildiren ay ve gün adları büyük harfle başlar: 29 Mayıs 1453 Salı günü, 29 Ekim 1923, 28 Aralık 1982'de göreve başladı. Lale festivali 25 Haziranda başlayacak.<br />1919 senesi Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. (Atatürk)<br /> Belirli bir tarihi belirtmeyen ay ve gün adları küçük harfle başlar: Okullar genel­likle eylülün ikinci haftasında öğretime başlar. Yürütme Kurulu toplantı­larını perşembe günleri yaparız.<br />D. Levhalar ve açıklama yazıları büyük harfle başlar: Giriş, Çıkış, Müdür, Vezne, Başkan, Doktor, Otobüs Durağı, Dolmuş Du­rağı, Şehirler Arası Telefon, III. Kat, IV. Sınıf, I. Blok.<br />E. Bilim dallarında kullanılan terimlerin büyük harfle yazılışı, ilgili dallardaki uygulamaya bağlıdır: Canis canis, Carduelis carduelis, Ardea alba, Populus alba, Prunus domestica, Pinus silvestris.<br />F. Kitap, bildiri, makale vb.nde ana başlıkta bulunan kelimelerin tamamı, alt başlıkta bulunan kelimelerin ise yalnızca ilk harfleri büyük olarak yazılır.<br />G. Kitap, dergi vb.nde bulunan resim, çizelge, tablo vb.nin altında yer alan açıklayıcı yazılar büyük harfle başlar.<br /><br />BİRLEŞİK KELİMELERİN YAZILIŞI<br />Belirtisiz isim tamlamaları, sıfat tamlamaları, isnat grupları, birleşik fiiller, ikilemeler, kısaltma grupları ve kalıplaşmış çe­kimli fiillerden oluşan ifadeler, yeni bir kavramı karşıladıklarında birleşik kelime olurlar: yer çekimi, hanımeli, ses bilgisi; beyaz peynir, açıkgöz, toplu iğne; eli açık, sırtı pek; söz etmek, zikretmek, hasta olmak, gelebilmek, yazadurmak, alıvermek; çoluk çocuk, çıtçıt, altüst; başüstüne, günaydın; sağ ol, ateşkes, külbastı.<br />Birleşik kelimeler belirli kurallar çerçevesinde bitişik veya ayrı olarak yazılır.<br /><br />A. Bitişik Yazılan Birleşik Kelimeler<br />Birleşik kelimeler aşağıdaki durumlarda bitişik yazılırlar:<br />1. Ses düşmesine uğrayan birleşik kelimeler bitişik yazılır: kaynana (< kayın ana), kaynata (< kayın ata), nasıl (< ne asıl), niçin (< ne için), pazartesi (< pazar ertesi), sütlaç (< sütlü aş), birbiri (< biri biri).<br />2. Et- ve ol- yardımcı fiilleriyle birleşirken ses düşmesine veya ses türemesine uğrayan birleşik kelimeler bitişik yazılır: emretmek (<emir etmek), kaybolmak (<kayıp olmak); haletmek (<hal’ etmek=tahttan indirmek), meno­lunmak (<men’ olunmak); affetmek (<af etmek), reddetmek (<ret etmek).<br />UYARI : Sadece söyleyişte tonlulaşma biçiminde ses değişmesine uğrayanlar ayrı yazılır: azat etmek, hamt etmek, izaç etmek, iktisap et­mek. Bu örneklerde tonluluk söyleyişte belirtilir.<br />3. Kelimelerden her ikisi veya ikincisi, birleşme sırasında benzetme yoluyla anlam değişmesine uğradığında bu tür birleşik kelimeler bitişik yazılır.<br />a. Bitki adları: aslanağzı, civanperçemi, keçiboynuzu, kuşburnu, turnagagası, açıkağız, akkuyruk (çay), alabaş, altınbaş (kavun), altıparmak (palamut), beşbıyık (muşmula), acemborusu, çobançantası, gelinfeneri, karnıkara (börülce), kuşyemi, şeytanarabası, venüsçarığı, yılan­yastığı, akşamsefası, camgüzeli, çadıru­şağı, gecesefası, ayşekadın (fasulye), hafızali (üzüm), havvaanaeli, meryemanaeldiveni.<br />b. Hayvan adları: danaburnu (böcek), akbaş (kuş), alabacak (at), bağrıkara (kuş), beş­parmak (deniz hayvanı), beşpençe (deniz hayvanı), çakırkanat (ördek), elmabaş (tepeli dalgıç), kababurun (balık), kamçıkuyruk (koyun), kamışkulak (at), karabaş, karagöz (balık), kara­fatma (böcek), kızılkanat (balık), sarıkuyruk (balık), yeşilbaş (ördek), sazkayası (balık), sırtı­kara (balık), şeytaniğnesi, yalıçapkını (kuş), bozbakkal (kuş), bozyürük (yılan), karadul (örümcek), sarısabır (bitki).<br />c. Hastalık adları: itdirseği (arpacık), delibaş, karabacak, karata­ban.<br />ç. Alet ve eşya adları: balıkgözü (halka), deveboynu (boru), domuzayağı (çubuk), domuztır­nağı (kanca), horozayağı (burgu), kargaburnu (alet), keçitırnağı (oyma kalemi), kedigözü (lamba), leylekgagası (alet), sıçankuyruğu (törpü), baltabaş (gemi) gagaburun (gemi), kancabaş (kayık), adayavrusu (tekne).<br />d. Biçim adları: ayıbacağı (yelken biçimi), balıksırtı (desen), civankaşı (nakış), eşek­sırtı (çatı biçimi), kazkanadı (oyun), kırlangıçkuyruğu (işaret), koçboynuzu (işaret), köpekkuyruğu (spor), sıçandişi (dikiş), balgümeci (dikiş), beşikörtüsü (çatı biçimi), turnageçidi (fırtına).<br />e. Yiyecek adları: dilberdudağı (tatlı), hanımgöbeği (tatlı), hanımparmağı (tatlı), ka­dınbudu (köfte), kadıngöbeği (tatlı), kargabeyni (yemek), kedidili (bisküvi), tavukgöğsü (tatlı), vezirparmağı (tatlı), bülbülyuvası (tatlı), kuşlokumu (kurabiye), alinazik (kebap).<br />f. Oyun adları: beştaş, dokuztaş, üçtaş.<br />g. Gök cisimlerinin adları: Altıkardeş (yıldız kü­mesi), Arıkovanı (yıldız kümesi), Büyükayı (yıldız kümesi), Demirkazık (yıldız), Küçükayı (yıldız kü­mesi), Kervankıran (yıldız), Samanyolu (yıldız kümesi), Yedikardeş (yıldız kümesi).<br />ğ. Renk adları: baklaçiçeği, balköpüğü, camgöbeği, devetüyü, fildişi, gülkurusu, kavuniçi, narçi­çeği, ördekbaşı, ördekgagası, tavşanağzı, tavşankanı, turnagözü, vapur­dumanı, vişneçürüğü, yavruağzı.<br />4. -a, -e, -ı, -i, -u, -ü zarf-fiil ekleriyle bilmek, vermek, kalmak, durmak, gelmek, görmek ve yazmak fiilleriyle yapılan tasvirî fiiller bitişik yazılır: alabildiğine, düşünebilmek, yapabil­mek; uyuyakalmak; gidedurmak, yazadurmak; çıkagelmek, olagelmek, süregelmek; düşeyazmak, öleyazmak; alıvermek, gelivermek, gülüvermek, uçuvermek; düşmeyegör, ölmeyegör.<br />5. Bir veya iki ögesi emir kipiyle kurulan kalıplaşmış birleşik keli­meler bitişik yazılır: alaşağı, albeni, ateşkes, çalçene, çalyaka, dönbaba, gelberi, incitmebeni, rastgele, sallabaş, sallasırt, sıkboğaz, unutmabeni; çekyat, geçgeç, kaçgöç, kapkaç, örtbas, seçal, veryansın, yapboz, yazboz tahtası.<br />6. -an/-en, -r/-ar/-er/-ır/-ir, -maz/-mez ve -mış/-miş sıfat-fiil eklerinin kalıplaşmasıyla oluşan birleşik kelimeler bitişik yazılır:<br />ağaçkakan, alaybozan, cankurtaran, çöpçatan, dalgakıran, demirkapan, etyaran, filizkıran, gökdelen, oyunbozan, saçkıran, yelkovan, yolgeçen;<br />akımtoplar, altıpatlar, barışsever, basınçölçer, betonkarar, bilgisayar, çoksatar, dil­sever, füzeatar, özezer, pürüzalır, uçaksavar, yurtsever;<br />baştanımaz, değerbilmez, etyemez, hacıyatmaz, kadirbilmez, karıncaez-mez, kuşkonmaz, külyutmaz, tanrıtanımaz, varyemez;<br />çokbilmiş, güngörmüş.<br /> 7. İkinci kelimesi -dı (-di / -du / -dü, -tı / -ti / -tu / -tü) kalıplaşmış belirli geçmiş zaman ekleriyle kurulan birleşik kelimeler bitişik yazılır: albastı, ciğerdeldi, çıtkırıldım, dalbastı, fırdöndü, gecekondu, gündöndü, hünkârbeğendi, imambayıldı, karyağdı, külbastı, mirasyedi, papazkaçtı, serdengeçti, şıpsevdi, zıpçıktı.<br />8. Her iki kelimesi de -dı (-di / -du / -dü, -tı / -ti / -tu / -tü) belirli geçmiş zaman veya -r /-ar /-er geniş zaman eklerini almış ve kalıplaşmış bulunan birleşik kelimeler bitişik yazı­lır: dedikodu, kaptıkaçtı, oldubitti, uçtuuçtu (oyun); biçerbağlar, biçerdö­ver, göçerkonar, kazaratar, konargöçer, okuryazar, uyurgezer, yanardö­ner, yüzergezer.<br />Aynı yapıda olan çakaralmaz kelimesi de bitişik yazılır.<br />9. Somut olarak yer bildirmeyen alt, üst ve üzeri sözlerinin sona getirilmesiyle kurulan birleşik kelimeler bitişik yazılır: ayakaltı, bilinçaltı, gözaltı (gözetim), şuuraltı; akşamüstü, akşamüzeri, ayaküstü, ayaküzeri, bayra­müstü, gerçeküstü, ikindiüstü, olağanüstü, öğleüstü, öğleüzeri, suçüstü, yüzüstü.<br />10. İki veya daha çok kelimenin birleşmesinden oluşmuş kişi adları, soyadları ve lakaplar bitişik yazılır: Alper, Aydoğdu, Birol, Gülnihal, Gülseren, Gündoğdu, Şenol, Varol; Abasıyanık, Adıvar, Atatürk, Gökalp, Güntekin, İnönü, Karaosmanoğlu, Tanpınar, Yurdakul; Boynueğri Mehmet Paşa, Tepedelenli Ali Paşa, Yirmisekiz Çelebi Mehmet, Yedisekiz Hasan Paşa.<br />11. İki veya daha çok kelimeden oluşmuş Türkçe yer adları bitişik yazılır: Çanakkale, Gümüşhane; Acıpayam, Pınarbaşı, Şebinkarahisar; Beşiktaş, Kabataş.<br />Şehir, kent, köy, mahalle, dağ, tepe, deniz, göl, ırmak, su vb. kelime­lerle kurulmuş sıfat tamlaması ve belirtisiz isim tamlaması kalıbındaki yer adları bitişik yazılır: Akşehir, Eskişehir, Suşehri, Yenişehir; Atakent, Batıkent, Konutkent, Korukent, Çengelköy, Sarıyer, Yenimahalle; Karabağ, Karadağ, Uludağ; Kocatepe, Tınaztepe; Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz; Acıgöl; Kızılırmak, Yeşilırmak; İncesu, Karasu, Sarısu, Akçay.<br />12. Kişi adları ve unvanlarından oluşmuş mahalle, meydan, köy vb. yer ve kuruluş adlarında unvan kelimesi sonda ise, gelenekleşmiş olarak bitişik yazılır: Abidinpaşa, Bayrampaşa, Davutpaşa, Ertuğrulgazi, Kemalpaşa (ilçesi); Necatibey (Caddesi), Mustafabey (Caddesi).<br />13. Ara yönleri belirten kelimeler bitişik yazılır: güneybatı, güney­doğu, kuzeybatı, kuzeydoğu.<br />14. Bunlardan başka dilimizde her iki ögesi de asıl anlamını koru­duğu hâlde yaygın bir biçimde gelenekleşmiş olarak bitişik yazılan keli­meler de vardır:<br />a. Baş sözüyle oluşturulan sıfat tamlamaları: başağırlık, başbakan, başçavuş, başeser, başfiyat, başhekim, başhemşire, başkahraman, başka­rakter, başkent, başkomutan, başköşe, başmüfettiş, başöğretmen, baş­parmak, başpehlivan, başrol, başsavcı, başşehir, başyazar.<br />b. Bir topluluğun yöneticisi anlamındaki başı sözüyle oluşturulan belirtisiz isim tamlamaları: aşçıbaşı, binbaşı, çarkçıbaşı, çeribaşı, ele­başı, mehterbaşı, onbaşı, ustabaşı, yüzbaşı.<br />c. Oğlu, kızı sözleri: çapanoğlu, eloğlu, hinoğluhin, elkızı.<br />ç. Ağa, bey, efendi, hanım, nine vb. sözlerle kurulan birleşik kelime­ler: ağababa, ağabey, beyefendi, efendibaba, hanımanne, hanımefendi, hacıağa, hıyarağalık, kadınnine, paşababa.<br />d. Biraz, birkaç, birkaçı, birtakım, birçok, birçoğu, hiçbir, hiç­biri, herhangi belirsizlik sıfat ve zamirleri de gelenekleşmiş olarak biti­şik yazılır.<br />15. Ev kelimesiyle kurulan birleşik kelimeler bitişik ya­zılır: aşevi, bakımevi, basımevi, doğumevi, gözlemevi, huzurevi, ko­nukevi, orduevi, öğretmenevi, polisevi, yayınevi.<br />16. Hane, name, zade kelimeleriyle oluşturulan birleşik kelime­ler bitişik yazılır: çayhane, dershane, kahvehane, yazıhane; beyanname, kanunname, se­yahatname, siyasetname; amcazade, dayızade, teyzezade.<br />UYARI: Eczahane, hastahane, pastahane, postahane sözleri kullanımdaki yaygınlık dolayısıyla eczane, hastane, pastane, postane biçiminde yazılmaktadır.<br />17. Farsça kurala göre oluşturulan isim ve sıfat tamlamaları ile ka­lıplaşmış biçimler bitişik yazılır: cürmümeşhut, darıdünya, ehli­beyit, ehvenişer, erkânıharp, fecrisadık, gayrimenkul, gayrimeşru, hüsnükuruntu, hüsnüniyet, suikast, hamdüsena, hercümerç.<br />18. Arapça kurala göre oluşturulan tamlamalar ve kalıplaşmış biçimler bitişik yazılır: aliyyülâlâ, ceffelkalem, darülaceze, darülfünun, daüssıla, fevkalade, fevkalbeşer, hıfzıssıhha, hüvelbaki, şey­hülislam, tahtelbahir, tahteşşuur; âlemşümul, cihanşümul, aleykümselam, Allahualem, bismillah, fenafillah, fisebilillah, hafazanallah, inşallah, maşallah, velhasıl, velhasılıkelam.<br />19. Müzik makam adları bitişik yazılır: acembuselik, hisarbuselik, muhayyerkürdi.<br />Bir sıfatla oluşturulan usul adlarında sıfat ayrı yazılır: ağır aksak, yürük aksak, yürük semai.<br />20. Kanunda bitişik geçen veya bitişik olarak tescil ettirilmiş olan kuruluş adları bitişik yazılır: İçişleri, Dışişleri, Genelkurmay, Yükseköğretim.<br /><br />B. Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler<br />1. Etmek, edilmek, eylemek, kılmak, kılınmak, olmak, olunmak yar­dımcı fiilleriyle kurulan birleşik fiiller herhangi bir ses düşme­sine veya türemesine uğramazsa ayrı yazılır: alt etmek, arz etmek, azat etmek, boş olmak, dans etmek, el etmek, göç etmek, ilan etmek, kabul etmek, kul etmek, kul olmak, not etmek, oyun etmek, sağ olmak, söz etmek, terk etmek, var ol­mak, yok etmek, yok olmak.<br />2. Birleşme sırasında kelimelerinden hiçbiri veya ikinci kelimesi anlam değişikliğine uğ­ramayan birleşik kelimeler ayrı yazılır.<br />a. Hayvan türlerinden birinin adıyla kurulanlar:<br />ada balığı, ateş balığı, dil balığı, fulya balığı, kedi balığı, kılıç balığı, köpek balığı, ton balığı, yılan balığı; acı balık, bıyıklı balık, dikenli balık.<br />ardıç kuşu, arı kuşu, çalı kuşu, deve kuşu, muhabbet kuşu, saka kuşu, tarla kuşu, yağmur kuşu; alıcı kuş, boğmaklı kuş, makaralı kuş.<br />ağustos böceği, ateş böceği, cırcır böceği, hamam böceği, ipek böceği, uçuç böceği, uğur böceği; ağılı bö­cek, çalgıcı böcek, sümüklü böcek.<br />at sineği, et sineği, meyve sineği, sığır sineği, su sineği, uyuz sineği.<br />deniz yılanı, ok yılanı, su yılanı; Ankara keçisi, dağ keçisi, yaban keçisi; fındık faresi, tarla faresi; dağ sıçanı, tarla sıçanı; Beç tavuğu, dağ tavuğu; Amerika tavşanı, yaban tav­şanı; kaya örümceği, şeytan örümceği; bal arısı, yaban arısı; Pekin ördeği, yaban ördeği; Ankara kedisi, Van kedisi; Afrika domuzu, yaban domuzu.<br />b. Bitki türlerinden birinin adıyla kurulanlar:<br />ayrık otu, beşparmak otu, çörek otu, eğrelti otu, güzelavrat otu, kelebek otu, ökse otu, pisipisi otu, taşkıran otu, yüksük otu; acı ot, sütlü ot.<br />ateş çiçeği, çuha çiçeği, güzelhatun çiçeği, ipek çiçeği, küpe çiçeği, lavanta çiçeği, mum çiçeği, yayla çiçeği, yıldız çiçeği; ölmez çiçek.<br /> avize ağacı, ban ağacı, dantel ağacı, kâğıt ağacı, mantar ağacı, mercan ağacı, öd ağacı, pelesenk ağacı, süt ağacı, tespih ağacı; kör ağaç.<br />altın kökü, boya kökü, eğir kökü, helvacı kökü, meyan kökü; ek kök, saçak kök, yumru kök.<br />dağ elması, yer elması; çalı dikeni, deve dikeni; köpek üzümü, kuş üzümü; çakal armudu, dağ armudu; at kestanesi, kuzu kestanesi; can eriği, gövem eriği; kuzu mantarı, yer mantarı; su ka­mışı, şeker kamışı; dağ nanesi, taş nanesi; ayı gülü, Japon gülü; Antep fıstığı, çam fıstığı; sırık fasulyesi, soya fasulyesi; Amerika bademi, taş bademi; Afrika menek­şesi, deniz menekşesi; Japon sarma­şığı, kuzu sarmaşığı; Hint inciri, kavak inciri; armut kurusu, kayısı ku­rusu; su sarımsağı, şeker pancarı.<br />kuru fasulye, kuru incir, kuru soğan, kuru üzüm.<br />UYARI : Çiçek dışında anlamlar taşıyan baklaçiçeği (renk), narçi­çeği (renk), suçiçeği (hastalık); ot dışında anlamlar taşıyan ağızotu (barut), sıçanotu (arsenik); ses düşmesine uğramış olan çöreotu ve yay­gın bir biçimde gelenekleşmiş olan semizotu, dereotu bitişik yazılır.<br />c. Nesne, eşya ve alet adlarından biriyle kurulan birleşik kelimeler:<br />alçı taşı, bileği taşı, çakmak taşı, damla taşı, Hacıbektaş taşı, ki­reç taşı, lüle taşı, Oltu taşı, sünger taşı, yılan taşı; buzul taş, damla taş, dikili taş, kayağan taş, yaprak taş.<br />arap sabunu, el sabunu; kahve değirmeni, yel değirmeni; kahve dolabı, su dolabı; oturma odası; duvar saati, kol saati; duvar takvimi, masa takvimi; yemek masası; itfaiye aracı, kurtarma aracı; masa ör­tüsü, yatak örtüsü; el kitabı, Frenk gömleği, İngiliz anahtarı, İngiliz si­cimi; alt geçit, tüp geçit, üst geçit, çekme demir, çekme kat, dolma kalem, dönme dolap, kesme kaya, toplu iğne, vurmalı çalgılar, vurmalı sazlar, yapma çiçek.<br />afyon ruhu, katran ruhu, lokman ruhu, nane ruhu, tuz ruhu.<br />ç. Yol ve ulaşımla ilgili birleşik kelimeler: Arnavut kaldırımı; çevre yolu, deniz yolu, hava yolu, kara yolu, keçi yolu; köprü yol.<br />d. Durum, olgu ve olay bildiren sözlerden biriyle kurulan birleşik ke­limeler: açık oturum, açık öğretim, ana dili, ay tutulması, baş ağrısı, baş belası, baş dönmesi, çıkış yolu, çözüm yolu, dil birliği, din birliği, güç birliği, iş birliği, iş bölümü, madde başı, ses uyumu, yer çekimi.<br />e. Bilim ve bilgi sözleriyle kurulan birleşik kelimeler: anlam bilimi, dil bilimi, edebiyat bilimi, gök bilimi, halk bilimi, ruh bilimi, toplum bilimi, toprak bilimi, yer bilimi; dil bilgisi, halk bilgisi, ses bil­gisi, şekil bilgisi.<br />f. Yuvar ve küre sözleriyle kurulan birleşik kelimeler: göz yuvarı, hava yuvarı, ısı yuvarı, ışık yuvarı, renk yuvarı, yer yuvarı; hava küre, ışık küre, su küre, taş küre, yarı küre, yarım küre.<br />g. Yiyecek, içecek adlarından biriyle kurulan birleşik kelimeler: bohça böreği, su böreği, talaş böreği; ba­dem yağı, çiçek yağı, kuyruk yağı; arpa suyu, maden suyu, meyve suyu; kaşar peyniri, tulum peyniri, beyaz peynir; Adana kebabı, tas kebabı, Urfa kebabı; İnegöl köftesi, İzmir köftesi; ezogelin çorbası, mercimek çor­bası, yoğurt çorbası; irmik helvası, kâğıt helvası, koz helva; acı badem kurabiyesi; Kemalpaşa tatlısı, peynir tatlısı, yoğurt tatlısı; ba­dem şekeri, balık yumurtası.<br /> burgu makarna, çubuk makarna, yüksük makarna; kakaolu kek, üzümlü kek; çiğ köfte, içli köfte; dolma biber, kesme şeker, süzme yoğurt, yarma şeftali; kuru yemiş.<br />ğ. Gök cisimleri: Çoban Yıldızı, Kervan Yıldızı, Kutup Yıldızı, kuy­ruklu yıldız; gök taşı, hava taşı, meteor taşı.<br />h. Organ veya organ yerine geçen sözlerden biriyle kurulan birleşik kelimeler: patlak göz, süzgün göz; aşık kemiği, bel kemiği, elmacık kemiği; serçe parmak, şehadet par­mağı, yüzük parmağı; azı dişi, köpek dişi, süt dişi; kuyruk sokumu, safra kesesi; çatma kaş, takma diş, takma kirpik, takma kol; ekşi surat, kepçe surat; gaga burun (kimse), karga burun, kepçe kulak, ça­kır pençe, demir yumruk, kuru kemik.<br />ı. Benzetme yoluyla insanın bir niteliğini anlatmak üzere bitki, hay­van ve nesne adlarıyla kurulan birleşik kelimeler: çetin ceviz, çöpsüz üzüm; eski kurt, sarı çıyan, sağmal inek; ağır top, eksik etek, eski toprak, eski tüfek, kara maşa, sapsız balta.<br />i. Zamanla ilgili birleşik kelimeler: bağ bozumu, gece yarısı, gün or­tası, hafta başı, hafta sonu.<br />3. -r / -ar / -er, -maz / -mez ve -an / -en sıfat-fiil ekleriyle kurulan sıfat tam­laması yapısındaki birleşik kelimeler ayrı yazılır: bakar kör, çalar saat, çıkar yol, döner sermaye, güler yüz, koşar adım, yazar kasa, yeter sayı; çıkmaz sokak, geçmez akçe, görünmez kaza, ölmez çiçek, tükenmez kalem; akan yıldız, doyuran buhar, uçan daire.<br />4. Renk sözü veya renklerden birinin adıyla kurulmuş isim tamla­ması yapısındaki renk adları ayrı yazılır: bal rengi, duman rengi, gümüş rengi, portakal rengi, saman rengi; ateş kırmızısı, boncuk mavisi, çivit mavisi, gece mavisi, limon sa­rısı, safra yeşili, süt kırı.<br />5. Rengin tonunu belirtmek üzere renkten önce kullanılan sıfatlar ayrı yazılır: açık mavi, açık yeşil, kara sarı, kirli sarı, koyu mavi, koyu yeşil.<br />6. Yer adlarında kullanılan batı, doğu, güney, kuzey, güneybatı, güneydoğu, kuzeybatı, kuzeydoğu, aşağı, orta, yukarı, iç, yakın, uzak kelimeleri ayrı yazılır: Doğu Anadolu, Batı Trakya, Orta Anadolu, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Orta Asya, Orta Doğu, Yakın Doğu, Uzak Doğu, Güneybatı Anadolu, İç Asya, İç Anadolu, Aşağı Ayrancı, Yukarı Ayrancı.<br />7. Kişi adlarından oluşmuş mahalle, bulvar, cadde, sokak, ilçe, köy vb. yer ve kuruluş adlarında sondaki unvanlar hariç, şahıs adları ayrı yazılır: Yunus Emre Mahallesi; Gazi Mustafa Kemal Bulvarı; Ziya Gökalp Bulvarı; Nene Hatun Caddesi; Fevzi Çakmak Sokağı, Cemal Nadir Sokağı; Koca Mustafapaşa; Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi, Sultan Ahmet Camii, Sütçü İmam Üniversitesi.<br />8. Dış, iç, öte, sıra sözleriyle oluşturulan bir­leşik kelime ve terimler ayrı yazılır: ahlak dışı, çağ dışı, din dışı, kanun dışı, olağan dışı, yasa dışı; ceviz içi, hafta içi, yurt içi; fizik ötesi, kızıl ötesi, mor ötesi, sınır ötesi; aklı sıra, ardı sıra, peşi sıra, yanı sıra.<br />9. Somut olarak yer belirten alt ve üst sözleriyle oluşturulan birleşik kelime ve terimler ayrı yazılır: deri altı, su altı, toprak altı, yer altı (yüzey); arka üstü, baş üstü, böbrek üstü bezi, tepe üstü (trafikte).<br />10. Alt, üst, ana, ön, art, arka, yan, karşı, iç, dış, orta, büyük, küçük, sağ, sol, peşin, bir, iki, tek, çok, çift sözlerinin başa getirilmesiyle oluştu­rulan birleşik kelime ve terimler ayrı yazılır: alt yazı; üst kat, üst küme; ana bilim dalı, ana dili; ön söz, ön yargı; art damak, art niyet; arka teker; yan cümle, yan etki; karşı görüş, karşı oy; iç sa­vaş, iç tüzük; dış borç, dış hat; orta kulak, orta oyunu; büyük anne, büyük baba; küçük harf, küçük parmak; sağ açık, sağ bek; sol açık, sol bek; peşin fikir, peşin hüküm; bir gözeli, bir hücreli; iki anlamlı, iki eşeyli; tek eşli, tek hücreli; çok düzlemli, çok hücreli; çift ayaklılar, çift kanatlılar.<br /><br />DEYİMLERİN, İKİLEMELERİN VE ALINTI KELİMELERİN YAZILIŞI<br /><br />Deyimlerin Yazılışı<br />Deyimler ayrı yazılır: akıntıya kürek çekmek, çam devirmek, çanak tutmak, gönlünden geçirmek, göz atmak, kulak asmak, kulak vermek, çantada keklik, devede kulak, yağlı kuyruk, yüz görümlüğü.<br /><br />İkilemelerin Yazılışı<br />İkilemeler ayrı yazılır: adım adım, ağır ağır, akın akın, allak bullak, aval aval (bakmak), cır cır (ötmek), çeşit çeşit, derin derin, gide gide, güzel güzel, karış karış, kös kös (dinlemek), kucak kucak, şıp şıp (damlamak), şıpır şıpır, tak tak (vurmak), takım takım, tı­kır tıkır, yavaş yavaş.<br />bata çıka, çoluk çocuk, düşe kalka, eciş bücüş, eğri büğrü, enine bo­yuna, eski püskü, ev bark, konu komşu, pılı pırtı, salkım saçak, sere serpe, soy sop, süklüm püklüm, yana yakıla, yarım yamalak.<br />m ile yapılmış ikilemeler de ayrı yazılır: at mat, çocuk mocuk, dolap molap, kapı mapı, kitap mitap.<br />İsim durum ekleri ve iyelik ekiyle yapılan ikilemeler de ayrı yazılır: baş başa, diz dize, el ele, göz göze, iç içe, omuz omuza, yan yana; baştan başa, daldan dala, elden ele, günden güne, içten içe, yıldan yıla; başa baş, bire bir (ölçü), dişe diş, göze göz, teke tek; ardı ardına, boşu boşuna, günü gününe, peşi peşine, ucu ucuna.<br /><br /><br /><br />ALINTI KELİMELERİN YAZILIŞI<br />Yabancı kökenli kelimelerin yazılışlarıyla ilgili bazı noktalar aşağıda gösterilmiştir:<br />1. İki ünsüzle başlayan batı kökenli alıntılar, ünsüzler arasına ünlü konmadan yazılır: francala, gram, gramer, gramofon, grup, kral, kredi, kritik, plan, pratik, problem, profesör, program, proje, propaganda, pro­tein, prova, psikoloji, slogan, snop, spiker, spor, staj, stil, stüdyo, trafik, tren, triptik.<br />Bu tür birkaç alıntıda, söz başında veya iki ünsüz arasında bir ünlü türemiştir. Bu ünlü söylenişte de yazılışta da gösterilir: iskarpin, iskele, iskelet, istasyon, istatistik, kulüp.<br />2. İçinde yan yana iki veya daha fazla ünsüz bulunan batı kökenli alıntılar, ünsüzler arasına ünlü konmadan yazılır: alafranga, apartman, biyografi, elektrik, gangster, kilogram, orkestra, paragraf, program, telgraf.<br />3. İki ünsüzle biten batı kökenli alıntılar, ünsüzler arasına ünlü konmadan yazılır: film, form, lüks, modern, natürmort, psikiyatr, seks, slayt, teyp.<br />4. Batı kökenli alıntıların içindeki ve sonundaki g ünsüzleri olduğu gibi korunur: biyografi, diyagram, dogma, magma, monografi, paragraf, program; arkeolog, demagog, diyalog, filolog, jeolog, katalog, monolog, psikolog, ürolog.<br />Ancak coğrafya, fotoğraf ve topoğraf kelimelerinde g’ler, ğ’ye döner.<br />* * *<br />Aşağıdaki durumlarda batı kökenli kelimeler, özgün biçimleri ile yazılırlar:<br />1. Bilim, sanat ve uzmanlık dallarında kullanılan bazı terimler: andante (müzik), cuprum (kimya), deseptyl (eczacılık), quercus, terminus technicus (teknik terim).<br />2. Latin yazı sistemini kullanan dillerden alınma deyim ve sözler: Veni, vidi, vici (Geldim, gördüm, yendim.); conditio sine qua non (Olmazsa olmaz.); eppur si muove (Dünya her şeye rağmen dönüyor.); to be or not to be (olmak veya olmamak); l'art pour l'art (Sanat sanat içindir.); l'Etat c'est moi (Devlet benim.); traduttore traditore (Çevirmen haindir.); persona non grata (istenmeyen kişi).<br />Mesele falan değildi öyle,<br />To be or not to be kendisi için;<br />Bir akşam uyudu;<br />Uyanmayıverdi. (Orhan Veli Kanık)<br /><br />YABANCI ÖZEL ADLARIN YAZILIŞI<br />Arapça ve Farsça Adların Yazılışı<br />Arap ve Fars kökenli kişi ve yer adları Türkçenin ses ve yapı özelliklerine göre yazılır: Ahmet, Bedrettin, Fuat, Mehmet, Necmettin, Nizamettin, Ömer, Rıza, Saadettin; Cezayir, Fas, Filistin, Mısır, Suudi Arabistan; Bağdat, Cidde, Erdebil, Halep, İsfahan, İskenderiye, Medine, Mekke, Şam, Şiraz, Tahran, Tebriz, Trablusgarp.<br /><br />Latin Yazı Sistemini Kullanan Dillerdeki Adların Yazılışı<br />1. Latin yazı sistemini kullanan dillerdeki özel adlar özgün biçimleriyle yazılır: Beethoven, Byron, Cervantes, Chopin, Eminescu, Grimm, Horatius, Molière, Puccini, Rousseau, Shakespeare; Bologna, Buenos Aires, Iorga, Ile-de-France, Karlovy Vary, Latium, Loire, Mann, New York, Nice, Rio de Janerio, Vaasa, Wuppertal. Ancak Batı dillerinde kullanılan adların okunuşları ayraç içinde gösterilebilir: Shakespeare (Şekspir) vb.<br />Yabancı özel adlardan türetilmiş akım adları Türkçe söylenişlerine göre yazılır: Dekartçılık, Epikürcülük, Kalvenci, Kalvencilik, Kalvenizm, Kartezyenizm, Lüterci, Lütercilik, Marksçılık, Marksist, Marksizm.<br />2. Batı kökenli kişi ve yer adlarının bir bölümü eskiden beri dili­mizde yerleştiği biçimiyle yazılır: Napolyon, Şarlken, Şarl (Demirbaş Şarl); Atina, Brüksel, Cenevre, Londra, Marsilya, Münih, Paris, Roma, Selanik, Venedik, Viyana, Zürih; Hollanda, Letonya, Lüksemburg.<br />3. Ait olduğu dilde ayrı yazılan yer adları Türkçede de ayrı yazılır: Buenos Aires, Frankfurt am Main, Freiburg im Breisgau, Hyde Park, Mont Blanc, New Orleans, New York, Rio de Janeiro, San Marino, Wiener Neustadt, Titov Veles.<br /><br />Yunanca Adların Yazılışı<br />Yunanca adlar yazılırken Yunan harflerinin ses değerlerini karşılayan Türk harfleri kullanılır: Homeros, Herodotos, Euripides, Pindaros, Solon, Sokrates, Aristoteles, Platon, Venizelos, Karamanlis, Papandreu, Onasis.<br /> Ancak Herodotos, Sokrates, Aristoteles, Platon, Pythagoras, Eukleides adları dilimizde yaygın olarak Herodot, Sokrat, Aristo, Eflatun, Pisagor, Öklid biçimlerinde yerleşmiştir.<br /><br />Rusça Adların Yazılışı<br />Rusça özel adlarda Rus harflerinin ses değerlerini karşılayan Türk harfleri kullanılır: Bolşevik, Brejnev, Çaykovski, Çehov, Dostoyevski, Gogol, Gorbaçov, İlminskiy, İlyiç, Katayev, Klyaştornıy, Malov, Mendeleyev, Prokofyev, Puşkin, Şolohov, Tolstoy, Yeltsin; Moskova, Omsk, Orenburg, Petersburg, Volga, Yenisey.<br /><br />Çince ve Japonca Adların Yazılışı<br />1. Çince adlar, Türkçede yerleşmiş biçimlerine göre yazılır: Honan, Huangho, Kanton, Nankin, Pekin, Şanghay, Vuhan.<br />Çincede soyadları küçük adlardan önce gelir. Soyadları çoklukla tek hecelidir, küçük adlar ise bir veya iki heceden oluşur. Bu adlar büyük harfle başlar; heceler arasına çizgi konur: Sun Yat-sen, Lin Yu-tang. Yalnız Konfüçyüs gibi yaygınlık kazanmış adlar bitişik yazılır.<br />2. Japon yer ve kişi adları da Türkçede yerleşmiş biçimlerine göre yazılır: Tokyo, Hiroşima, Nagazaki, Osaka, Hokkaydo, Kyoto; Hirohito, Nobuo Haneda, Kayako Hayashi, Sbuishi Kato, Masao Mori.<br />TÜRK DEVLET VE TOPLULUKLARINDAKİ ÖZEL ADLARIN YAZILIŞI<br />Türk devlet ve topluluklarındaki özel adlar Türkçede yerleşmiş söyleniş biçimlerine göre yazılır: Azerbaycan, Özbekistan; Taşkent, Semerkant, Bakü, Bişkek; Abdullah Tukay, Abdürrauf Fıtrat, Bahtiyar Vahapzade, Baykonur, Cafer Cebbarlı, Cemal Kemal, Cengiz Aytmatov, İslam Kerimov, Muhtar Avazov, Osman Nasır.<br />HECE YAPISI VE SATIR SONUNDA KELİMELERİN BÖLÜNMESİ<br />Türkçede kelime içinde iki ünlü arasındaki ünsüz, kendinden sonraki ünlüyle hece kurar: a-ra-ba, bi-çi-mi-ne, in-sa-nın, ka-ra-ca, alt-lık, al-dı.<br />Kelime içinde yan yana gelen ünsüzlerden sonuncusu kendisinden sonraki ünlüyle, diğerleri kendilerinden önceki ünlüyle hece kurar: bir-lik, sev-mek, Türk-çe, Kork-maz.<br />Batı kökenli kelimeler, Türkçenin hece yapısına göre hecelere ayrılır: band-rol, kont-rol, port-re, prog-ram, sant-ral, sürp-riz, tund-ra, volf-ram.<br />Türkçede satır sonunda kelimeler bölünebilir, fakat heceler bölüne­mez. Satıra sığmayan kelimeler bölünürken satır sonuna kısa çizgi (-) konur.<br />Burasını ilk defa görüyormuş gibi duvarlara, perdelere, möblelere, eş-yalara bakıyor, hayret ediyordu. Bütün bu muhitte Türk hayatına, Türk ruhu-na ait bir gölge, bir çizgi bile yoktu. Birden Bursa'daki çocukluğunun geçti-ği babaevini hatırladı; sofada rahat ve beyaz örtülü divanlar vardı.<br />(Ömer Seyfettin)<br />Bitişik yazılan kelimelerde de bu kurala uyulur: ba-şöğ-ret-men, il-ko-kul, Ka-ra-os-ma-noğ-lu.<br />Ayırmada satır sonunda ve satır başında tek harf bırakılmaz:<br />........................................................................................................... u-<br />çurtma değil,<br />......................................................................................................uçurt-<br />ma;<br />.................................................................................................. müdafa-<br />a değil,<br />..................................................................................................... müda-<br />faa;<br />Kesme işareti satır sonuna geldiğinde yalnız kesme işareti kul­lanılır; ayrıca çizgi kullanılmaz.<br /> ................................................................................................... Edirne'<br />nin...<br />.................................................................................................. Ankara'<br />dan...<br />..................................................................................................... 1996'<br />da...<br /><br />KISALTMALAR<br />Kısaltma; bir kelime, terim veya özel adın, içerdiği harflerden biri veya birkaçı ile daha kısa olarak ifade edilmesi ve simgeleştirilmesidir. Kısaltmalarla ilgili kurallar şunlardır:<br />1. Kuruluş, kitap, dergi ve yön adlarının kısaltmaları genellikle her kelimenin ilk harfinin büyük olarak yazılmasıyla yapılır: TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi), TDK (Türk Dil Kurumu), ABD (Amerika Birleşik Devletleri); KB (Kutadgu Bilig); TD (Türk Dili), TK (Türk Kültürü), TDED (Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi); B (batı), D (doğu), G (güney), K (kuzey); GB (güneybatı), GD (güneydoğu), KB (kuzeybatı), KD (kuzeydoğu).<br />Ancak bazen kelimelerin, özellikle son kelimenin birkaç harfinin kısaltmaya alındığı da görülür. Bazen de aradaki kelimelerden hiç harf alınmadığı olur. Bu tür kısaltmalarda, kısaltmanın akılda kalabilmesi için yeni bir kelime oluşturma amacı güdülür: BOTAŞ (Boru Hatları ile Petrol Taşıma Anonim Şirketi), İLESAM (İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği), TÖMER (Türkçe Öğretim Merkezi).<br />Gelenekleşmiş olan T.C. (Türkiye Cumhuriyeti) ve T. (Türkçe) kısaltmalarının dışında büyük harflerle yapılan kısaltmalarda nokta kullanılmaz.<br />2. Element ve ölçülerin uluslararası kısaltmaları kabul edilmiştir: C (karbon), Ca (kalsiyum), Fe (demir); m (metre), mm (milimetre), cm (santimetre), km (kilometre), g (gram), kg (kilogram), l (litre), hl (hektolitre), mg (miligram), m² (metre kare), cm² (santimetre kare).<br />3. Kuruluş, kitap, dergi ve yön adlarıyla element ve ölçülerin dışında kalan kelime veya kelime gruplarının kısaltılmasında, ilk harfle birlikte kelimeyi oluşturan temel harfler dikkate alınır. Kısaltılan kelime veya kelime grubu; özel ad, unvan veya rütbe ise ilk harf büyük; cins isim ise ilk harf küçük olur: Alm. (Almanca), İng. (İngilizce), Kocatepe Mah. (Kocatepe Mahallesi), Güniz Sok. (Güniz Sokağı), Prof. (Profesör), Dr. (Doktor), Av. (Avukat), Alb. (Albay), Gen. (General); is. (isim), sf. (sıfat), hzl. (hazırlayan), çev. (çeviren), ed. (edebiyat), fiz. (fizik), kim. (kimya).<br />* * *<br />Küçük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde kelimenin okunuşu esas alınır: cm'yi, kg'dan, mm'den, YKr’un. Büyük harflerle yapılan kısaltmalara getirilen eklerde ise kısalt­manın son harfinin okunuşu esas alınır: BDT'ye, TDK’den, THY'de, TRT'den, YTL’nin. Ancak kısaltması büyük harflerle yapıldığı hâlde bir kelime gibi okunan kısaltmalara getirilen eklerde kısaltmanın okunuşu esas alınır: ASELSAN'da, BOTAŞ'ın, NATO'dan, UNESCO'ya.<br />Sonunda nokta bulunan kısaltmalar kesmeyle ayrılmaz. Bu tür kı­saltmalarda ek, noktadan sonra ve kelimenin okunuşuna uygun olarak yazılır: Alm.dan, İng.yi, vb.leri.<br />Tonsuz (sert) ünsüzle biten kısaltmalar, ek aldıkları zaman oku­nuşta tonsuz ses tonlulaştırılmaz: AGİK'in (AGİĞ'in değil), CMUK'un (CMUĞ'un değil), RTÜK'e (RTÜĞ'e değil), TÜBİTAK'ın (TÜBİTAĞ'ın değil).<br />Ancak birlik kelimesiyle yapılan kısaltmalarda söyleyişte k'nin yumuşatılması normaldir: ÇUKOBİRLİK'e (söylenişi ÇUKOBİRLİĞE), FİSKOBİRLİK'in (söylenişi FİSKOBİRLİĞİN).<br /><br />KAYNAK: 1. TDK Yazım Kılavuzu (2005)<br /> 2. www.tdk.gov.trS. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-39815022811438343242007-12-10T16:15:00.000-08:002007-12-10T16:16:44.708-08:00Noktalama İşaretleri<span style="color:#cc33cc;">NOKTALAMA İŞARETLERİ</span><br />Duygu ve düşünceleri daha açık ifade etmek, cümlenin yapısını ve duraklama noktalarını belirlemek, okumayı ve anlamayı kolaylaştırmak, sözün vurgu ve ton gibi özelliklerini belirtmek üzere noktalama işaretleri kullanılır.<br />Noktalama işaretlerinden nokta, virgül, noktalı virgül, iki nokta, üç nokta, soru, ünlem, tırnak işaretleri, ayraç ve kesme ait oldukları kelimelere bitişik olarak yazılır ve kesme dışındaki işaretlerden sonra bir harf boşluğu ara verilir.<br /><br />Nokta ( . )<br />1. Cümlenin sonuna konur: Türk Dil Kurumu, 1932 yılında kurulmuştur.<br />Saatler geçtikçe yollara daha mahzun bir ıssızlık çöküyordu.<br />(Reşat Nuri Güntekin)<br />2. Bazı kısaltmaların sonuna konur: Alb. (albay), Dr. (doktor), Yrd. Doç. (yardımcı doçent), Prof. (profesör), Cad. (cadde), Sok. (sokak), s. (sayfa), sf. (sıfat), vb. (ve başkası, ve benzeri, ve bunun gibi), Alm. (Almanca), Ar. (Arapça), İng. (İngilizce).<br />3. Sayılardan sonra sıra bildirmek için konur: 3. (üçüncü), 15. (on beşinci); II. Mehmet, XIV. Louis, XV. yüzyıl; 2. Cadde, 20. Sokak, 4. Levent.<br />UYARI: Arka arkaya sıralandıkları için virgülle veya çizgiyle ayrılan rakamlardan yalnızca sonuncu rakamdan sonra nokta konur: 3, 4 ve 7. maddeler; XII – XIV. yüzyıllar arasında.<br />4. Bir yazının maddelerini gösteren rakam veya harflerden sonra konur:<br /> I. 1. A. a.<br /> II. 2. B. b.<br />5. Tarihlerin yazılışında gün, ay ve yılı gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur: 29.5.1453, 29.X.1923.<br />Tarihlerde ay adları yazıyla da yazılabilir. Bu durumda ay adların­dan önce ve sonra nokta kullanılmaz: 29 Mayıs 1453, 29 Ekim 1923.<br />6. Saat ve dakika gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur: Tren 09.15'te kalktı. Toplantı 13.00’te başladı.<br />Tören 17.30'da, hükûmet daireleri kapandıktan yarım saat sonra başlayacaktır. (Tarık Buğra)<br />7. Bibliyografik künyelerin sonuna konur:<br />Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, TDK Yayınları, Ankara, 1960.<br />8. Beş ve beşten çok rakamlı sayılar sondan sayılmak üzere üçlü gruplara ayrılarak yazılır ve araya nokta konur: 326.197, 49.750.812, 28.434.250.310.500.<br />9. Matematikte çarpma işareti yerine kullanılır: 4.5=20<br /><br />Virgül ( , )<br />1. Birbiri ardınca sıralanan eş görevli kelime ve kelime gruplarının arasına konur:<br />Fırtınadan, soğuktan, karanlıktan ve biraz da korkudan sonra bu sı­cak, aydınlık ve sevimli odanın havasında erir gibi oldum.<br />(Halide Edip Adıvar)<br />Sessiz dereler, solgun ağaçlar, sarı güller<br />Dillenmiş ağızlarda tutuk dilli gönüller<br /> (Faruk Nafiz Çamlıbel)<br />Zindana atılan mahkûmlar gibi titreşerek, haykırarak geri geri kaçmaya uğraşıyorduk. (Hüseyin Rahmi Gürpınar)<br />2. Sıralı cümleleri birbirinden ayırmak için konur: Bir varmış, bir yokmuş.<br />Umduk, bekledik, düşündük. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)<br />Fakat yol otomobillere yasak olduğundan o da herkes gibi tramvaya biner, kimse kendisine dikkat etmez.<br />(Falih Rıfkı Atay)<br />3. Cümlede özel olarak vurgulanması gereken ögelerden sonra konur:<br />Binaenaleyh, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir noktainazardan istifade ederiz. (Mustafa Kemal Atatürk)<br />4. Uzun cümlelerde yüklemden uzak düşmüş olan ögeleri belirtmek için konur:<br />Saniye Hanımefendi, merdivenlerde oğlunun ayak seslerini duyar duymaz, hasretlisini karşılamaya atılan bir genç kadın gibi, koltuğundan fırlamış ve ona kapıyı kendi eliyle açmaya gelmişti.<br /> (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)<br />5. Cümle içinde ara sözleri ve ara cümleleri ayırmak için konur:<br />Şimdi, efendiler, müsaade buyurursanız, size bir sual sorayım.<br />(Mustafa Kemal Atatürk)<br />6. Anlama güç kazandırmak için tekrarlanan kelimeler arasına konur:<br />Akşam, yine akşam, yine akşam,<br />Göllerde bu dem bir kamış olsam! (Ahmet Haşim)<br />Kopar sonbahar tellerinden<br />Derinden, derinden, derinden<br />Biten yazla başlar keder musikisi (Yahya Kemal Beyatlı)<br />7. Tırnak içinde olmayan aktarma cümlelerinden sonra konur: Datça'ya yarın gideceğim, dedi.<br />Şehirde ilk önce hükûmet doktoruyla karşılaştım.<br />– Bugünlerde başımı kaşımaya vakit bulamıyorum, dedi.<br /> (Reşat Nuri Güntekin)<br />8. Konuşma çizgisinden önce konur:<br />Bahçe kapısını açtı. Sermet Bey’e,<br />– Bu anahtar köşkü de açar, dedi. (Ömer Seyfettin)<br />9. Kendisinden sonraki cümleye bağlı olarak ret, kabul ve teşvik bil­diren hayır, yok, evet, peki, pekâlâ, tamam, olur, hayhay, başüstüne, öyle, haydi, elbette gibi kelimelerden sonra konur: Peki, gideriz. Olur, ben de size katılırım. Hayhay, memnun oluruz. Haydi, geç kalıyoruz.<br />Evet, kırk seneden beri Türkçe merhale merhale Türkleşiyor.<br /> (Yahya Kemal Beyatlı)<br />10. Bir kelimenin kendisinden sonra gelen kelime veya kelime grup­larıyla yapı ve anlam bakımından bağlantısı olmadığını göstermek ve anlam karışıklığını önlemek için kullanılır:<br />Bu, tek gözlü, genç fakat ihtiyar görünen bir adamcağızdır.<br /> (Halit Ziya Uşaklıgil)<br />Bu gece, eğlenceleri içlerine sinmedi. <br />(Reşat Nuri Güntekin)<br />11. Hitap için kullanılan kelimelerden sonra konur:<br />Efendiler, bilirsiniz ki hayat demek, mücadele, müsademe demektir.<br />(Mustafa Kemal Atatürk)<br />Sayın Başkan,<br />Sevgili Kardeşim,<br />Değerli Arkadaşım,<br />12. Sayıların yazılışında, kesirleri ayırmak için konur: 38,6 (otuz se­kiz tam, onda altı), 25,33 (yirmi beş tam, yüzde otuz üç), 0,45 (sıfır tam, yüzde kırk beş).<br />13. Bibliyografik künyelerde yazar, eser, basımevi vb. maddelerden sonra konur:<br />Falih Rıfkı Atay, Tuna Kıyıları, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1938.<br />Yazarın soyadı önce yazılmışsa soyadından sonra da virgül konur:<br />Ergin, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, Ankara, 1958.<br />UYARI: Metin içinde ve, veya, yahut bağlaçlarından önce de sonra da virgül konmaz:<br />Nihat sabaha kadar uyuyamadı ve şafak sökerken Faik'e bol teşek­kürlerle dolu bir kâğıt bırakarak iki gün evvelki cephe dönüşü kıyafeti ile sokağa fırladı. (Peyami Safa)<br /><br />Ben Atatürk'le üç veya iki defa karşılaştım.<br /> (Burhan Felek)<br />Ya şevk içinde harap ol ya aşk içinde gönül<br />Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül!<br /> (Yahya Kemal Beyatlı)<br /> <br />UYARI: Metin içinde tekrarlı bağlaçlardan önce ve sonra virgül konmaz:<br />Hem gider hem ağlar.<br />Ya bu deveyi gütmeli ya bu diyardan gitmeli. (Atasözü)<br />Gerek nesirde gerek nazımda yeni bir söyleyişe ulaşılmıştır.<br />Siz ister inanın ister inanmayın, bir gün bile durmam.<br />Ne kız verir ne dünürü küstürür.<br />UYARI: Cümlede pekiştirme ve bağlama görevinde kullanılan da / de bağlacından sonra virgül konmaz:<br />İmlamız, lisanımız düzelince lisanımız da kafamız düzelince düzele­cek, çünkü o da ancak onlar kadar bozuktur, fazla değil! (Yahya Kemal Beyatlı)<br />UYARI: Metin içinde -ınca / -ince anlamında zarf-fiil görevinde kulla­nılan mı / mi ekinden sonra virgül konmaz:<br />Ben aç yattım mı kötü kötü rüyalar görürüm nedense. (Orhan Kemal )<br />Öyle zekiler vardır, konuştular mı ağızlarından bal akıyor sanırsın. (Attila İlhan)<br />UYARI: Şart ekinden sonra virgül konmaz:<br />Tenha köşelerde ağız ağıza konuşurken yanlarına biri gelecek olursa hemen susuyorlardı. (Reşat Nuri Güntekin)<br />Gör gözlerinle de aklın yatarsa anlatıver millete. (Tarık Buğra)<br />UYARI: Metin içinde zarf-fiil ekleriyle oluşturulmuş kelimelerden sonra virgül konmaz:<br /> Cumaları bahçede buluştukça kıza kendisinin adi bir mektep talebesi olmadığını anlatmaya çalışıyordu. (Halide Edip Adıvar)<br /> Şimdiye dek, ben kendimi bildim bileli kimse Değirmenoluk köyünden kaçıp da başka köyde çobanlık, yanaşmalık etmedi.<br />(Yaşar Kemal)<br />Meydanlığa varmadan bir iki defa İsmail kendisini gördü mü diye kahveye baktı. (Necati Cumalı)<br />Ancak yemekte bir karara varıp arkadaşına dikkatli dikkatli bakarak konuştu. (Samim Kocagöz)<br /><br />Noktalı Virgül ( ; )<br />1. Cümle içinde virgüllerle ayrılmış tür veya takımları birbirinden ayırmak için konur: Erkek çocuklara Doğan, Tuğrul, Aslan, Orhan; kız çocuklara ise İnci, Çiçek, Gönül, Yonca adları verilir. Türkiye, İngiltere, Azerbaycan; İstanbul, Londra, Bakü.<br />2. Ögeleri arasında virgül bulunan sıralı cümleleri birbirinden ayır­mak için konur: Sevinçten, heyecandan içim içime sığmıyor; bağırmak, kahkahalar atmak, ağlamak istiyorum. At ölür, meydan kalır; yiğit ölür, şan kalır.<br /><br />İki Nokta ( : )<br />1. Kendisinden sonra örnek verilecek cümlenin sonuna konur:<br />Yeni harfler alındıktan sonra eski yazı ile bir tek kelime bile yazma­yan iki kişi görmüşümdür: Atatürk ve İnönü!<br /> (Falih Rıfkı Atay)<br />– Buğdayla arpadan başka ne biter bu topraklarda?<br />Ziraatçı sayar:<br />– Yulaf, pancar, zerzevat, tütün...<br /> (Falih Rıfkı Atay)<br />2. Kendisinden sonra açıklama yapılacak cümlenin sonuna konur:<br />Bu kararın istinat ettiği en kuvvetli muhakeme ve mantık şu idi: Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır.<br /> (Mustafa Kemal Atatürk)<br />Kendimi takdim edeyim: Meclis kâtiplerindenim.<br />(Falih Rıfkı Atay)<br />Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;<br />Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük. <br />(Yahya Kemal Beyatlı)<br />3. Ses biliminde uzun ünlüyü göstermek için kullanılır: a:ile, ka:til, usu:le, i:cat.<br />4. Edebî eserlerdeki karşılıklı konuşmalarda, konuşan kişinin adın­dan sonra konur:<br />Bilge Kağan: Türklerim, işitin!<br /> Üstten gök çökmedikçe<br /> alttan yer delinmedikçe<br /> ülkenizi, törenizi kim bozabilir sizin?<br />Koro : Göğe erer başımız<br /> başınla senin !<br />Bilge Kağan : Ulusum birleşip yücelsin diye<br /> gece uyumadım, gündüz oturmadım.<br /> Türklerim Bilge Kağan der bana.<br /> Ben her şeyi onlar için bildim.<br /> Nöbetteyim ! (A. Turan Oflazoğlu)<br />5. Genel Ağ adreslerinde kullanılır: http://tdk.org.tr<br />6. Matematikte bölme işareti olarak kullanılır: 56:8=7, 100:2=50<br /><br />Üç Nokta ( ... )<br />1. Tamamlanmamış cümlelerin sonuna konur:<br />Ne çare ki çirkinliği hemencecik ve herkes tarafından görülüveri­yordu da, bu yanı... (Tarık Buğra)<br />2. Kaba sayıldığı için veya bir başka sebepten ötürü açıklanmak is­tenmeyen kelime ve bölümlerin yerine konur: Kılavuzu karga olanın burnu b...tan çıkmaz.<br />Arabacı B...'a yaklaştığını söylüyor, ikide bir fırsat bularak arabanın içine doğru başını çeviriyordu. (Ahmet Hamdi Tanpınar)<br />3. Alıntılarda; başta, ortada ve sonda alınmayan kelime ve bölümle­rin yerine konur:<br />... derken şehrin öte başından boğuk boğuk sesler gelmeye başladı... (Tarık Buğra)<br />4. Sözün bir yerde kesilerek geri kalan bölümün okuyucunun hayal dünyasına bırakıldığını göstermek veya ifadeye güç katmak için konur:<br />Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz!<br />(Faruk Nafiz Çamlıbel)<br />Binaenaleyh, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir noktainazardan istifade ederiz. O noktainazar şudur: Türk milletini, medeni cihanda, layık olduğu mevkiye isat etmek ve Türk cumhuriyetini sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün, daha ziyade takviye etmek...<br /> (Mustafa Kemal Atatürk)<br />5. Ünlem ve seslenmelerde anlatımı pekiştirmek için konur:<br />Gölgeler yaklaştılar. Bir adım kalınca onu kıyafetinden tanıdılar:<br />— Koca Ali... Koca Ali, be!..<br /> (Ömer Seyfettin)<br />6. Karşılıklı konuşmalarda, yeterli olmayan, eksik bırakılan cevap­larda kullanılır:<br />— Yabancı yok!<br />— Kimsin?<br />— Ali...<br />— Hangi Ali?<br />— ...<br />— Sen misin, Ali usta?<br />— Benim!..<br />— Ne arıyorsun bu vakit buralarda?<br />— Hiç...<br />— Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa !..<br />— !.. (Ömer Seyfettin)<br />UYARI: Üç nokta yerine iki veya daha çok nokta kullanılmaz.<br /><br />Soru İşareti ( ? )<br />1. Soru bildiren cümle veya sözlerin sonuna konur:<br /> Ne zaman tükenecek bu yollar, arabacı? (Faruk Nafiz Çamlıbel)<br /> Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? (Ahmet Haşim)<br />Atatürk bana sordu:<br />— Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz? (Falih Rıfkı Atay)<br />Soru eki ve soru kelimesi kullanılmadan ezgili söyleyişlerde soru işareti kullanılır:<br />Gümrükteki memur başını kaldırdı:<br />— Adınız?<br />2. Bilinmeyen, kesin olmayan veya şüpheyle karşılanan yer, tarih vb. durumlar için kullanılır: Yunus Emre (1240?-1320), (Doğum yeri: ?).<br />Türk halk felsefesinin, Türk nükteciliğinin ve mizah dehasının bü­yük mümessili Nasreddin Hoca da (Hâce Nasirüddin) bu asırda yaşa­mıştır (1208 ?-1284).<br />(Türk Dünyası El Kitabı)<br />Ankara'dan Konya'ya 1,5 (?) saatte gitmiş.<br />1496 (?) yılında doğan Fuzuli ...<br />UYARI : mı / mi eki -ınca / -ince anlamında zarf-fiil işleviyle kulla­nıldığında soru işareti konmaz: Akşam oldu mu sürüler döner. Hava karardı mı eve gideriz.<br />Bahar gelip de nehir çağıl çağıl kabarmaya başlamaz mı içimi geri kalmış bir saat huzursuzluğu kaplardı.<br />(Haldun Taner)<br />UYARI : Soru ifadesi taşıyan sıralı ve bağlı cümlelerde soru işareti en sona konur:<br />Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?<br />Üsküdar'dan mı, Hisar'dan mı, Kavaklar'dan mı?<br />(Yahya Kemal Beyatlı)<br /><br />Ünlem İşareti ( ! )<br />1. Sevinç, kıvanç, acı, korku, şaşma gibi duyguları anlatan cümlele­rin sonuna konur:<br />Ne mutlu Türk’üm diyene! (Mustafa Kemal Atatürk)<br />Hava ne kadar da sıcak!<br />Aşk olsun!<br />Ne kadar akıllı adamlar var!<br />2. Seslenme, hitap ve uyarı sözlerinden sonra konur:<br />Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri! <br /> (Mustafa Kemal Atatürk)<br />Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk cumhuriye­tini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. (Mustafa Kemal Atatürk)<br />Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!<br /> (Yahya Kemal Beyatlı)<br />Dur, yolcu! Bilmeden gelip bastığın<br />Bu toprak bir devrin battığı yerdir.<br /> (Necmettin Halil Onan)<br />UYARI: Ünlem işareti, seslenme ve hitap sözlerinden hemen sonra konulabi­leceği gibi cümlenin sonuna da konabilir:<br />Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken<br />Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz!<br /> (Faruk Nafiz Çamlıbel)<br />3. Alay, kinaye veya küçümseme anlamı kazandırılmak istenen sözden hemen sonra yay ayraç içinde ünlem işareti kullanılır:<br />İsteseymiş bir günde bitirirmiş (!) ama ne yazık ki vakti yokmuş (!).<br />Adam, akıllı (!) olduğunu söylüyor.<br />UYARI: Ünlemden sonra üç nokta yerine iki nokta konulması yeterlidir.<br />Gök ekini biçer gibi!.. Başaklar daha dolmadan. (Tarık Buğra)<br /><br />Kısa Çizgi ( - )<br />1. Satıra sığmayan kelimeler bölünürken satır sonuna konur:<br />Soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, üzüntüden mi bil- <br />mem. Havuzun suyu bulanık. Kapının saatleri 12'yi geçmiş. Kanepe-<br />lerde kimseler yok. Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanı- <br />dık mı idi acaba? Ne diye öyle dönüp dönüp baktı? Yoksa kimsecik- <br />lerin oturmadığı kanepelerde bu saatte pek başıboşlar mı oturur?<br /> (Sait Faik Abasıyanık)<br />2. Ara sözleri ve ara cümleleri ayırmak için kullanılır:<br />Küçük bir sürü -dört inekle birkaç koyun- köye giren geniş yolun ağzında durmuştu. (Ömer Seyfettin)<br />3. Dil bilgisinde kökleri ve ekleri ayırmak için konur: al-ış, dur-ak, gör-gü-süz-lük.<br />4. Fiil kök ve gövdelerini göstermek için kullanılır: al-, dur-, gör-, ver-; başar-, kana-, okut-, taşla-, yazdır-.<br />5. Eklerin başına konur: -ak, -den, -ış, -lık.<br />6. Heceleri göstermek için kullanılır: a-raş-tır-ma, bi-le-zik, du-ruş-ma, ku-yum-cu-luk, prog-ram, ya-zar-lık.<br />7. Kelimeler arasında “-den...-a, ve, ile, ila, arasında” anlamlarını vermek için kullanılır: Türkçe-Fransızca Sözlük, Aydın-İzmir yolu, Ankara-İstanbul uçak seferleri, Türk-Alman ilişkileri, Ural-Altay dil grubu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, 09.30-10.30, Beşiktaş-Fenerbahçe karşılaşması, Manas Destanı'nda soy-dil-din üçgeni, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, 2003-2004 öğretim yılı.<br />8. Matematikte çıkarma işareti olarak kullanılır: 50-20=30<br /><br /><br /><br /><br /><br />Uzun Çizgi (Konuşma Çizgisi) (—)<br />Yazıda satır başına alınan konuşmaları göstermek için kullanılır. Buna konuşma çizgisi de denir.<br />Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:<br />“Hancı dedim bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?”<br />Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,<br />Dedi:<br />— Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!<br />(Faruk Nafiz Çamlıbel)<br />Frankfurt'a gelene herkesin sorduğu şunlardır:<br />— Eski şehri gezdin mi?<br />— Rothshild'in evine gittin mi?<br />— Goethe'nin evini gezdin mi?<br /> (Ahmet Haşim)<br />Oyunlarda uzun çizgi konuşanın adından sonra da konabilir:<br />Sıtkı Bey — Kaleyi kurtarmak için daha güzel bir çare var. Gerçekten ölecek adam ister.<br />İslam Bey — Ben daha ölmedim.<br /> (Namık Kemal)<br />UYARI : Konuşmalar tırnak içinde verildiğinde uzun çizgi kul­lanılmaz.<br /><br />Eğik Çizgi ( / )<br />1. Yan yana yazılması gereken durumlarda mısraların arasına konur: Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak / O benim milletimin yıldızıdır parlayacak / O benimdir o benim milletimindir ancak. (Mehmet Akif Ersoy)<br />2. Adres yazarken apartman numarası ile daire numarası arasına ve semt ile şehir arasına konur: Altay Sokağı, Nu.: 21/6 Kurtuluş / ANKARA<br />3. Tarihlerin yazılışında gün, ay ve yılı gösteren sayıları birbirinden ayırmak için konur: 18/11/1969, 15/IX/1994.<br />4. Dil bilgisinde eklerin farklı biçimlerini göstermek için kullanılır: -a/-e, -an /-en, -lık /-lik, -madan /-meden.<br />5. Genel Ağ adreslerinde kullanılır: http://tdk.gov.tr<br />6. Matematikte bölme işareti olarak kullanılır: 70/2=35<br /><br />Ters Eğik Çizgi ( \ )<br />Bilgisayar yazılımlarında art arda gelen dizinleri birbirinden ayırt etmek için kullanılır: C:\Dos>MD \Oyun<br /><br />Tırnak İşareti ( “ ” )<br />1. Başka bir kimseden veya yazıdan olduğu gibi aktarılan sözler tır­nak içine alınır: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin ön cephesinde Atatürk'ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” vecizesi yer almaktadır. Ulu önderin “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü her Türk'ü duygulandırır.<br />Bakınız, şair vatanı ne güzel tarif ediyor:<br />“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.<br />Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”<br />UYARI : Tırnak içindeki alıntının sonunda bulunan işaret (nokta, soru işareti, ünlem işareti vb.) tırnak içinde kalır: “Akıl yaşta değil baş­tadır.” atasözü yüzyılların tecrübesinden süzülüp gelen bir gerçeği ifade etmiyor mu?<br />“İzmir üzerine dünyada bir şehir daha yoktur!” diyorlar.<br />(Yahya Kemal Beyatlı)<br />UYARI : Uzun alıntılarda her paragraf ayrı ayrı tırnak içine alınır.<br />2. Özel olarak belirtilmek istenen sözler tırnak içine alınır: Yeni bir “barış taarruzu” başladı.<br />3. Cümle içerisinde kitapların ve yazıların adları ve başlıkları tırnak içine alınır:<br />Yahya Kemal'in bazı şiirleri “Kendi Gök Kubbemiz” adı altında çıktı.<br />(Ahmet Hamdi Tanpınar)<br />“Yazım Kuralları” bölümünde bazı uyarılara yer verilmiştir.<br />UYARI: Cümle içerisinde özel olarak belirtilmek istenen sözler, kitapların ve yazıların adları ve başlıkları tırnak içine alınmaksızın koyu yazılarak veya eğik yazıyla (italik) dizilerek de gösterilebilir:<br />Höyük sözü Anadolu'da tepe olarak geçer.<br />Cahit Sıtkı'nın Şairin Ölümü şiirini Yahya Kemal çok sevmişti.<br />(Ahmet Hamdi Tanpınar)<br />UYARI : Tırnak içine alınan sözlerden sonra kesme işareti kulla­nılmaz: Yahya Kemal’in “Aziz İstanbul”unu okudunuz mu?<br />4. Bibliyografik künyelerde makale adları tırnak içinde verilir.<br />Tek Tırnak İşareti ( ‘ ’ )<br />Tırnak içinde verilen ve yeniden tırnağa alınması gereken bir sözü belirtmek için kullanılır:<br />Edebiyat öğretmeni “Şiirler içinde ‘Han Duvarları’ gibisi var mı?” dedi ve Faruk Nafiz’in bu güzel şiirini okumaya başladı.<br /><br />“Atatürk henüz ‘Gazi Mustafa Kemal Paşa’ idi. Benden ona dair bir kitap için ön söz istemişlerdi.” <br /> (Falih Rıfkı Atay)<br /><br />Denden İşareti ( " )<br />Bir yazıdaki maddelerin sıralanmasında veya bir çizelgede alt alta gelen aynı sözlerin, söz gruplarının ve sayıların tekrar yazılmasını önlemek için kullanılır:<br />a. Etken fiil<br />b. Edilgen "<br />c. Dönüşlü "<br />ç. İşteş "<br />Yay Ayraç (Parantez İşareti) ( ( ) )<br />1. Cümlenin yapısıyla doğrudan doğruya ilgili olmayan açıklamalar için kullanılır:<br />Anadolu kentlerini, köylerini (Köy sözünü de çekinerek yazıyorum.) gezsek bile görmek için değil, kendimizi göstermek için geziyoruz.<br />(Nurullah Ataç)<br />UYARI: Yay ayraç içinde bulunan özel isimler ve yargı bildiren anlatımlar büyük harfle başlar ve sonuna uygun noktalama işareti getirilir.<br />UYARI : Hakkında açıklama yapılan söze ait ek, ayraç kapandıktan sonra yazılır:<br />Yunus Emre (1240?- 1320)'nin...<br />2. Tiyatro eserlerinde ve senaryolarda konuşanın hareketlerini, durumunu açıkla­mak ve göstermek için kullanılır:<br />İhtiyar – (Yavaş yavaş Kaymakama yaklaşır.) Ne oluyor beyefendi? Allah rızası için bana da anlatın...<br /> (Reşat Nuri Güntekin)<br />3. Alıntıların aktarıldığı eseri veya yazarı göstermek için kullanılır:<br />Cihanın tarihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan, kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanına sahip ol­maya hak kazanmamıştır. Bu vatan ya senindir, ya kimsenin.<br /> (Ahmet Hikmet Müftüoğlu)<br />Eşin var, aşiyanın var, baharın var ki beklerdin<br />Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin? <br /> (Mehmet Akif Ersoy)<br />4. Alıntılarda, başta, ortada ve sonda alınmayan kelime ve bölümle­rin yerine konulan üç nokta, yay ayraç içine alınabilir.<br />5. Bir söze alay, kinaye veya küçümseme anlamı kazandırmak için kullanılan ünlem işareti yay ayraç içine alınır.<br />6. Bir bilginin şüpheyle karşılandığını veya kesin olmadığını gös­termek için kullanılan soru işareti yay ayraç içine alınır.<br />7. Bir yazının maddelerini gösteren sayı ve harflerden sonra kapama ayracı konur:<br /> I) 1) A) a)<br /> II) 2) B) b)<br /><br />Köşeli Ayraç ( [ ] )<br />1. Ayraç içinde ayraç kullanılması gereken durumlarda yay ayraçtan önce köşeli ayraç kullanılır:<br />Halikarnas Balıkçısı [Cevat Şakir Kabaağaçlı (1886-1973)] en güzel eserlerini Bodrum'da yazmıştır.<br />2. Bibliyografik künyelere ilişkin bazı ayrıntıları göstermek için kullanılır: Reşat Nuri [Güntekin], Çalıkuşu, Dersaadet, 1922.<br />Server Bedi [Peyami Safa]<br /><br />Kesme İşareti ( ' )<br />1. Aşağıda sıralanan özel adlara getirilen iyelik, durum ve bildirme ekleri kesme işaretiyle ayrılır:<br />a. Kişi adları, soyadları ve takma adlar: Atatürk’üm, Fatih Sultan Mehmet’e, Muhibbi’nin, Gül Baba’ya, Sultan Ana’nın, Yurdakul’dan, Kâzım Karabekir’i, Yunus Emre’yi, Ziya Gökalp’tan, Refik Halit Karay’mış, Ahmet Cevat Emre’dir, Namık Kemal’se.<br />UYARI : Sonunda p, ç, t, k ünsüzlerinden biri bulunan Ahmet, Çelik, Çiçek, Halit, Mehmet, Mesut, Murat, Özbek, Recep, Yiğit, Bosna-Hersek, Gaziantep, Kerkük, Sinop, Tokat, Zonguldak gibi özel adlara ünlüyle başlayan ek getirildiğinde kesme işaretine rağmen Ahmedi, Çeliği, Çiçeği, Halidi, Mehmedi, Mesudu, Muradı, Özbeği, Recebi, Yiğidi, Bosna-Herseği, Gaziantebi, Kerküğü, Sinobu, Tokadı, Zonguldağı biçiminde son ses yumuşatılarak söylenir.<br />UYARI: Özel adlar için yay ayraç içinde bir açıklama yapıldığında kesme işareti yay ayraçtan sonra konur: Yunus Emre (1240?-1320)'nin, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)'nin.<br />Ancak cins isimler için yapılan açıklamalarda yay ayraçtan sonra doğal olarak kesme işaretine gerek yoktur: İmek fiili (ek fiil)nin geniş zamanı şahıs ekleriyle çekilir.<br />UYARI : Özel adlar yerine kullanılan "o" zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz ve kendisinden sonra gelen ekler kesme işaretiyle ayrıl­maz.<br />b. Millet, boy, oymak adları: Türk’üm, Alman’sınız, İngiliz’den, Rus’muş, Oğuz’un, Kazak’a, Kırgız’ım, Özbek’e, Karakeçili’nin, Hacımusalı’ya.<br />c. Devlet adları: Türkiye Cumhuriyeti’ni, Osmanlı Devleti’ndeki, Amerika Birleşik Devletleri’ne, Azerbaycan Cumhuriyeti’nden.<br />ç. Din ve mitoloji ile ilgili özel adlar: Allah’ın, Tanrı’ya, Cebrail’den, Zeus’u.<br />d. Kıta, deniz, nehir, göl, dağ, boğaz, geçit, yayla; ülke, bölge, il, ilçe, köy, semt, bulvar, cadde, sokak vb. coğrafyayla ilgili yer adları: Asya’nın, Marmara Denizi’nden, Akdeniz’i, Meriç Nehri’ne, Van Gölü’ne, Ağrı Dağı’nın, Çanakkale Boğazı’nın, Zigana Geçidi’nden, Uzunyayla’ya, Türkiye’dir, İç Anadolu’da, Doğu Anadolu’ya, Ankara’ymış, Sungurlu’ya, Ziya Gökalp Bulvarı’ndan, Yıldız Mahallesi’ne, Taksim Meydanı’ndan, Reşat Nuri Sokağı’na.<br />UYARI: Yer bildiren özel isimlerde kısaltmalı söyleyiş söz konusu olduğu zaman ekten önce kesme işareti kullanılır: Hisar’dan, Boğaz’dan.<br />e. Gök bilimiyle ilgili adlar: Jüpiter’den, Venüs’ü, Halley’in, Merih’e, Büyükayı’da, Yedikardeş’ten, Samanyolu’nda.<br />f. Saray, köşk, han, kale, köprü, anıt vb. adları: Dolmabahçe Sarayı’nın, Çankaya Köşkü’ne, Sait Halim Paşa Yalısı’ndan, Ankara Kalesi’nden, Horozlu Han’ın, Galata Köprüsü’nün, Bilge Kağan Abidesi’nde, Çanakkale Şehitleri Anıtı’na.<br />g. Kitap, dergi, gazete ve sanat eseri (tablo, heykel, müzik vb.) adları: Nutuk’ta, Safahat’tan, Kiralık Konak’ta, Sinekli Bakkal’ı, Hürriyet’te, Resmî Gazete’de, Onuncu Yıl Marşı’nı, Yunus Emre Oratoryosu’nu, Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü.<br />ğ. Kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve genelge adları: Millî Eğitim Temel Kanunu’na, Medeni Kanun’un, Atatürk Uluslararası Barış Ödülü Tüzüğü’nde, Telif Hakkı Yayın ve Satış Yönetmeliği’nin.<br />UYARI: Belli bir kanun, tüzük, yönetmelik kastedildiğinde büyük harfle yazılan kanun, tüzük, yönetmelik sözlerinin ek alması durumunda kesme işareti kullanılır: Bu Kanun’un 17. maddesinin c bendi... Yukarıda adı geçen Yönetmelik’in 2’nci maddesine göre... vb.<br />h. Hayvanlara verilen özel adlar: Sarıkız’ın, Karabaş’a, Pamuk’u, Minnoş’tan.<br />UYARI: Kurum, kuruluş, kurul ve iş yeri adlarına gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Türkiye Büyük Millet Meclisine, Türk Dil Kurumundan, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dekanlığına, Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığının; Bakanlar Kurulunun, Danışma Kurulundan, Yürütme Kuruluna; Mavi Köşe Bakkaliyesinden, Gimanın.<br />UYARI : Özel adlara getirilen yapım ekleri, çokluk eki ve bunlardan sonra gelen diğer ekler kesmeyle ayrılmaz: Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Müslümanlık, Hristiyanlık, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Aydınlı, Konyalı, Bursalı, Ahmetler, Mehmetler, Yakup Kadriler, Türklerin, Türklüğün, Türkleşmekte, Türkçenin, Müslümanlıkta, Hollandalıdan, Hristiyanlıktan, Atatürkçülüğün.<br />2. Kişi adlarından sonra gelen saygı sözlerine getirilen ekleri ayırmak için konur: Nihat Bey’e, Ayşe Hanım’dan, Mahmut Efendi’ye, Enver Paşa’ya vb.<br />UYARI: Unvanlardan sonra gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Cumhurbaşkanınca, Başbakanca, Türk Dil Kurumu Başkanına göre vb.<br />3. Kısaltmalara getirilen ekleri ayırmak için konur: TBMM'nin, TDK'nin, BM'de, ABD'de, TV'ye.<br />UYARI : Sonunda nokta bulunan kısaltmalarla üs işaretli kısaltmalar kesmeyle ayrılmaz. Bu tür kısaltmalarda ek noktadan ve üs işaretinden sonra, kelimenin ve üs işaretinin okunuşuna uygun olarak yazılır: vb.leri, Alm.dan, İng.yi; cm³e (santimetre küpe), m²ye (metre kareye), 64ten (altı üssü dörtten).<br />4. Sayılara getirilen ekleri ayırmak için konur: 1985'te, 8'inci madde, 2'nci kat; 7,65’lik, 9,65’lik.<br />1919 senesi Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. <br />(Mustafa Kemal Atatürk)<br />5. Şiirde seslerin ölçü dolayısıyla düştüğünü göstermek için kesme işareti kullanılır:<br />Bir ok attım karlı dağın ardına<br />Düştü n'ola sevdiğimin yurduna<br />İl yanmazken ben yanarım derdine<br />Engel aramızı açtı n'eyleyim (Karacaoğlan)<br />6. Bir ek veya harften sonra gelen ekleri ayırmak için konur: a'dan z'ye kadar, b'nin m'ye dönüşmesi, Türkçede -lık'la yapılmış sözler.<br />UYARI: Akım, çağ ve dönem adlarından sonra gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Eski Çağın, Yükselme Döneminin, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına.S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-36558229992831492792007-12-01T13:23:00.000-08:002007-12-01T13:32:53.943-08:00Yavuz Bülent Bakiler<span style="color:#cc33cc;">Orda Bir Çocuk... Burda Ben</span><br /> <br />Bir ana gülümserken yorgun ve güzel<br />Yüreği müjdelerle tüy gibi hafiflerken,<br />Orda, bir çocuk doğar sımsıcak dünyamıza<br />Burda ben...<br /><br />Dal nasıl, yaprak nasıl, ekin nasıl büyürse<br />Toprak nasıl uyanırsa bir incecik yağmurdan<br />Orda bir çocuk büyür yumak yumak bir nurdan,<br />Burda ben...<br /><br />Koştuğu, atladığı, durduğu, uzandığı,<br />Düşüp kaldığı yerlerde gözbebeğim var.<br />Orda, toz-toprak içinde bir çocuk ağlar,<br />Burda ben...<br /><br />Ne oyun oynamak ister, ne uyku ne su,<br />Ne elişi resimleri gönlünü alır.<br />Orda, bir uzak evde bir çocuk yetim kalır,<br />Burda ben...<br /><br />Dokunsam, martı gibi uçup gidecek sanki,<br />Solgun yüzlü bir avuç kar.<br />Orda, bir gece yarısı, bir hasta çocuk sayıklar,<br />Burda ben...<br /><br />Birden bire uyanır bir ana uykusundan,<br />Sapsarı bir korkuyla bakakalır nefessiz.<br />Orda, sabaha karşı bir çocuk ölür sessiz,<br />Burda ben...<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Yavuz Bülent BAKİLER</span><br /><span style="color:#cc33cc;"></span><br /><span style="color:#cc33cc;">Şiirin alındığı kaynak: <a href="http://www.sanatalemi.net/">www.sanatalemi.net</a></span>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-58309907108060214872007-11-23T08:19:00.000-08:002008-12-09T09:56:17.701-08:00Piri Reis (1465 veya 1470-1554)<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgoFK4vtw9PUewD54NzxAhnABHa00qd_LjvYdOwja61SPDzwfLAeaJsTpZmQ2mdpnkelQl55_qnwTCsGeTdFxKH3LiSS45yC091rMxVoca39xT1rRYAilWjRjse-0Sn22E6p6oTw6T0m7Q5/s1600-h/ekart%5B1%5D.gif"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5136072176013614338" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 454px; CURSOR: hand; HEIGHT: 377px" height="321" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgoFK4vtw9PUewD54NzxAhnABHa00qd_LjvYdOwja61SPDzwfLAeaJsTpZmQ2mdpnkelQl55_qnwTCsGeTdFxKH3LiSS45yC091rMxVoca39xT1rRYAilWjRjse-0Sn22E6p6oTw6T0m7Q5/s320/ekart%5B1%5D.gif" width="271" border="0" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"><span style="color:#cc33cc;">PİRİ REİS</span><br /></span>1400'lü yıllarda çizdiği dünya haritası 20.YY da uzaydan çekilen dünyanın resmi ile bire bir aynı olmasının sırrı nedir? 14.YY da uzaya çıkan bir araç henüz keşfedilmediğine göre …….<br />TEK BİR OLASILIK VAR: Uzaya çıkan PİRİ REİS!!!<br />Peki nasıl???</div><div></div><div></div><div></div><div></div><div><br /><span style="color:#33ff33;">ALLAH HİKMETİ DİLEDİĞİNE VERİR KİME HİKMET VERİLMİŞSE ŞÜPHESİZ ONA ÇOKÇA HAYIR VERİLİR(Bakara 269)</span></div><br /><div><br />Aynel yakin ile başlayan hikmet kademesinde Ayn (göz)ile görerek ilime vakıf olunur. Allaha yakın olan Allahın veli kullarından perde kalktığı zaman mesafe boyu kalkar ve fizik ötesi açılır.<br /><br />Eşsiz bir kartograf ve deniz bilimleri üstadı olmasının yanı sıra, Osmanlı deniz tarihinde derin izler bırakmış büyük bir kaptandır Piri Reis. Osmanlı Türklerinde gerçek anlamda haritacılık onunla başlamıştır. Piri Reis'in asırlar öncesinden günümüze kadar gelen bu ünü, bilgeliğini Hak'tan almasından kaynaklanmaktadır. Teknolojinin her geçen gün yeni gelişmelere imza attığı günümüzde Piri Reis'in asırlar öncesinde çizdiği haritanın sırrı hâlâ açıklanamıyorsa, bunun tek bir anlamı vardır: Allah dostları ilmi sadece Allah'tan alanlardır. Bu sebeple bıraktıkları eserler de bütün dünyanın hayranlığını kazanmakla kalmamış, bilgeliklerinin sırrı hâlâ açıklanamamıştır.<br />Piri Reis, 1465-1470 dolaylarında, Osmanlıların ünlü bir deniz üssü olan Gelibolu'da doğmuştur. On yaşlarına geldiğinde, Akdeniz'de nam salmış ünlü bir korsan olup sonradan devlet hizmetine giren amcası Kemal Reis'in seferlerine katılmaya başlamış ve uzun yıllar amcasıyla birlikte Akdeniz'de korsanlık yapmıştır.<br />Osmanlı devletinin hizmetine girmek Piri Reis'in yeni bir ufka yelken açmasını sağlamıştır. Hayatını adadığı, bugün birçoğumuzun tasavvur bile edemeyeceği nice güzellikler yaşamış, nice güzelliklere imzasını atmıştır. Bizler, o büyük Hak aşıklarının yaşadığı güzelliklerin fizikî boyutunun farkına varabiliyoruz sadece. Manevî alanda neler gördüler, neler yaşadılar, insanlığa nice faydalar getirdiler, bilinmez. Yaptıkları hizmetler, yaşadıkları ve yaşattıkları güzellikler bizim idrak edebildiğimizden çok daha büyük olsa da, ne yazık ki bizler ancak algılayabildiğimiz, idrak edebildiğimiz ölçüde aktarabiliyoruz onları geçmişten geleceğe…<br />Büyük bir Hak aşığı olan Piri Reis, amcasının ölümünden sonra bir süre açık denizlere çıkmamış ve Gelibolu'ya yerleşmiştir. Burada, önce 1513 tarihli ilk dünya haritasını çizmiştir. Atlas Okyanusu, İberik Yarımadası, Afrika'nın batısı ile yenidünya Amerika'nın doğu kıyılarını kapsayan üçte birlik parça, işte bu haritanın elde bulunan bölümüdür. Bu haritayı dünya ölçeğinde önemli kılan, Kristof Kolomb'un hâlâ bulunamamış olan Amerika haritasındaki bilgileri içeriyor olmasıdır.<br />Piri Reis haritasını, Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında, 1517'de padişaha sunmuştur. Bazı tarihçilere göre, Osmanlı padişahı dünya haritasına bakmış ve “ Dünya ne kadar küçük.” demiştir. Sonra da, haritayı ikiye bölmüş ve “ Biz doğu tarafını elimizde tutacağız.” demiştir. Padişah, daha sonra 1929'da bulunacak olan diğer yarıyı atmıştır. Bazı kaynaklarca, günümüzde bulunamamış olan doğu yarısını, Hint Okyanusu'nun ve onun Baharat yolunun kontrolünü ele geçirmek için Padişahın yapacağı olası bir sefer için kullanmak istediği bile iddia edilmektedir.<br />Piri Reis seferden Gelibolu'ya dönmüş ve derlediği denizcilik notlarını bir Denizcilik Kitabı (Seyir Kılavuzu) olan KİTAB-I BAHRİYE 'de bir araya getirmiştir. 1523'deki Rodos seferi sırasında da Osmanlı Donanması'na katılmıştır. 1524'de Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı sadrazam Pergeli İbrahim Paşa'nın takdiri ve desteğini kazanınca, 1526'da gözden geçirdiği KİTAB-I BAHRİYE' sini devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman'a sunmuştur. Piri Reis'in 1526'ya kadar olan yaşamı KİTAB-I BAHRİYE 'den de izlenebilir.<br />Piri Reis, 1528'de de ikinci dünya haritasını çizmiştir. Bugün elimizde olan Kuzey Amerika haritası bu haritanın bir parçasıdır. Sonraki yıllarda, güney sularında devlet için çalışan Piri Reis, bu dönemde, Hint Kaptanlığı yapmış, Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi'ndeki deniz görevlerinde yaşlanmıştır.<br />Piri Reis'in Osmanlı donanmasında yaptığı son görev acı olaylarla biten Mısır Kaptanlığı'dır. 1552'de çıktığı ikinci seferin son durağı Basra'da, tamire ve dinlenmeye muhtaç donanmayı bırakıp ganimet yüklü üç gemi ile Mısır'a döndüğü için, burada hapsedilmiştir. Donanmayı Basra'da bırakması, Basra valisi Kubat Paşa'ya ganimetten istediği haracı vermemesi, Mısır Beylerbeyi Mehmet Paşa'nın politik hırsı yüzünden 1554'te hizmette kusurla suçlanarak idam edilmiştir. Öldüğünde 80 yaşının üzerinde olan Piri Reis, yarattığı evrensel boyuttaki ve bugün dahi nasıl çizildiği bilinemeyen eserleri olan iki dünya haritası ve çağdaş denizciliğin ilk önemli yapıtlarından birisi sayılan KİTAB-I BAHRİYE ile günümüzde de halen yaşamaktadır.<br />Dünya haritası ve Kuzey Amerika haritasının çizimlerindeki isabet ve projeksiyon sistemindeki mükemmellik, tüm dünyada büyük hayranlık ve hayret uyandırmaktadır. Piri Reis'in çizdiği haritaların bugün tüm dünyada hayranlık uyandırmasını sağlayan tek gerçek, onun bir Allah dostu olduğunun açık bir delilidir.</div><br /><div><br /><span style="color:#ff0000;"><span style="color:#3366ff;">Yüce Allah'ım bana (Hz. Muhammed s.a.v.) buyurdu ki:</span><br /><span style="color:#cc33cc;">“Kim benim bir velime (dostuma) düşmanlık ederse bana karşı savaş açmıştır. Kulum bana ancak emrettiğim ve farz kıldığım ibadetle yaklaşır. Ve devamlı nafile ibadetlerle bana yakınlaşmaya devam eder. Öyle ki ben de onu sevmeye başlarım. Onu sevince de, (o kulumun) gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o (kulum) benimle benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. (Yani görmesi, işitmesi, tutması ve yürümesinde hep benimledir, benim rızamı düşünür). Benden bir şey isterse elbette ki (o kuluma) veririm. Bana sığınırsa onu korurum. Yaptığım hiçbir işte tereddüt etmedim. Yalnız, mümin kulumun ruhunu almakta tereddüt ettim. O ölümü istemez, ben de önün hoşlanmadığı şeylerden hoşlanmam. Fakat ölümden kurtuluş yoktur.”</span> (Buhârî (6502) Ahmed; (6/256) buna yakın lafızlar ile Aişe'den)</span> <div><span style="color:#ff0000;"></span></div><span style="color:#ff0000;"><span style="color:#3333ff;">Bu yazının alındığı kaynak:</span> <a href="http://www.ledunilmi.com/"><span style="font-size:180%;color:#cc33cc;">www.ledunilmi.com</span></a></span></div>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-73615175055620454412007-11-22T13:21:00.000-08:002007-11-22T13:24:57.638-08:00Türk Tarihi<a href="http://www.metalforum.biz/tarih/index.html"><span style="font-size:180%;color:#3366ff;">TÜRK TARİHİ</span></a>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-22541634257321693512007-11-20T15:25:00.000-08:002008-12-09T09:56:17.984-08:00Türk Edebiyatı Konu Anlatımları<span style="color:#33ff33;"></span><span style="color:#33ff33;"></span><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQnpS0rglgjJrcrcW_GzUAyePG00-w9LWcaw4IWvtzV9bH0PHXpYywRxHNFdPa3iuHY2aNCl8XOdPJjhn4_cF1yUsk-G5Uht85lmQDsn0WQNwuy7WzIWbNBjO_F5J0oMvi-AkgQyi1JttX/s1600-h/03_Tur1.gif"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5227992987890316210" style="DISPLAY: block; MARGIN: 0px auto 10px; WIDTH: 367px; CURSOR: hand; HEIGHT: 370px; TEXT-ALIGN: center" height="370" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQnpS0rglgjJrcrcW_GzUAyePG00-w9LWcaw4IWvtzV9bH0PHXpYywRxHNFdPa3iuHY2aNCl8XOdPJjhn4_cF1yUsk-G5Uht85lmQDsn0WQNwuy7WzIWbNBjO_F5J0oMvi-AkgQyi1JttX/s320/03_Tur1.gif" width="293" border="0" /></a><br /><div><span style="font-size:130%;"><span style="font-size:180%;color:#33ff33;">TÜRK EDEBİYATI TARİHİ</span><br /></span><br />Türk edebiyatı tarihi, Türklerin kültür değişimlerine göre üç ana grupta incelenir:<br />İslamiyetten Önceki Türk Edebiyatı<br />İslam Etkisindeki Türk Edebiyatı<br />Batı Etkisindeki Türk Edebiyatı<br />Elbette bu üç grubu kesin hatlarla birbirinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü İslam etkisine girince eski edebiyat tamamen yok olmadığı gibi Batı etkisine girince de İslami edebiyat bitmemiştir. Ancak genel tercihin değişmesi, bu ayrımı ortaya koyar.<br />Bu ana grubun içinde de değişik anlayışların oluşturduğu ayrılmalar görülür. Bunları bir şema halinde gösterelim. (Şema yukarıda...)<br /><a href="http://www.sanaldersane.com/KonuAnlat/oss_ka_Ede_resim/ka_tur_03/03_Tur1.gif" mce_href="http://www.sanaldersane.com/KonuAnlat/oss_ka_Ede_resim/ka_tur_03/03_Tur1.gif"></a><a href="http://img2.blogcu.com/images/b/a/f/bafraegitim/121723658203_tur1.gif" target="_blank" mce_href="http://img2.blogcu.com/images/b/a/f/bafraegitim/121723658203_tur1.gif"></a><a href="http://www.sanaldersane.com/KonuAnlat/oss_ka_Ede_resim/ka_tur_03/03_Tur1.gif" mce_href="http://www.sanaldersane.com/KonuAnlat/oss_ka_Ede_resim/ka_tur_03/03_Tur1.gif"></a><a href="http://img2.blogcu.com/images/b/a/f/bafraegitim/121723658203_tur1.gif" target="_blank" mce_href="http://img2.blogcu.com/images/b/a/f/bafraegitim/121723658203_tur1.gif"></a><br />Şimdi bu dönemleri ayrıntılarıyla görelim;<br /><br /><span style="color:#33ff33;">İSLAMİYETTEN ÖNCEKİ TÜRK EDEBİYATI<br /></span>Tarihin karanlık devirlerinden, İslamiyetin kabul edildiği 8. - 10. yüzyıla kadar sürer . Bu edebiyatı kendi içinde iki gruba ayırabiliriz.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">1. Sözlü Edebiyat</span><br />Henüz yazı yokken , Türk toplumlarında ozan denen saz şairleri bulunurdu. Bunlar, dini törenlerde ve bütün sosyal etkinliklerde şiir söyler, destan okurlardı. Böylece dilden dile dolaşan bir şiir geleneği oluşmuş, tarih boyunca tüm kültür değişmelerine rağmen yok olmayan bu gelenek günümüze kadar sürmüştür.<br />Bu edebiyatın genel özelliklerini şu şekilde maddeleştirebiliriz:<br />Asıl ürününü doğal destanlar dediğimiz tür oluşturur.<br />Sığır (av törenleri), şölen (dini ayinler), yuğ (ölen kişinin ardından yapılan törenler) adı verilen toplantılardan doğmuştur.<br />Ozan, baksı, kam denen kişilerce, saz eşliğinde söylenir.<br />Şiirlerde hece ölçüsü kullanılmış, bunların yedili sekizli ve on ikili olanları tercih edilmiştir.<br />Dörtlük nazım birimi kullanılmıştır.<br />Daha çok yarım kafiye ve redif kullanılmıştır. Bazı şiirlerde kafiye, dize başlarında görülmekle birlikte, sonlarda kullanılması daha yaygındır.<br />Nazım şekli olarak, sav, sagu ve koşuklar görülür. Sav, atasözü özelliği gösteren şiirlerdir. Şiir şeklinde olmayan savlar da vardır. Sagu ölen kişinin ardından söylenen ağıtlardır. Koşuk; aşk, hasret, doğa güzelliği hakkındaki şiirlerdir.<br />Dil yabancı tesirlerden uzak, saf bir Türkçedir.<br />Sözlü edebiyatın en önemli kaynağı destanlardır. Dünya edebiyatları içinde destanlar yönüyle en zengin edebiyat Türk edebiyatıdır. Diğer milletlerin bir veya iki destanı varken Türklerin bunlardan kat kat fazla destanı vardır.<br />Destan, milletin hayatını derinden etkileyen büyük savaşlar, göçler, istilalar sonucunda oluşur. Eğer tarihin karanlık devirlerinde, halk arasında oluşmuş ve sonradan bir şair ya da yazar tarafından yazıya geçirilmişse doğal destan adını alır. Millet hayatında önemi olan bir olayı bir şair ya da yazar kendisi destanlaştırmışsa buna da yapma destan denir.<br />Elbette bir milletin tarih zenginliğini doğal destanlar ortaya koyar. Bu yönüyle Türk destanları bir hayli önemlidir.<br />Türk destanları iki gruba ayrılır: İslamiyetten önceki destanlar ve İslamiyetten sonraki destanlar.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">İslamiyetten Önceki Destanlar<br /></span>Alp Er Tunga Destanı<br />M.Ö. VII. asırda Türk - İran savaşlarında ün kazanmış, İran ordularını defalarca mağlup etmiş bir Türk hükümdarını anlatır. Daha sonra İranlılar tarafından hile ile öldürülmüştür. Onun İran destanındaki adı Afrasyab’dır. Alp Er Tunga’nın ölümünde söylenmiş bir sagu Divan-ı Lügat’it Türk’te bulunmuştur. Ancak bununla ilgili asıl bilgi Şehname adlı İran destanında vardır.<br /><br />Şu Destanı<br />Şu adındaki bir hükümdarın Büyük İskender’in Türk illerine yürüyüşü sırasında onunla yaptığı savaşları anlatır. Sonunda Şu, İskender’le anlaşır ve Balasagun yöresine yerleşir. Bazı Türk boylarının adlarının nereden geldiğinin izahı yönüyle önemlidir. Eski Saka devletinde hükümdarlara Şu adı verilmesi dolayısıyla, bu destan Saka destanı olarak da bilinir.<br /><br />Hun - Oğuz Destanları<br />Eski Türk devletlerinden tarihini en iyi bildiğimiz büyük devlet Hunlardır. İki destanları vardır. Doğu Hunları temsil eden Oğuz Kağan ve Batı Hunları temsil eden Attila destanlarıdır.<br /><br />Oğuz Kağan Destanı<br />Oğuz Kağan adlı bir hükümdarın savaşlarının anlatıldığı en önemli Türk destanlarındandır. M.Ö. II. asırda doğmuştur. Birçok değişikliğe uğramış, birçok katkılarla değişmiştir. Destanda Türklerin bazı boylarının isimlerinin nereden geldiği anlatılır. Oğuz Kağan’ın halkına değişik hedefler göstermesi de dikkate değer bir husustur.<br /><br />Attila Destanı<br />Batı Hun Hükümdarı Attila’nın fetihleri etrafında oluşmuştur. M.S. V. asırda Avrupa’ya korkulu yıllar yaşatan Attila, Rusya’dan Fransa’ya kadar bütün Avrupa’yı almış, Roma’ya kadar uzanmıştır. Evlendiği gece çok içtiğinden burun kanamasıyla ölmüştür. Destanda onun ölümüyle ilgili söylenen ağıtta bir ölüm feryadı değil, kahramanlıklar anlatılmıştır.<br /><br />Gök - Türk Destanları<br />Tarihte kurdukları devlete Türk adını veren ilk Türkler; Gök-Türkler’dir. M.S. V. asırdan VIII. asra kadar Ortaasya’yı ellerinde tutmuşlardır. Gök-Türklerin devlet kurmadan önceki yaşayış ve inançlarını anlatan iki destanları vardır: Bozkurt Destanı ve Ergenekon Destanı.<br /><br />Bozkurt Destanı<br />Destanın esası yok olma felaketine uğrayan Gök-Türk soyunun yeniden dirilip çoğalmasında bir Bozkurt’un Anne Kurt olarak etkili olmasıdır.<br /><br />Ergenekon Destanı<br />Düşmanları tarafından yenilen Türkler, yok olma aşamasına gelmişti. Düşmanın elinden kaçabilen iki aile, yolu izi olmayan Ergenekon’a gelmiş orada dört yüz yıl büyüyüp çoğalmış ve demir dağı eritip Ergenekon’dan çıkmışlar; atalarının düşmanlarını yenip Gök-Türk devletini kurmuşlardır. Destanın en önemli özelliği tarihle benzerlik göstermesidir. Türklerin demiri işleyen ilk kavim olduğunu anlatması da önemlidir.<br /><br />Dokuz Oğuz - On Uygur Destanları<br />Dokuz Oğuz boyuyla On Uygur boyu birleşip tek bir boy haline gelmişlerdir. İki destanları vardır: Türeyiş Destanı ve Göç Destanı.<br /><br />Türeyiş Destanı<br />Destana göre eski Hun hükümdarının iki kızı vardı. Hükümdar, kızlarının tanrılarla evlenmelerini istiyordu.<br />Bu yüzden onları insanlardan uzak bir yere bıraktı.<br />Tanrı nihayet Bozkurt şeklinde geldi ve kızlarla evlendi. Bu evlenmeden bozkurt ruhu taşıyan Dokuz Oğuz - On Uygur çocukları doğdu.<br /><br />Göç Destanı<br />Uygurların hükümdarının Çinlilerle savaşmamak için Çin prensesiyle evlenmek istemesi ve Çinlilerin bu prenses karşılığında Türklerce kutsal sayılan bir taşı almalarını anlatır. Taş gidince Uygur ülkesine felaket çöker. Uygur halkı Beş Balıg denilen yere yerleşir. Destanın en önemli özelliği değersiz bir kaya parçasının bile hiçbir şey uğruna düşmana verilmeyeceği inancını anlatmasıdır.<br />İslamiyetten sonraki destanları Halk edebiyatında anlatacağız. </div><div><br />Türklerden başka milletlerin de tarihi destanları vardır: </div><div>Bunlar doğal destanlardır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz.</div><div> </div><div>Almanların Nibelungen<br />Finlilerin Kalevala<br />Fransızların Chanson de Roland<br />İngilizlerin Robin Hood<br />Yunanlıların İlyada ve Odysse<br />Rusların İgor<br />Hintlilerin Mahabarata ve Ramayana<br />İranlıların Şehname<br />Japonların Şinto<br /><br /><span style="color:#33ff33;">2. Yazılı Edebiyat</span><br />Türklerin yazılı eserler ortaya koymasıyla başlar. Yazılı Türk edebiyatının, bugün elimizde sağlam vesikaları bulunan başlangıcı M.S. VIII. asra aittir. Bu vesikalar ilk ulusal alfabemiz olan Gök-Türk yazısıyla yazılmış Gök-Türk yazıtlarıdır. Yazıtlardaki alfabenin işlenmişliğine bakılırsa bu yazı dilinin çok eski çağlarda da kullanılmış olması muhtemeldir. Nitekim V. asırda yazıldığı söylenen ve Kırgızlara ait olduğu bilinen Yenisey Yazıtlarında da aynı alfabenin kullanıldığı görülmektedir.<br /><br />Gök-Türk Yazıtları (Orhun Abideleri)<br />Türk edebiyatının ilk yazılı örnekleri, taşlar üzerine yazılarak bırakılmış eserlerdir. Bunlar üç taş halindedir. Bunlardan birincisi 720 yılında Tonyukuk tarafından diktirilen ve yine Tonyukuk tarafından yazdırılan taştır. Diğer iki kitabeden birisi 732 yılında Kültigin adına, diğeri 735 yılında Bilge Kağan adına dikilmiştir.<br />Yazıtlarda kullanılan dil, yabancı tesirlerden uzak, sade bir dildir. Yer yer realist bir tarih dili, yer yer milli ve sosyal eleştiri cümleleri, yer yer kudretli bir hitabet dili ile yazılmıştır.<br />Yazıtlarda Türk milletinin benliğini unutmaması gerektiği, düşmanın tatlı sözlerine, hediyelerine aldanmayıp vatanın birlik ve beraberliği için çalışılması gerektiği anlatılmıştır. Yazıtlar aynı zamanda Türk boylarının isimlerini içeren yazılı bir belgedir.<br />Yazıtlardan XIII. yüzyılda Cüveyni, “Tarih-i Cihangüşa" adlı eserinde söz etmiş ancak bu pek ilgi görmemiştir. Yazıtları Avrupa ilmine ilk kez Strahlenberg isimli bir İsveç subayı tanıtmıştır. Yazılar ise 1893'te Danimarkalı Prof. Thomsen tarafından çözülmüştür. 1922'de tamamı okunarak yayınlanmıştır.<br />Türklerin İslamiyetten önce kullandıkları bir diğer alfabe de Uygur alfabesidir. Bu, Uygurların oluşturduğu bir alfabe olmayıp Mani dinine mensup Soğdak yazısıdır. Uygurlar Mani dinini kabul edince o dinin alfabesini de kabullenmişlerdir. Bu alfabeyle yazılan Altun Yaruk ve Sekiz Yükmek adlı eserler Budizm’i anlatan dini metinlerdir.<br /></div><div><br /><span style="color:#33ff33;">İslam Etkisindeki Türk Edebiyatı</span><br />İslamiyetin Kabulü, Türklerde büyük değişiklikler yaptı. Yaşayışları, kültürleri yeni dinle şekillendi ve dolayısıyla bu, sanatlarında da oldukça geniş bir değişiklik yaptı. Bu sırada İslamı yerinde öğrenmek için birçok Türk aydını Arap ve Fars diyarlarına gitti. Burada Arapça ve Farsçayı çok iyi öğrenen aydınları, bu dillerin son derece gelişmiş ince edebiyatları büyük ölçüde etkiledi. Bu edebiyatı Türkçe’ye uygulamak istediler ve böylece yeni bir edebiyatın başlamasını sağladılar. Sonuçta Batıyla tanışana kadar sürecek yaklaşık on asırlık bir edebiyat başlamış oldu.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">İlk Sanatçılar ve İlk Eserler</span><br />İslamiyetle VIII. yüzyılda tanışmasına rağmen Türklerin elimizde bulunan ilk İslami eserleri XI. yüzyılda yazılmıştır. Ancak bunlara ilk İslami eser demek de zordur. Çünkü eserlerdeki üslup, onlardan önce bu tarz eserlerin olduğu izlenimi vermektedir. Ancak bunlar tarih içinde kaybolmuştur. Belki tarihi araştırmalar ileride daha eski örnekleri ortaya çıkarır.<br />Şimdi elimizde bulunan ilk İslami eserleri inceleyelim.<br /><br />Kutadgu Bilig<br />Yusuf Has Hacib tarafından yazılan bu eser elimizdeki en eski İslami eserdir.<br />Kutluluk bilgisi, saadet bilgisi, devlet olma bilgisi anlamındadır. Kitap gerek fert olarak gerekse toplum halinde yaşayan insanların, iyi bir siyasetle idare edilip, dünyada ve ahirette mesut olabilmeleri için tutulacak yolları gösterir. Bu yönüyle bu kitaba bir “siyasetname” denebilir. Eser mesnevi nazım biçimiyle yazılmış olup 6645 beyittir. Aruz ölçüsüyle yazılan beyitler dışında, Türk şiirine has dörtlükler, cinaslar da görülür.<br />Hakaniye lehçesiyle yazılmış olan eserde kelimelerin çoğu Türkçe olmasına rağmen özellikle dini terimlerin Arapça olduğu görülür. Az da olsa Farsça sözcüklere rastlamak da mümkündür. Eserde dört şahıs konuşturulur. Aslında bunlar sembolik şahıslardır. Bunlardan Güntoğdu adlı hükümdar, adaleti; Aytoldı adlı vezir, saadeti; Öğdülmüş adlı vezirin oğlu aklı; Odgurmuş adlı bir dindar da kanaat etmeyi temsil eder.<br />Eser 1070 yılında Tabgaç Buğra Han’a sunulmuştur.<br /><br />Divan-ı Lügat’it Türk<br />Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan bu eser Türkçenin ilk sözlüğü ve dilbilgisi kitabıdır. Ancak hazırlanışı ve içindekiler bakımından devrinin dili, tarihi, coğrafyası ve sosyolojisi hakkında değerli bilgilerle zengin bir milli kültür hazinesidir.<br />Eser, Türk dilini Araplara öğretmek amacıyla yazılmış, bu nedenle Arap diliyle kaleme alınmıştır. Arapça olmakla beraber içinde o devir için çok sayıda Türkçe kelime ile Türk Halk edebiyatından ve halk dilinden alınmış çok sayıda şiir örnekleri, Türkçe deyimler ve atasözleri vardır. Türkçe kelimelerin sayısı 7500'den fazladır.<br />Divan-ı Lügat’it Türk’teki Türkçe örnekler, Gök-Türk yazıtlarından bu yana bize kadar ulaşan en eski Türk edebiyatı hatıralarıdır. Bunlar arasında koşuklar, sagular, destan parçaları vardır.<br /><br />Atabet’ül Hakayık<br />Edip Ahmet Yükneki tarafından yazılan bu eser Kutadgu Bilig’den yarım asır sonra gelir. Kitabın adı “Hakikatlar eşiği” anlamına gelir. Eser Sipehsalar Mehmet Bey adlı birine sunulmuştur.<br />Bütünü, gazel şeklinde söylenmiş 46 beyit ve 101 dörtlükten oluşur. Aruz ölçüsüyle ve Kutadgu Bilig’in kalıbıyla yazılmıştır.<br />Eserin konusu tamamen dini ve ahlakidir. Yazar, bu eserle didaktik bir vaaz ve nasihat kitabı yazmak istemiştir. Eserde dindarlığın faziletlerinden, ilmin mutluluğa götüren yol olduğundan söz edilir.<br />XI. asırda yazılan bu üç eserle, Türk edebiyatına yeni bir kapı açılmıştır. Artık Türk aydınının önünde Arap ve Fars edebiyatları gibi iki klasik edebiyat vardı.<br />• • •<br />Ancak aydınların bu tercihinin, halkın tümüne yayıldığını söylemek zordur. Halk arasında ozan denilen saz şairleri etkisini hiç kaybetmemiş, özellikle göçebe boylar arasında aynı işlevini sürdürmüştür. Ancak müslüman olan ozanların şiirlerini, destan ve koşuklarını İslami motifle süslememeleri beklenemezdi. Bunun açık tesirini İslamiyetten sonra oluşan Türk destanlarında görüyoruz. Bunlardan önemlileri şunlardır.<br /><br />Satuk Buğra Han Destanı<br />Müslüman olan ilk Türk devletini kuran Satuk Buğra Han’ı anlatan destan, birtakım olayları ve coğrafi mekanları doğru vermesine rağmen tarih kabul edilemeyecek kadar destansı ve hayali motiflerle süslüdür. 9. ve 10. asırda oluşmuştur. Eski Türk destanlarındaki motifler İslami anlayışla değiştirilmiş ve müslümanlarla kafirlerin savaşı haline dönüşmüştür.<br /><br />Manas Destanı<br />Kırgız Türkleri arasında 11. ve 12. asırlarda oluşmaya başlamış, kısa zamanda büyük bir Türk destanı halini almıştır. Destanda Manas adlı bir kahramanın kafirlerle savaşları anlatılır. Elbette halk kültüründe oluştuğundan eski destanlardan motifler de alınmıştır. Destan Kırgız Türkçesiyle yazılmıştır.<br /><br />Cengiz Destanı<br />Ortaasya’da 13. asırda oluşan ve Moğol hükümdarı Cengiz’in hayatını ve savaşlarını anlatan destandır.<br />• • •<br />İslamiyetin kabulünden sonra Ortaasya’da görülen bir diğer edebiyat da Tasavvuf edebiyatıdır.<br />Tasavvuf, İslamiyeti yaymak için kurulan tekke ve tarikatların oluşturduğu bir akımdır. Tek amacı Allah’ı tanıtmak, sevdirmek, hissettirmektir. Bu amaçla ilk tarikat Ortaasya’da 12.yüzyılda görülür. Bu tarikatı kuran ve hemen yaşadığı asırdan başlayarak binlerce Türk insanı üzerinde asırlar boyu, derin tesir bırakan ilk büyük mutasavvıf Hoca Ahmet Yesevi’dir.<br /><br />Hoca Ahmet Yesevi<br />Yesevi çok sevilen tarikatıyla, Ortaasya Türkleri arasında İslamın yerleşip genişlemesini sağlamıştır. İslamla ilgili sözlerini Divan-ı Hikmet adını verdiği kitapta toplamıştır.<br />Bu eserdeki şiirler dil, ölçü, şekil gibi dış unsurları bakımından halk şiirine yakındır. Sade bir Türkçeyle 7'li ve 12'li hece kalıplarıyla söylenen bu şiirler dörtlükler halindedir. Ancak çok az da olsa aruzla söylenen dörtlükler de vardır.<br />Divan-ı Hikmet bu dönemde ele geçen diğer eserler gibi Hakaniye Lehçesiyle yazılmıştır. Eserde Allah aşkına, peygamber sevgisine, ibadete, cennet ve cehenneme, Allah’tan başkasına duyulan sevginin gönülden çıkarılmasına dair birçok manzume sıralanmıştır.<br />Yesevi’nin tarikatında eğitilmiş birçok mürit göç eden boylarla beraber Anadolu’ya gelmiş, tarikatın öğretilerini burada yayarak yeni tarikatlerin kurulmasına katkıda bulunmuştur.<br />• • •<br />1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Türklere Anadolu’nun kapıları tamamen açılmış ve Türk boyları akın akın Anadolu’ya göç etmiştir. Özellikle 12. yüzyılda yoğun bir göç dalgası Anadolu’nun tümüne yayılmış, müslüman Türk nüfusu bir hayli artmıştır. Elbette bu nüfusla beraber büyük bir kültür ve medeniyet de gelmiş, Ortaasya Türk kültürü yeni bir koldan gelişmeye başlamıştır. Yaklaşık iki yüz yıl Anadolu’ya yerleşmeye çalışan Türkler bundan sonra yeni eserler vermeye başlamış ve böylece “Anadolu Türk Edebiyatı” başlamıştır.<br /><br /></div><br /><p></p><p><span style="color:#33ff33;">DİVAN EDEBİYATI<br /></span><br />Arap ve Fars edebiyatlarının tesirinde gelişen bu edebiyatın ilk ürünlerinin daha Ortaasya’da iken verildiğini (Kutadgu Bilig, Atabet’ül Hakayık) anlatmıştık. Onun devamı olarak Türkler Anadolu’ya göçtüklerinde, yeni yurtlarında yeni bir edebiyat oluşturdular. Elbette bu edebiyatın temelinde İslam kültürü vardır. Ancak tamamen dini konuları işleyen divan şiirleri, Tasavvuf Edebiyatı adı altında incelenir. Bunu Divan edebiyatından kesin hatlarla ayırmak mümkün değildir.<br />Şimdi Anadolu’da gelişen Divan edebiyatını yüzyıllarına göre inceleyelim.<br /><br />13. Yüzyıl<br />Bu yüzyılda Türk edebiyatının, ünü sınırları aşan sanatçısı Mevlana yetişmiştir. Ortaasya’da , Horasan’da doğmuş ve küçük yaşta ailecek oradan ayrılıp Konya’ya yerleşmişlerdir. İslam ilminin temelini babasından almıştır.<br />İlmini, Şems-i Tebrizi adlı hocasından aldığı duygu ve tasavvufla birleştiren Mevlana asırlarca sürecek Mevlevi tarikatını bu anlayışla kurdu.<br />Mevlana, eserlerini, o dönemin edebiyat dili sayılan Farsça ile yazmıştır. Elbette bu, edebiyatımız açısından bir kayıptır. En önemli eseri, Mesnevi adlı 25618 beyitlik kitabıdır. Bu, tasavvufu öğretici bir kitaptır. Bunun dışında Divan-ı Kebir, Fîhi Mâfîh adlı eserleri de vardır. Divanında Türkçe, Farsça karışık olarak söylenmiş beyitler de vardır.<br />Mevlana, insanlara hoşgörüyle yaklaşması, tüm insanları sevmesi yönüyle evrensel bir sanatçıdır.<br />Bu dönemin bir diğer büyük şairi, Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’dir. Hemen her sahada onun izinden gitmiştir. Farsça şiirleri de olmakla birlikte Türkçe şiirleri daha çoktur.<br />Bu dönemin diğer tasavvuf şairleri Ahmet Fakîh ve Yusuf ü Züleyha mesnevisinin yazarı Şeyyad Hamza’dır.<br />13. Yüzyıl aynı zamanda tasavvufi olmayan Divan şiirlerinin de verilmeye başlandığı bir dönemdir. Bu türde tanınan ilk şair Hoca Dehhani’dir.<br />Şiirlerini temiz bir Türkçeyle ve sanatlı bir üslupla yazmıştır. Şiirlerinde tasavvufa hiç yer vermemiş; devrinin sosyal hayatını, ahlak ve güzellik anlayışını aksettirmiştir.<br /><br />14. Yüzyıl<br />Bu yüzyılda artık edebiyat dili olarak Farsçanın kabul edilmesi terk edilmiş, Türkçeye dönüş hareketi hızlanmıştır.<br />Türkçeyi bir sanat dili haline getirmek isteyen en önemli kişi Gülşehri’dir. Bu şair Mantık’ut Tayr adlı tasavvufi eserinde Türkçeye bir kuş dili inceliği, ahengi kazandıracağını söylemektedir. Eserde kuşlar arasında geçen tasavvufi konulara yer verilmiştir.<br />Devrin Türk dili için çalışan diğer şairi Aşık Paşa’dır. Onun şöhreti şairliğinden çok şeyhliğinden gelir. O, çağdaşı Gülşehri gibi sadece Türkçeyi kullanmakla kalmamış, onu geliştirmek şuurunu da taşımıştır.<br />Onun en tanınmış eseri Garipname adlı, tasavvufi didaktik mesnevisidir. Mevlana’nın Mesnevi’sinden esinlenmiş görünen şair, ayrıca Yunus tarzı şiirler de söylemiştir.<br />Devrin diğer ünlü sanatçısı Kadı Burhaneddin’dir. Doğu Anadolu’da hükümdar olmaya çalışan ihtiraslı bir devlet ve siyaset adamıdır. Ayrıca derin fıkıh bilgisi de vardır. Bir Divan’ı vardır, bu eserde özellikle tuyug nazım şekliyle yazılan şiirler önemlidir. Çünkü edebiyatımızda bunu en çok kullanan şair odur.<br />Bu asrın edebi sahada en ünlü siması Ahmedi’dir. İslami ilimlerin yanında tıp, astronomi ve geometri alanlarında bilgi sahibidir. Sanat açısından en kıymetli eseri Divan’ıdır. Söz sanatlarını çok ince bir zevkle işlediği şiirlerinde halk diline geniş yer vermiştir.<br />Diğer önemli eseri İskendername adlı 8200 beyitlik mesnevisidir. Bu eserde Büyük İskender’in hayatına, idealine, fetihlerine dair rivayetler anlatılır. Eser, konusunu İran edebiyatından almış ancak söyleyişiyle yeni bir eser ortaya konmuştur.<br />Ahmedi’nin diğer eserleri Cemşid ü Hurşit adlı aşk konulu mesnevi, Tervih’ül - Ervah adlı tıp kitabıdır.<br /><br />15. Yüzyıl<br />Bu devir, devletin gücünün hızla arttığı, Anadolu Türk birliğinin sağlandığı, İstanbul’un fethiyle imparatorluk haline gelindiği bir dönemdir. Üstelik bu asırda başa geçen hükümdarların kendilerinin de şiirle ilgilenmeleri,şiir söylemeleri sanatçıların gelişmesini teşvik etmiştir. II. Murat’ın “Muradi” Fatih’in “Avni”, II. Bayezid’in “Adli” mahlasıyla yazdığı Türkçe şiirler, bu hükümdarların sanat yönlerini ortaya koymuştur.<br />Diğer yandan ömrünün büyük bir kısmını Avrupa ülkelerinde sürgün hayatıyla geçiren Cem Sultan da, vatan hasretiyle yazdığı şiirlerde güçlü bir sanatçı olduğunu göstermiştir.<br />Bu dönemin dikkate değer büyük şairi Şeyhi’dir. Onun çok kuvvetli bir eğitimi vardır. İran’da çok iyi bir tıp eğitimi görmüştür. Saraya gelişi ise Çelebi Sultan Mehmet’in hastalığını tedavi edişiyle gerçekleşir.<br />Şeyhi’de tasavvufun derin izleri vardır. Ayrıca klasik Divan kültürüne son derece vakıftır. Bu gücünü Divan’ında göstermiştir. Ancak onun adını en çok duyuran eser Harname adlı hiciv türündeki mesnevisidir. Şeyhi bu eserde teşhis ve intak sanatlarını kullanmıştır. Çok sade bir dille yazılan eserde yaratılış bakımından farklı olan kişilerin birbiriyle yarışmasının uygunsuzluğu anlatılmıştır. Şeyhi’nin diğer ünlü eseri Hüsrev ü Şirin adlı aşk konulu mesnevisidir.<br />Asrın diğer önemli şahsiyeti, çağında “Şairler Sultanı” sayılan Ahmet Paşa’dır.<br />Sanatçı zarif söyleyişleri olan nüktedan biridir. İstanbul’un fethi sırasında Fatih’in yanında bulunması, onun Fatih tarafından sevildiğini gösterir. Devrinde Birçok sanatçıya aylık bağlanmasında etkili olmuştur.<br />Türkçeye son derece vakıftı. Lisanı düzgün, temiz ve ölçülüydü. Söylediği dizeler 16. yüzyıl Divan şiirinin mükemmel olacağını müjdeliyordu. Ahmet Paşa nazirecilik denen, beğenilen şiirlere benzer şiir yazma sanatını son derece geliştirmiş, kendinden sonrakilere bunu bir sanat olarak bırakmıştır. Ayrıca şiir içinde, yaşadığı olayların tarihlerini “Ebced Hesabı” denen bir yöntemle ifade etmesi, onun tarih düşürme işini bir sanat haline getirdiğini de gösterir. Elimizde bulunan tek eseri Divan’ı dır.<br />Asrın üçüncü büyük sanatçısı Necati’dir. Kastamonu’da nakkaşlık yapan şairin şiirleri Fatih’e kadar gelince, o, Necati’yi saraya almış ve ona katiplik görevi vermiştir.<br />Halk içinde yetişen ve önemli bir medrese eğitimi olmayan şair, şiirlerinde sade halk Türkçesini kullanmıştır. Bu yönüyle hem Baki hem Fuzuli tarafından şiirlerine nazireler söylenmiştir. Elimizde şaire ait sadece Divan’ı vardır.<br />Bu asrın, ünü çağları aşan ve eseriyle ölümsüzleşen diğer şairi Süleyman Çelebi’dir. Peygamberimizin doğumunu anlattığı “Mevlid” adlı mesnevisi, şairinin adını unutturacak kadar halka mal olmuştur.<br />15. asırda, Anadolu Türk edebiyatına dahil olmayan ancak öneminden dolayı bilinmesi gereken bir sanatçı da Ali Şir Nevai’dir.<br />Çok iyi bir medrese tahsili gören sanatçı, devlet işlerinden el çektiği dönemde hükümdarların fikir danıştığı, sanatçıların ona kasideler sunduğu, alimlerin adına kitap ithaf ettikleri önemli bir şahsiyet olmuştur.<br />Ali Şir Nevai, klasik Divan şiirinin bütün ölçülerini kullanmış ayrıca tam bir olgunluğa eriştirdiği “Tuyug” nazım şeklini milli bir şekil olarak geliştirmiş, cinasları, redifleri bir zevk unsuru haline getirmiştir.<br />Şiirde olduğu kadar, tarih, eleştiri, biyografi, sahalarında da üstün başarı göstermiştir. Nevai’nin en önemli özelliklerinden birisi de Türk dilini yabancı dillere karşı korumak yolunda gösterdiği gayrettir. O tam anlamıyla şuurlu bir dilcidir. Bu dilcilik, öztürkçecilik olmaktan çok, halk Türkçeciliği olarak söylenebilir.<br />Muhakemet’ül Lugateyn adlı eserinde Türkçe ile Farsçayı karşılaştırmış ve Türkçenin fiiller, cinaslar bakımından Farsçadan üstün olduğunu söylemiş ve örnekleriyle bunu ispatlamıştır. Bu eser Divan-ı Lügat’it Türk’ten sonra ikinci önemli dil kitabıdır.<br />Bunlar dışında onun dört Divan’ı vardır. Ayrıca beş mesneviden oluşan bir hamseyle, edebiyatımızda ilk hamseyi oluşturmuştur. Mecalis’ün Nefais adlı şairler tezkiresi, edebiyatımızda ilk tezkire sayılır.<br />Dostlarıyla ilgili yazdığı hatıra yazılarıyla, nazım şekillerini tanıttığı edebiyat bilgileri kitabıyla da birçok ilke imza atmıştır.<br /><br />16. Yüzyıl<br />Bu dönemde, imparatorluğun tarihi gelişimine uygun olarak edebi sahada da en üstün seviyeye gelinmiştir. Edebiyatımızın en güçlü şairleri bu dönemde görülür. Bunlardan biri şüphesiz Fuzuli’dir.<br />Fuzuli, sanatının üstünlüğü, içtenliği ve bütün insanlığa seslenebilecek kadar engin olması dolayısıyla her dönemde sevilmiştir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmemekle beraber kendini her alanda yetiştirmiş olan sanatçı, şiirlerinde Azeri Türkçesini kullanmıştır. İçinde yaşadığı romantik hal, onu ince ruhlu, ızdıraplı, hassas biri yapmıştır. Arapça, Farsça ve Türkçeyi çok iyi bildiğini bu üç dilde Divan’lar vererek de göstermiştir.<br />Bir aşk şairi olan Fuzuli’nin elbette en çok kullandığı nazım şekli de gazeldir. İlahi aşkla yoğrulmuş bu gazeller edebiyatımızın en lirik şiirlerindendir. Bu şiirlerde şiirin bir musıki olduğunu hissettirecek ses uyumu görülür.<br />Şiirlerinde halk Türkçesini kullanmıştır. Elbette yaşadığı bölgede üç kültürün kaynaşmış olması, onun şiirinde de kendini hissettirir. Türkçenin bir şiir dili olmasını arzulayan ve bunun için çalışan şair, Türkçenin çok az konuşulduğu Kerbela dolaylarında en güzel Türkçe şiirler söylemiştir.<br />Fuzuli’nin divanlarından başka nesirle yazdığı Hadikat’üs Süeda adlı Kerbela olayını anlatan eseri, Şikayetname adlı devrin yöneticilerini eleştiren mektubu ünlüdür.<br />Ayrıca Leyla vü Mecnun adlı mesnevisi edebiyatımızın ölümsüz bir eseridir.<br />Bu yüzyılın Anadolu’da yetiştirdiği en önemli sanatçı ise devrin “Şairler Sultanı” sayılan Baki’dir.<br />Baki, şiirinin iç ve dış ahenginde Osmanlı saltanatının ihtişamlı sesini duyurmuştur. Osmanlı şiir dili Baki ile zengin ve klasik bir dil haline gelmiştir. İyi bir tahsil gören Baki nükteli, canlı ve neşeli kişiliğini şiirlerine yansıtmıştır. Çok temiz ve ahenkli bir üslubu vardır. Şiirlerinde halk söyleyişlerine geniş yer vermiştir. Yabancı sözcüklerin yoğun olduğu dizelerde bile Türkçenin cümle yapısını korumuştur. Şiirde sözcük seçimine büyük değer vermiş, oluşturduğu ses ahengiyle, kendinden sonraki şairlere örnek olmuş, bundan sonra gelenler artık Fars şiirine değil, Baki’ye özenmişlerdir.<br />Şiirlerinde tasavvufa hiç yer vermemiştir. Aşk, zevk ve şarap alemleriyle ilgili neşeli şiirler söylemiştir. Üstün şiir yeteneğine karşın çok fazla eser bırakmayan şairin sadece Divan’ı vardır. Özellikle gazel türünde başarılıdır. Ayrıca Divan’daki “Kanuni Mersiyesi” önemlidir.<br />Dönemin diğer şairleri, gür ve pervasız söyleyişleriyle Hayali, mesnevi alanındaki üstünlüğüyle Taşlıcalı Yahya Bey sayılabilir. Yahya Bey hamse oluşturan önemli şairlerdendir. Hamseyi oluşturan beş mesnevi arasında bulunan “Yusuf u Züleyha” mesnevisi, aynı adı taşıyan benzerlerinden en üstün olanıdır.<br /><br />17. Yüzyıl<br />Bu asır Osmanlı Devleti’nin en karışık dönemidir. Devletin geçirdiği siyasi yıkıma rağmen sanatta gelişme devam etmiştir. Şiirde artık İstanbul dışında da büyük şairler yetişmiştir.<br />Dönemin en büyük şairi hicivleriyle ünlenen Nef’i’dir. Erzurumlu olan şairin dili, estetik olduğu kadar kırıcıdır da. Övgü ve yergilerinde ölçü tanımayan şair, övdüğünü göklere çıkardığı kadar, yerdiğini yerin dibine batırır.<br />İstanbul’a geldiğinde içine düştüğü saray entrikaları, rüşvet, iki yüzlülük ortamında daha da sert bir mizacı olmuş, aşırı tepkiler göstermiştir.<br />Şiirinde göze çarpan ilk özellik ahenktir. Sözcüklerin musıkiliğini hayal gücünün zenginliğiyle birleştiren şair son derece güzel şiirler söylemiştir. Gazelleri ve kasideleri oldukça liriktir. Bunları Türkçe Divan’da toplamıştır. Ayrıca bir de hicivlerini topladığı Siham-ı Kaza adlı kitabı vardır.<br />Dönemin diğer büyük sanatçısı Nabi’dir. O, hem bir bilgin hem bir dindar hem de iyi bir şairdir. Nabi toplumcu bir şairdir. Kötülükleri, fakirliği, mevki düşkünlüklerini eleştirir. Sanatta güzeli aramaktan çok, doğruyu bulmak amacını güder. Şiirde açıklığa büyük önem verir.<br />En önemli eseri “Hayriyye” adlı didaktik bir mesnevidir. Eserde İslami bilgilerin yanı sıra, ahlaki öğütler de vardır.<br />Kibirli olmamak, yalandan uzak durmak, yöneticilere fazla yaklaşmamak, devlet memurluğuna özenmemek öğütlerden birkaçıdır.<br /><br />18. Yüzyıl<br />Osmanlı Devleti’nin artık yıkılmaya yüz tuttuğu, siyasi açıdan zor günler geçirdiği bu asırda Divan şiiri de son parlak şahsiyetlerini yetiştirmiştir. Bunlar Nedim ve Şeyh Galip’tir.<br />Nedim Lale Devri’nin zevk safa alemlerini şiirine en güzel şekilde almıştır. Onun şiiri Divan edebiyatı geleneğini birçok noktadan aşmıştır. Divan şiirinin idealize ettiği güzel tipini bir kenara bırakmış, yaşayan güzellerin peşine düşmüştür. Nedim, sanatına günlük hayatı, kendi yaşayışını ve çevresini koymuş, halkın söyleyişini, dilini, deyimlerini sık sık kullanmıştır. Bu yönüyle “Mahallileşme Cereyanı” denen halka inmeyi başlatmış sayılır.<br />Sözü kullanmada hünerli olduğunu gazelleriyle ortaya koyan Nedim, eğlenceye düşkünlüğünü de şarkılarında göstermiştir. Şarkı tarzı Nedim’le zirveye çıkmıştır. Kasidelerinde son derece zengin bir hayal dünyası olduğunu göstermiştir. Müderris olmasına rağmen dini konulardan hiç söz etmeyen şairin şiirleri Divan’ındadır. Nedim’in mesnevisi yoktur.<br />Divan edebiyatının son büyük şairi Şeyh Galip’tir. Mevlevi tarikatına mensup olan şair 40 yıllık ömrüne büyük şeyler sığdırmıştır.<br />Şeyh Galip, Sebk-i Hindi denen gizli, kapalı şiire yönelmiştir. Bu nedenle bazı şiirlerini anlamak zordur. Şiirleri baştan sona mecazlar, hayallerle örülüdür. Soyutlama zevki, renk ve hayal cümbüşü şiirleri iyice sembolik hale getirir.<br />Şeyh Galip’in en önemli eseri ise ona hayatını adadığı Hüsn ü Aşk mesnevisidir. Tamamen sembolik olan bu eserini yazarken, Mevlana’nın mesnevisi’nden etkilenmiştir.<br />• • •<br />Divan şiiri 19. yüzyılda birkaç şairle sürdürülmüş olsa bile Batı edebiyatı etkisi artık onun etkisini büyük ölçüde azaltmıştır.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">DİVAN EDEBİYATINDA NESİR<br /></span>Nesir (düzyazı), edebiyatımızda Batı etkisine gelinceye kadar şiirin yanında hep gölgede kalmıştır.Verilen örnekler de bir düşünceyi iletmekten çok sanat yapmak amacıyla ortaya koyulmuştur.<br />Divan edebiyatı döneminde iki tür nesir örneği görülür. Birincisi bazı tercüme eserlerle, halk için yazılan kitaplarda, özellikle tarihlerde kullanılan sade nesirdir. Gerçi mecazlı, cinaslı ve secili nesir Türk edebiyatında öteden beri görülen ve sevilen bir nesirdi. En güzel örneklerini ise Dede Korkut Hikayelerinde görmekteyiz. Diğeri ise özellikle Sinan Paşa’yla başlayan süslü nesirdir.<br />15. yüzyılda Sinan Paşa’nın oluşturduğu nesirde İran edebiyatının etkisi görülür.<br />Sinan Paşa Fatih’in sadrazamlığını yapan ilim sahibi biridir. En önemli eseri Tazarruname adlı münacat (Allah’a yakarma) eseridir. Ağır, sanatlı bir söyleyişi vardır. Bundan daha sade ama yine secilerle yüklü diğer eseri ise didaktik, ahlaki bir eser olan Marifname’dir. Bazı evliyaların menkıbelerini anlattığı Tezkiret’ül Evliya adlı eseri de önemlidir.<br />Bu asırda Sinan Paşa’nın süslü nesrine karşı sade nesirle eserler yazan diğer bir sanatçı Mercimek Ahmet’tir. Eserlerinde konuşma diline yakın bir dil görülür. Yazarın en önemli eseri Farsça aslından çevirdiği Kaabusname adlı didaktik bir öğüt eseridir. Eserde sosyal hayatla ilgili öğütler vardır.<br />Bu asırda ayrıca tarih kitapları da yazılmıştır.<br />Nesir alanında önemli edebi eserlerin verildiği diğer bir dönem de 17. yüzyıldır. Bu dönemde genellikle sade nesir kullanılmıştır. Dönemin en önemli edebi eseri ise Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” adlı eseridir. Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde birçok yer gezen Çelebi, gördüklerini biraz abartılı bir üslupla yazıya geçirmiş ve 10 ciltlik bir eser meydana getirmiştir.<br />Devrin diğer nesircisi Katip Çelebi’dir. Yazar bir edebiyatçı olmaktan çok, bilim adamıdır. Tarih, coğrafya, tıp, biyografi gibi birçok alanda eser vermiştir. Eserlerinde daha çok Arapçayı kullanan yazarın Fezleke adlı Türkçe tarih kitabı vardır.<br />Divan edebiyatının son dönemi olan 18. yüzyılda nesir alanında daha çok gezi yazıları görülür. Bunlar da özellikle Batı’ya giden aydınların gezdikleri yerlerle ilgilidir. Bunlardan en önemlisi 28 Çelebi Mehmet’in yazdığı Sefaretname-i Fransa adlı eseridir.<br />Edebiyatımızda modern anlamda nesir 19. yüzyılda Tanzimat Edebiyatı ile başlar.<br />Tarihi gelişimini bu şekilde gösterebileceğimiz Divan edebiyatının genel özelliklerini şöyle maddeleştirebiliriz:<br />Temelinde İslam dininin bulunduğu Türk, Arap ve İran edebiyatlarının karışımı, ortak kültürün bir ürünüdür.<br />Dil, cümle yapısı bakımından Türkçe olmasına rağmen sözcükleri bakımından Arapça, Farsça, Türkçe karışımıdır.<br />Şiirde aruz ölçüsü kullanılmıştır.<br />Nazım birimi olarak beyit kullanılmıştır; ancak tuyug, şarkı ve rübailerde dörtlük kullanılır.<br />Daha çok tam ve zengin kafiye kullanılmıştır.<br />Konuya değil konunun işleniş biçimine önem verildiğinden aynı konu değişik dönemlerde birçok şair tarafından işlenmiştir. Bu yüzden Leyla vü Mecnun, Yusuf u Züleyha adını taşıyan birkaç eser vardır.<br />Divan şiirinde Arap ve Fars edebiyatlarından alınan belli semboller vardır. Mazmun adı verilen bu semboller hiç değiştirilmeden kullanılır. Gül deyince sevgili, bülbül deyince aşığın anlaşılması gibi. Bunlar dışında Türklerin oluşturduğu semboller de vardır.<br />Şiirde bütün güzelliğine değil parça güzelliğine değer verilir. Hatta çoğu şair “Mısra-i berceste” adı verilen en güzel dizeyi oluşturmaya çabalar.<br />Divan şiirinde gerçek hayat ya da insan, olduğu gibi değil idealize edilerek anlatılır. Şiirin anlaşılması için sözcüklerin ötesindeki anlamlara dikkat edilmelidir.<br />Gazel, kaside, mesnevi, rübai gibi ortak nazım şekilleri kullanılır.<br />Daha çok aşk, ayrılık, hasret, ölüm, doğa sevgisi gibi kişisel konulara değer verilir.<br />Temelinde din olan Allah aşkını, Peygamber sevgisini anlatan Divan şiirleri Tasavvuf edebiyatı adıyla incelenir.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">DİVAN EDEBİYATI NAZIM ŞEKİLLERİ</span><br />Türklerin, İslamiyetin kabulünden sonra Arap ve Fars edebiyatlarından alarak kullanmaya başladıkları nazım şekilleridir. Bunlara daha sonra sadece Türklerin kullandığı nazım şekilleri de eklenmiştir.<br />Divan edebiyatı nazım şekilleri, dize sayılarına göre üç grupta toplanır. Bunları şema halinde gösterelim.<br /><br />Şimdi bunları ayrıntılarıyla görelim.<br /><br />GAZEL<br />Aşk, ayrılık, hasret, özlem gibi lirik konularda yazılan şiirlerdir. Bazı dini gazellerde Allah aşkı, peygamber sevgisi de işlenebilir. Türk edebiyatına İran edebiyatından girmiştir.<br />Gazel 5 - 15 beyit arasında yazılabilir. Gazelin ilk beyitine matla denir. Bu beyitte dizeler kendi arasında kafiyelidir. Bundan sonraki beyitlerin ilk dizeleri serbest, ikinci dizeleri matla (ilk) beyitiyle kafiyelidir. Yani aa, ba, ca ...<br />Gazelin son beyitine makta denir. Gazelde şairin mahlası genellikle son beyitte bulunur. Bazen son beyitten bir önceki beyitte de geçebilir.<br />Genellikle gazelin beyitleri arasında anlam bütünlüğü bulunmaz. Ancak bazı gazeller bir konu bütünlüğü içinde yazılır. Bunlara yek-ahenk gazel denir. Eğer şair anlam bütünlüğünün yanında bir de aynı güçte beyitler yazabilmişse bunlara da yek - avaz gazel denir.<br />Kimi zaman ise gazeli oluşturan beyitlerin dize ortalarında iç kafiye oluşturulduğu görülür. Bunlara musammat gazel denir.<br />Gazeller aruzun her kalıbıyla yazılabilir. Bu sahada Fuzuli, Baki, Nedim, Ahmet Paşa başarılı eserler vermişlerdir.<br /><br />KASİDE<br />Genellikle din ve devlet büyüklerini övmek için söylenen şiirlerdir. Ancak başka konularda yazılan kasideler de vardır. Kafiye dizilişi yönünden gazelle aynıdır. Yani aa, ba, ca...<br />Kaside en az 20 en fazla 99 beyit olur. Kasidenin ilk beyitine matla son beyitine makta denir. Şairin mahlasının geçtiği beyite taç beyit, kasidenin en güzel beyitine beytül kasid denir.<br />Kaside belli bölümler halinde yazılır. Bunları altı grupta toplayabiliriz.<br />1. bölüm, nesib ya da teşbib bölümüdür. Bu bölümde bahar mevsimi, kış manzaraları betimlenir ya da bayram günleri anlatılır.<br />Bunlardan başka köşklerin, kervansarayların, camilerin betimlendiği nesib bölümleri de görülür.<br />2. bölüm, girizgah bölümüdür. Nesib bölümünden asıl konuya geçiş ifade eden bir veya birkaç beyittir. Girizgah bölümü gelişigüzel söylenmez. Nükteli, ince sözlerle konuya geçilir.<br />3. bölüm, medhiye bölümüdür. Bu bölümde asıl anlatılmak, övülmek istenen kişi için ne denecekse açıklanır. Bu, kasidenin asıl bölümüdür.<br />4. bölüm, fahriye bölümüdür. Bu bölümde şair kendinin yeteneğini, anlatımını göklere çıkarır. Çoğu zaman kendini diğer şairlerle karşılaştırır ve üstünlüğünü ortaya koyar.<br />5. bölüm tegazzül bölümüdür. Bu bölümde kasideyle aynı ölçüde ve uyakta gazel yazılır. Şair uygun bir sözle gazel söyleyeceğini ifade eder.<br />6. bölüm dua bölümüdür. Kasidenin son bölümüdür. Bu bölümde şair övdüğü kişinin başarılarının devamlı olması, ömrünün uzun olması için dualar eder, iyi dileklerde bulunur.Kasideler konularına göre de değişik adlar alır.<br />Tevhid : Allah’ın birliğini anlatan kasidelerdir.<br />Münacaat : Allah’a yalvarmak, dua etmek amacıyla yazılan kasidelerdir.<br />Naat : Peygamberimizi övmek için yazılan kasidelerdir.<br />Medhiye : Devrin ileri gelenlerini övmek için yazılan kasidelerdir.<br />Hicviye : Devrin yöneticilerini eleştirmek için yazılan kasidelerdir.<br />– Mersiye – Cülûsiyye<br /><br />MESNEVİ<br />Edebiyata İranlıların kazandırdığı bir nazım şeklidir. Mesnevilerde her beyit kendi arasında kafiyelidir: aa, bb, cc... Bu nedenle en uzun şiirler mesnevi türüyle yazılmıştır.<br />Mesnevilerde konu birliği vardır. Olay kaynaklı eserler yani Leyla vü Mecnun, Hüsn ü Aşk gibi hikayeler mesnevi ile yazılmıştır. Firdevsi’nin 60.000 beyit tutarındaki Şehname adlı destanı da mesnevi türündedir.<br />Bir şair beş mesnevisini bir araya getirerek hamse oluşturur. Hamse sahibi olmak şair için bir övünç kaynağıdır.<br />Mesneviler ayrı bir kitap halinde yayınlanır, şairin diğer şiirleri ise Divan’da toplanır.<br />Edebiyatımızda Ali Şir Nevai, Şeyhi, Fuzulî, Nabî, Şeyh Galip mesnevileriyle tanınır. Baki, Nef’i, Nedim gibi şairler ise mesneviyi hiç kullanmamışlardır.<br /><br />KIT’A<br />Genellikle iki beyit olarak yazılan bazen daha fazla olabilen gazele benzer nazım şeklidir. Gazelin matla beyiti kıt’ada bulunmaz. Yani beyitler xa, xa ... olarak kafiyelenir.<br />Kıt’ada şairin mahlası çoğu zaman yoktur. Daha çok felsefi ve toplumsal düşünceler anlatılır. Beyitler arasında anlam bağlantısı görülür.<br /><br />MÜSTEZAT<br />Bir uzun bir kısa dizelerden oluşan nazım şeklidir. Kısa dizeler kaldırıldığında ortaya gazel çıkar. Kısa dizelere “ziyade” denir. Müstezat, aruzun tek kalıbıyla yazılır. Ziyadeler de bu kalıba uyar.<br /><br />RÜBAİ<br />Tek dörtlükten oluşan nazım şeklidir. Kendine özgü ayrı bir ölçüsü vardır. aaxa şeklinde kafiyelenir. Çoğu zaman şair dünya görüşünü, felsefesini, tasavvufi düşüncesini rübaiyle ortaya koyar.<br /><br />TUYUG<br />Divan edebiyatına Türklerin kazandırdığı bir türdür. Şekil olarak rübaiye benzer. Tek dörtlüktür, aaxa kafiye düzeni vardır.<br />Halk edebiyatındaki mani ve İran edebiyatındaki rübainin etkisiyle oluşmuş denebilir. Aruzun sadece fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılır. Ayrıca 11'li hece ölçüsüne de çoğu zaman uyduğundan şairlerimizce hoş bulunmuş olabilir. Rübaiden sadece ölçüsü yönüyle ayrılır. Bazı tuyuglarda dört dize de kafiyeli olabilir.<br /><br />MURABBA<br />Dörder dizelik bölümlerle kurulan nazım biçimidir. En az üç, en fazla 7 dörtlük olur. Kafiye örgüsü aaaa, bbba, ccca şeklindedir. Bazen dörtlüklerin son dizeleri nakarat şeklinde olabilir. Konu olarak gazele benzer.<br /><br />ŞARKI<br />Türklerin Divan edebiyatına kazandırdığı bir nazım şeklidir. Bestelenmek amacıyla yazılır. Bu nedenle musikiye yatkındır. Kafiye örgüsü murabbaya benzerse de ilk dörtlüğün aaab şeklinde olduğu şarkılar da vardır.<br />Edebiyatımızda şarkı denince akla Nedim gelir. Gayet sade bir dille yazdığı şarkılar kendinden sonrakilere örnek olmuştur. Özellikle Yahya Kemal, Nedim tipi şarkılar yazmıştır. Bu şarkılarda nakarat kullanılmıştır.<br /><br />MUHAMMES<br />Beş dizelik bölümler halinde söylenen nazım şeklidir. Bir muhammesin ilk beşliğindeki son dizenin, aynı beşlikteki diğer dört dize ile kafiyeli olması şart değildir. Beşlik sayısı bir kayda bağlı değildir.<br /><br />MÜSEDDES<br />Altı dizelik bölümler halinde oluşturulan nazım şeklidir. Müseddeslerde, her bölümün yalnız son dizesi değil, sondan iki dizesi birden, ilk bölümün son iki dizesine uygun söylenir, ya da bu iki dize her bölüm sonunda tekrarlanır.<br /><br />TAŞTİR<br />Bir beyitin birinci ve ikinci dizeleri arasına iki veya daha fazla yeni dize ilave edilerek oluşturulan nazım şeklidir. Yeni eklenen dizelerin kafiyesi beyitin kafiyesiyle aynı olmalıdır.<br /><br />TERKİB-İ BEND<br />10 ila 20 dizelik bentlerden oluşan nazım şeklidir. Bent sayısı 5 ile 10 arasında değişir. Bentleri oluşturan dizeler genelde gazeldeki gibi kafiyelenir. Bendin son beyitine vasıta beyti denir. Bu beyit her bendin sonunda değişir ve mutlaka bentten ayrı olarak kendi arasında kafiyelenir.<br />Terkib-i bendin uyak düzeni aaxaxaxaxabb şeklindedir. Bentler beyitlere ayrılarak sıralanır.<br />Bu nazım şeklinde talihten, hayattan şikayetler, dini, tasavvufi, felsefi düşünceler anlatılır.<br />Edebiyatımızda Bağdatlı Ruhi ve Ziya Paşa bu nazım şeklindeki şiirleriyle tanınır.<br /><br />TERCİ-İ BEND<br />Biçim ve uyak yönünden terkib-i bende benzer. Ancak her bendin sonundaki vasıta beyitleri aynıdır yani nakarat şeklindedir.<br />• • •<br />Divan edebiyatı, önceden de söylediğimiz gibi 19. yüzyılın başlarında artık yavaş yavaş yerini Batı’dan gelen yeni edebiyata bırakmaya başlamıştı. Hem çok güçlü Divan şairlerinin bulunmaması, hem de tekrar ede ede kalıplaşan bir söyleyişin artık bıkkınlık vermesi yeni edebiyatın yerleşmesini hızlandırmıştır.<br />Elbette bu, aniden olmamış, şekil ve dil olarak 20. yüzyılın başına kadar etkisini sürdürmüştür.<br /><br /><br /><br /><span style="color:#33ff33;">HALK EDEBİYATI</span><br /><br />ANADOLU TÜRK EDEBİYATI<br />Türklerin Anadolu’ya gelmeden önceki edebiyatları iki gruba ayrılmıştı. Arapçayı ve Farsçayı çok iyi bilen aydınların oluşturduğu “Yüksek Zümre Edebiyatı” ve İslam öncesinden gelen sözlü bir “Halk Edebiyatı.”<br />Anadolu’ya göç eden Türkler arasında aynı ayrım devam etti. Medrese eğitimi gören aydın kesim Arap ve Fars edebiyatları tesirini sürdürürken halk yine saz şairleri aracılığıyla Halk edebiyatını devam ettirdi. Öyleyse biz Anadolu Türk Edebiyatını iki grupta incelemeliyiz.<br /><br />HALK EDEBİYATI<br />Oğuz Türkleri, Anadolu’ya dilleriyle, gelenekleriyle, geleneksel halk edebiyatlarıyla gelmişlerdir. Ozan dedikleri saz şairleri, Anadolu’nun gittikçe Türkleşen bölgelerinde, gezici şairler olarak, sazlarıyla şiirler söylüyorlardı. Bunların tarihi gelişimlerini yüzyıllarına göre inceleyelim.<br /><br />13. Yüzyıl<br />Bu yüzyılda ele geçen eserler, daha çok fetih ve savaşlara aittir. Bunların en önemlileri İslami Türk destanlarıdır. Bunlardan Battal Gazi Destanı, Danişmentname en ünlüleridir.<br />Bu dönemin en ünlü kişisi şüphesiz Nasrettin Hoca’dır. O, zekasıyla, keskin görüşleri ve zeki söyleyişleriyle, nükteleriyle dünyaca tanınmış bir filozoftur.<br />13. yüzyılda yaşadığı halde, halka öyle mal olmuştur ki kendinden bir asır sonra gelen Timurlenk ile karşılaştırılmıştır. 1208 yılında Sivrihisar’da doğan Hoca, Akşehir’de, Konya’da medrese tahsili yapmış bir alimdir.<br />Bu asrın en önemli şairi, hatta Türk edebiyatının, ünü sınırları aşan şairi şüphesiz Yunus Emre’dir.<br /><br />Yunus Emre<br />Halk diliyle tasavvufu anlatan Yunus Emre, böylece dini Halk edebiyatı sayılan Tekke Edebiyatı’nın da kurucusu olmuştur. Dili yaşadığı dönemin halk dilidir. Tasavvufun en zor kavramlarını bile akıcı Türkçesiyle açıkça anlatmıştır. İki eseri vardır. Birisi Risalet’ün Nushiye adlı aruzla yazılan 550 beyitlik bir mesnevidir. Didaktik bir eserdir. Eserde dini kavramlar ve insanın nefsiyle nasıl mücadele edeceği anlatılmıştır. İkinci eseri “Divan” dır. Buradaki şiirlerin bir bölümü aruzla, çoğu heceyle söylenmiştir. Özellikle ilahileri bugün bile dilden dile dolaşır.<br /><br />14. Yüzyıl<br />Bu asrın en önemli eseri Kitab-ı Dede Korkut’tur.<br /><br />Dede Korkut Hikayeleri<br />Bu kitaptaki hikayeler Oğuz Türkleri arasında yaşamış ve yayılmıştır.<br />Kitapta Oğuz Türklerinin Gürcüler, Rumlar, Ermeniler ve diğer Türk boylarıyla yaptıkları savaşlar anlatılır.<br />Hikayelerde nazım, nesir iç içedir. Dili destansı bir dildir.<br />Hatta bazı yönleriyle destana benzer. Bu yüzden “destandan halk hikayeciliğine geçiş” ürünü olarak görülür. Halkın kullandığı dille yazılmıştır. Kimin yazıya geçirdiği belli değildir. Kitapta geçen Dede Korkut, bilge bir kişidir. Halk arasında sözü geçen, gerektikçe keramet gösterebilen veli bir zattır.<br />Bu asırdaki en ünlü şair, Yunus tarzı söyleyişleriyle ün yapan tekke şairi Kaygusuz Abdal’dır.<br /><br />15. Yüzyıl<br />Bu yüzyılın tanınmış ismi Hacı Bayram Veli’dir. Ankara’da doğan Hacı Bayram Veli çok güçlü bir medrese tahsili yapmıştır.<br />Aruzla da yazmakla birlikte daha çok heceyi kullanmış ve dini şiirler yazmıştır. İlahileri tekkelerde zaviyelerde dillerden düşmemiştir.<br /><br />16. Yüzyıl<br />Bu yüzyılda sadece Tekke edebiyatının değil din dışı konularda söylenen şiirlerin de metinleri ele geçmiştir.<br />Ellerinde sazlarla diyar diyar dolaşan, nerede bir güzel görürlerse ona aşık olan ve şiirler söyleyen şairler, ordularda, kışlalarda, hudut boylarında boy gösteren aşıklar, eski halk ozanı geleneğini sürdürmüşler ve “Aşık Edebiyatı” denen edebiyatı yaşatmışlardır. Bunların en tanınmışı,yüzyılın sonlarında şöhret kazanan Köroğlu’dur.<br /><br />Köroğlu<br />Köroğlu aslında bir Celali eşkiyasıdır. Bu adı eski Türk destanlarındaki bir kahramandan almıştır, asıl adı Ruşen’dir.<br />Şiirlerinin çoğu kahramanlık üzerinedir. Hatta halk arasında yayılan Köroğlu Destanı, onun kahramanlıklarını anlatır. “Tüfek icad oldu mertlik bozuldu” sözü ona aittir.<br />Bu asırda Köroğlu’ndan başka Kul Mehmet, Hayali, Bahşi adlı aşıklar da vardır.<br />Tekke edebiyatının bu asırdaki temsilcisi Pir Sultan Abdal’dır.<br /><br />Pir Sultan Abdal<br />Sivas’ta doğan ve orada yaşayan şair, alevi tekkelerinde yetişmiş, coşkun bir lirizmi olan şiirlerinde aleviliği anlatmıştır. Tekke şairleri arasında şiirlerini sazla söyleyen ender kişilerdendir. Daha çok nefesleriyle tanınır.<br /><br />17. Yüzyıl<br />Bu dönem Türk Halk edebiyatının altın çağıdır. Hem Aşık edebiyatı, hem Tekke edebiyatı hem de Anonim (söyleyeni belli olmayan) halk edebiyatı ürünlerinden birçoğu elimize geçmiştir. Tekke edebiyatının önde gelen şairleri Aziz Mahmut Hüdai ve Niyazi Mısri’dir. Her iki şair de derin ilim sahibi kişilerdir.<br />Bu asırda Aşık edebiyatında büyük gelişmeler olmuş, Divan şairlerine bile ilham verecek lirik şiirler söylenmiştir. Ayrıca aruzla şiir söyleyen saz şairleri, kendilerini Divan şairleri kadar başarılı saymışlardır.<br />Bunlar arasında Yeniçeri ordusunda bulunan ve Evliya Çelebi’nin bile dikkatini çeken Katibi, denizci olan Kayıkçı Kul Mustafa ünlüdür.<br />Ancak günümüzde bile çok sevilen, şiirlerinin çoğu halk türküsü haline gelen aşık, Karacaoğlan’dır. Şiirlerinin tümünü heceyle söyleyen, halk anlayışını, yaşayışını şiirine en iyi şekilde yansıtan Karacaoğlan, tabiat ve sevgililer hakkındaki koşmalarıyla tanınır.<br />Bu asırda dikkati çeken diğer büyük saz şairi Aşık Ömer’dir. Halk şairleri arasında en kültürlü, en yaratıcı kişi olarak tanınır.<br />Divan şairleriyle boy ölçüşen şair, gerçekten onları aratmayacak tarzda gazeller, murabbalar söylemiştir. Dilindeki sadelik ve akıcılık, onun başarısının delilidir.<br /><br />18. Yüzyıl<br />Geçen asırda altın devrini yaşayan Halk edebiyatı bu asırda aynı gücünü devam ettirmiştir. Divan şairleriyle boy ölçüşme, aruzla şiir söyleme, bu devirde biraz daha yaygınlaşmıştır.<br />Tekke edebiyatı bu dönemde bir duraklama içindedir. Dönemin en büyük tekke şairi, aynı zamanda büyük bir alim olan Erzurumlu İbrahim Hakkı’dır. İlahiname adlı divanında genellikle tasavvufi, kasideler, gazeller, ilahiler bulunur. Ayrıca Marifetname adında nesir eseri de vardır.<br /><br />19. Yüzyıl<br />Halk şiir geleneği bu asırda klasik söyleyişini sürdürmüştür. Özellikle Aşık edebiyatının çok yetenekli saz şairleri görülür. Bunlardan biri de Bayburtlu Zihni’dir.<br />Hem divan tarzı hem de aşık tarzı şiirleriyle tanınmıştır. Çok iyi bir medrese eğitimi görmüştür. Bu nedenle divan tarzında yazdığı şiirleri, Divan şairlerini aratmaz. Ayrıca Halk tarzında söylediği şiirlerde tam bir aşık söyleyişi görülür.<br />Dönemin diğer tanınmış şahsiyeti Erzurumlu Emrah’tır. Bunda da Divan tarzı söyleyişler görülür. Ancak bu şiirleri çok başarılı sayılmaz. Asıl lirik şiirleri koşma tarzında söyledikleridir.<br />Diğer dikkate değer isim Dadaloğlu’dur. Üzerinde Divan şiirinin etkisi pek görülmeyen bu saz şairi, dönemin padişahına kafa tutan koçaklamalarıyla tanınır.<br /><br />Tarihi gelişimini kısaca anlattığımız Halk edebiyatının genel özelliklerini de şu şekilde sıralayabiliriz:<br />Şiirler çoğu zaman saz eşliğinde söylenir. Duruma göre şiir söyleyen aşıklar, şiirleri için bir ön hazırlık yapamazlar. Bu yüzden şiirlerinde derin bir anlam, kusursuz bir biçim görülmez.<br />Aruzla şiir yazanlar olmakla birlikte kullanılan asıl ölçü hecedir.<br />Nazım birimi dörtlüktür. Ancak çok az da olsa türkülerde ve ninnilerde üçlü, beşli söyleyişler görülür.<br />Dili tam bir Halk dilidir. Bu dilin öz Türkçe olduğu söylenemez. Ancak halka mal olmamış sözcükler kullanılmamıştır.<br />Şiirler hazırlıksız söylendiğinden daha çok yarım kafiye ve redif kullanılmıştır.<br />Nazım şekli olarak mani, koşma, varsağı, semai, destan v.s. kullanılmıştır.<br />Konu olarak Aşık edebiyatında aşk, ölüm, hasret, ayrılık gibi duygusal konular, doğa sevgisi, yiğitlik, zamandan şikayet işlenmiştir. Tekke edebiyatında ise elbette konu dindir.<br />Söyleyişlerde doğa ile iç içe olmaktan kaynaklanan bir somutluk hakimdir.<br />Halk şairlerinin hayat hikayeleri ve şiirleri cönk adı verilen eserlerde toplanır.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">HALK EDEBİYATI NAZIM BİÇİMLERİ<br /></span>Nazım biçimi, şiirde dizelerin, nazım birimine (beyit, dörtlük v.s.), ölçüsüne göre belli bir düzen içinde bulunmasından doğar. Halk şiirinde kullanılan nazım biçimleri dört grupta incelenir.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">1. Anonim Halk Edebiyatı Nazım Biçimleri</span><br />Bu edebiyatın ürünlerinin kim tarafından söylendiği belli değildir. Dilden dile dolaşarak süregelmiş ve halkın ortak malı olmuştur.<br /><br />Mani<br />Tek dörtlükten oluşan nazım biçimidir. Yedili hece ölçüsüyle “aaxa” kafiye örgüsüyle söylenir. Yani birinci, ikinci ve dördüncü dizeler kendi arasında kafiyeli, üçüncü dize serbesttir. Çok az da olsa “xaxa” şeklinde kafiyelenen maniler de vardır.<br />Maniler her konuda söylenebilir. Dörtlüğün ilk iki dizesi genellikle konuyla ilgili olmayan doldurma dizelerdir. Asıl anlatılmak istenen, son iki dizede söylenir.<br />Bahçenizde dut var mı<br />Havada bulut var mı<br />Ben yarimi kaybettim<br />Bulmaya umut var mı<br />Kimi maniler dört dizeden fazla olabilir; ancak bu, çok yaygın değildir.<br />Kafiyelerinin cinaslı sözcüklerle sağlandığı manilere cinaslı mani denir. Bazen cinas oluşturan sözcük dize olarak alınır, bazen ise dörtlüğün başında söylenir.<br />Böyle bağlar<br />Yar başın böyle bağlar<br />Gül açmaz bülbül ötmez<br />Yıkılsın böyle bağlar<br />Maniler halk arasında oldukça sevilen ve yaygın olarak kullanılan nazım biçimidir. Genellikle karşılıklı olarak söylenir.<br /><br />Türkü<br />Kendine özgü bir ezgiyle söylenen nazım biçimidir. Çoğu zaman diğer nazım biçimleri türkü ezgisiyle söylenebilir. Bu nedenle söyleyeni belli türküler de vardır.<br />Türkü hece ölçüsünün her kalıbıyla söylenir. Daha çok, yedili, sekizli ve on birli ölçüler kullanılır.<br />Her konuda türkü söylenebilir. Bunlar arasında elbette aşk, hasret ilk sırayı alır. Halk arasında heyecan uyandıran olaylarla ilgili yakılan türküler bestelenir, zamanla yurdun her köşesine yayılır. Değişik bölgelerde değişik biçimlere göre, kimi dizeler düşer, yerlerine yenileri eklenir. Böylece türkü, halka mal olur gider.<br />Türküler genellikle iki bölümden oluşur. Birinci bölüm türkünün asıl sözlerinin bulunduğu bölümdür. Buna bent adı verilir. İkinci bölüm ise her bendin sonunda tekrarlanan nakarat bölümleridir. Bunlara da kavuştak denir. Bentler ve kavuştaklar kendi aralarında kafiyelenir.<br /><br />Ninni<br />Annenin, çocuğunu uyutmak için kendine özgü bir ezgiyle söylediği şiirlerdir. Belli bir kafiye örgüsü olmadığı gibi, çoğu zaman dizeler arasında tam bir ölçü birliği de görülmez. Hatta ninnilerin dörtlükler halinde olmayanları da vardır.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">AŞIK EDEBİYATI NAZIM BİÇİMLERİ</span><br />Bu nazım biçimleri saz şairleri tarafından kullanılmıştır.<br /><br />Koşma<br />Aşık edebiyatının en çok kullanılan ve en çok sevilen nazım biçimidir. Hece ölçüsünün 11'li kalıbıyla 3 veya 5 dörtlük arasında söylenir.<br />İlk dörtlüğün kafiye örgüsü xaxa ya da aaab biçiminde olur. Diğer dörtlüklerin ilk üç dizesi kendi arasında kafiyelenir, dördüncü dize birinci dörtlüğün son dizesiyle kafiyelenir. Yani cccb , dddb ...<br />Koşmanın son dörtlüğünde şair, mahlasını kullanır.<br />Koşmalar konularına göre dört grupta incelenir. Aşk, hasret, ayrılık, doğa sevgisi gibi lirik konuları işleyenlere güzelleme; kahramanlık konularını işleyenlere koçaklama; bir kişi olay ya da, durumu eleştirenlere taşlama; ölen bir kişinin ardından söylenenlere ağıt adı verilir. Aslında konulara göre olan bu ayrım sadece koşma için değil semai için de geçerlidir. O yüzden bu ayrıma nazım türleri diyenler de vardır. Aşağıda bir koşma örneği görülmektedir.<br /><br />Semai<br />Hecenin 8'li kalıbıyla 3 - 5 dörtlük arasında söylenen şiirlerdir. Kafiye örgüsü olarak koşmaya benzer. Kendine özgü bir ezgisi vardır. Semailer konusuna göre güzelleme ya da ağıt türlerinde olabilir.<br /><br />Varsağı<br />Hecenin 8'li kalıbıyla söylenen koçaklama tarzı şiirlerdir. Güney Anadolu’da yaşayan Varsak boyunda yaygın olduğundan bu adı almıştır. Kendine özgü bir ezgisi vardır. Kafiye örgüsü, dörtlük sayısı koşmayla aynıdır. Her yönüyle semaiye benzeyen varsağılar, onlardan, ilk dörtlükte kullanılan “bre, behey, hey, hey gidi” gibi ünlemlerle ayrılır. Eğer bu ünlemler yoksa onu ayırmanın tek yolu ezgisidir.<br />Halk edebiyatında en çok varsağı söyleyen aşık, Karacaoğlan’dır.<br /><br />Destan<br />Halk şiirinin en uzun nazım biçimidir. 100 dörtlüğe kadar olanları vardır. Genellikle hecenin 11'li kalıbıyla söylenir. Kafiye örgüsü koşmayla aynıdır. Savaş, deprem, yangın, salgın hastalık, eşkiya ve ünlü kişilerin serüvenleri gibi sosyal konuların yanında, mizahi ya da kişisel destanlar da vardır.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">TEKKE EDEBİYATI NAZIM BİÇİMLERİ<br /></span>Tekke ve tarikatlarda dinle, tasavvufla ilgili düşünceleri anlatmak için, ilahi aşk, peygamber sevgisi konularında ya da mensup olunan tarikatın özelliklerini anlatmak için söylenen şiirlerdir.<br /><br />İlahi<br />Allah sevgisini işleyen ya da ona yalvarmak için söylenen şiirlerdir. Kendine özgü bir ezgiyle okunur.Yunus Emre ilahileriyle tanınır. Kafiye örgüsü koşmayla aynıdır. 8'li hece ölçüsüyle söylenir.<br /><br />Nefes<br />Bektaşi şairlerin yazdıkları tasavvufi şiirlerdir. Peygamberimiz ve Hz.Ali’ye övgüler işlenir. Hecenin 11'li kalıbıyla olabileceği gibi 8'li de olabilir. Özellikle Pir Sultan Abdal bu tarzdaki şiirleriyle tanınır.<br /><br />Nutuk<br />Pirlerin, mürşitlerin tarikata yeni giren dervişlere tarikat derecelerini, adabını öğretmek için söyledikleri şiirlerdir. 11'li hece ölçüsüyle söylenir.<br /><br />Devriye<br />İnsanın var oluşunu anlatan tasavvufi şiirlerdir. Felsefi bir konuyu işlediğinden anlaşılması zordur. 11'li hece ölçüsüyle söylenir.<br /><br />Şathiye<br />Okunduğunda saçma sanılan sözlerden oluşan ancak gerçekte çok derin tasavvufi konuları işleyen felsefik şiirlerdir.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">ARUZ ÖLÇÜSÜYLE YAZILAN HALK ŞİİRİ<br />NAZIM BİÇİMLERİ<br /></span>Kendilerini Divan şairleri kadar yetenekli ve güçlü göstermek isteyen bazı Halk şairleri aruz ölçüsüyle şiir söylemişlerdir. Ancak birkaç şiir istisna tutulursa, saz şairlerinin bu konuda başarılı olduklarını söylemek zordur. Çünkü aruz ölçüsüyle hazırlıksız şiir söylemek kolay değildir. Aruzu kullanarak söylenen şiirlerin yine özel ezgileri bulunur. Bu tür nazım biçimlerinin adlarının bilinmesi yeterlidir. Bunlar Divan, Selis, Kalenderi, Satranç, Semai, Vezn-i Aher’dir. Semainin heceyle söyleneni elbette aruzla söylenenden çok daha yaygındır.<br /><br /><br /></p><p><br /><span style="color:#33ff33;">BATI EDEBİYATI VE AKIMLAR<br /></span><br />Batı edebiyatından etkilenen aydınların oluşturduğu yeni edebiyata geçmeden önce, aydınlarımızı derinden etkileyen Batı edebiyatını genel yönleriyle bilmeliyiz. Özellikle Batı şair ve yazarlarının savunduğu ve bizim aydınlarımızın da değişik yönlerden temsil ettiği edebiyat akımlarını bilmeden Tanzimat, Servet-i Fünün ve diğer dönemlerin düşünce dünyalarını anlayamayız. Bu nedenle Batı etkisindeki Türk Edebiyatına geçmeden Batı edebiyatı ve akımları inceleyeceğiz.<br /><br />BATI EDEBİYATI<br />Batı’ya açılan Türk aydınları Batı’nın 19. yüzyıldaki edebiyatıyla tanışmışlardır. Bu da Romantizm, Realizm dönemlerine denk gelir. Ancak Batı’daki bu edebiyat anlayışları da kendinden önceki anlayışlardan bir etkilenme sonucunda meydana gelmiştir. Bu nedenle 19. yüzyıla gelinceye kadarki önemli Batı ürünlerinden söz etmeliyiz.<br />Batı edebiyatlarının temelini Yunan ve Latin edebiyatları oluşturur.<br />Yunan edebiyatında İlyada ve Odise destanlarıyla Homeros, trajedileriyle Aiskhilos, Sophokles ve Euripides, komedileriyle Aristophanes, tarih eserleriyle Heredot, Felsefe eserleriyle Eflatun, Aristoteles, fablleriyle Aisopos kendinden sonrakileri etkilemiştir. Yunan edebiyatı M.Ö II. yüzyılda biter.<br />Latin edebiyatı ise Yunan edebiyatının bitiminde başlar. Söylev dalında Cicero, pastoral, epik ve lirik şiirde Virgillius yetişmiştir.<br />Bu şairin ayrıca ünlü Aeneis (ene) adlı destanı vardır. Satirik ve didaktik şiirde Horatius tanınır. Felsefe ve trajedide ise Seneca kalıcı eserler bırakmıştır.<br />Bu dönemlerden sonra Avrupa’da yaklaşık 1000 yıllık bir karanlık devir başlar. Bu dönem içinde kayda değer pek bir edebiyat çalışması görülmez. Bu sessizlik Rönesans devrine kadar sürer. Rönesans’ın beşiği İtalya’da 13. yüzyılda Dante ortaya çıkar ve İtalyan dilini bir edebiyat dili haline getirir.<br />Dante’nin en önemli eseri “İlahi Komedi” dir. Eser öbür dünyada Dante’nin yaptığı 7 günlük seyahati anlatır. Cennet, Cehennem ve Araf’tan bahseder. Dante ayrıca Beatrice adlı sevgilisi için yazdığı şiirlerle tanınır. O, bu ismi bir sembol haline getirmiştir.<br />Rönesans döneminde ayrıca lirik şiirleriyle tanınan Petrarca ve küçük hikaye türünün kurucusu sayılan Boccacio Avrupa edebiyatının temelini oluşturur. Rönesans döneminin destan türündeki en büyük yazarı ise Kurtarılmış Kudüs adlı destanın yazarı Tasso’dur.<br />İtalyan edebiyatındaki bu parlak dönemden sonra Fransız edebiyatı etkisini göstermeye başlar ve 20. yüzyıla kadar süren edebiyat hareketlerinin merkezi Fransa olur.<br />Fransız edebiyatı, Klasisizm döneminden önce, Hümanizm adı da verilen bir hür düşünce ortamı yaşamıştır. Özellikle Montaigne denemeleriyle, Ronsard şiirleriyle, Rabelais ilk roman denemeleriyle yeni bir anlayışın müjdelerini vermiştir. Bundan sonra birbirini izleyen edebiyat toplulukları, edebiyat akımlarını oluşturmuştur.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">EDEBİYAT AKIMLARI</span><br />Edebiyat akımı, aynı görüşte olan sanatçıların bir araya gelerek, belirledikleri ilkeler doğrultusunda eser vermeleri demektir.<br /><br />KLASİSİZM<br />XVI. yüzyılın ikinci yarısında dili yabancı etkilerden kurtarıp şiir kurallarını saptamaya çalışan Malharbe ile başlayan Klasisizim özellikle XVII. yüzyılda gelişmiştir.<br /><br />Akımın Oluştuğu Ortam<br />Fransa’da 17. yüzyılın ikinci yarısında, iç kargaşalıklar sona ermiş, derebeylik ve kilise direnişleri kırılmış, soylular sarayın buyruğuna girmiş ve monarşi güçlenmişti. Siyasal alanda görülen bu düzen ve kurala uygunluk etkisini edebiyatta da göstermeye başlamış, hatta dilin ve edebiyatın kurallarını saptamak üzere Fransız Akademisi kurulmuştu. Ayrıca filozof Descartes’ın Rasyonalizm felsefesi sanatçılarda müsbet düşüncenin temellerini atmıştı.<br /><br />Akımın Felsefesi<br />Klasisizm’in temelini akıl ve sağduyu oluşturur. “Düşünüyorum, öyleyse varım.” diyen Descartes’a göre insan aklının kabul etmediği hiçbir şey doğru değildir. Aşk, kin, nefret, acıma gibi duygular aklın kontrolünde olduğu sürece insancıldır. İnsan aşırılıklardan sakınmak, tutkularına iradesi ile yön vermek zorundadır. Dolayısıyla böyle bir insan erdemlidir ve anlatılmaya değer. Akımın kurallarını belirleyen Boileau “Aklı seviniz, eserleriniz görkem ve değerini akıldan alsın.” diyerek klasik eserin felsefesini açıklamıştır.<br /><br />Akımın Konusu<br />Klasik edebiyatta konu çoğu kez tarihten hatta mitolojiden alınır. Özellikle Yunan ve Latin edebiyatlarında görülen konular tekrar tekrar işlenmiştir.<br />Çünkü klasik sanatçıya göre gelmiş geçmiş en mükemmel sanat, eskiye ait olandır. Dolayısıyla, eski Yunan’da görülen insan tipi tekrar ele alınmıştır. Ancak bu insan, fiziğiyle, çevresiyle değil ruhsal özellikleriyle anlatılmıştır. Yani hırslılığı, cimriliği, kindarlığı yönüyle ele alınmıştır.<br />Klasisizm’de görülen insan, sıradan bir insan değildir. Eğitim görmüş soylu bir insandır. Bu insan belli bir toprağın malı değil evrenseldir. Yani eserde insanların tümünde görülebilen, zamanla değişmeyecek özellikler anlatılmıştır. Soylu insanın “bozuk çıkmış nüshaları” saydıkları sıradan kişilere eserlerde yer verilmemiştir.<br /><br />Akımın Dili ve Üslubu<br />Klasisizm’de yazar olayları anlatırken kendini gizler. Kendi duygularını, zaaflarını, tutkularını, sırlarını söylemekten kaçınır. Ona göre eser yazarın iç dökme yeri değildir. Okuyucunun ya da seyircinin dikkati sadece konu içindeki tipler üzerinde toplanmalıdır.<br />Eserde biçim mükemmelliği aranır. Anlatılmak istenen, açık ve net bir biçimde ortaya konmalı, gereksiz sözlerden arınmalıdır. Üslup yapmacıktan uzak, sade ve ağırbaşlıdır. Okurun dikkati söyleyişteki süse değil söylenene çekilir.<br />Konu gerçek hayata uygun olmalıdır. Okura ya da seyirciye inanılmayacak şey sunmaktan kaçınılır. Konuya değil konunun ele alış biçimine değer verildiğinden aynı olay birçok kez anlatılmıştır. Bu yönüyle Divan edebiyatına benzer.<br /><br />Kullanılan Türler ve Temsilcileri<br />Klasisizim’de tiyatroya büyük değer verilir. Özellikle trajedi ve komedi sıkı kurallarla ortaya konur.<br />Lirik şiir duygusal olduğundan ihmal edilmiştir.<br />Aşağıda yazarların kullandığı türler ve eserleri verilmiştir.Trajedi ® Corneille : Le Cid, Horace<br />Racine : Andromaque, İphigenie<br />Komedi ® Moliere : Gülünç Kibarlar, Tartuffe Zoraki Tabip, Cimri, Kibarlık Budalası, Scapin’in Dolapları, Hastalık Hastası<br />Manzum mektup ve yergi ® BouileuFabl ® La Fontaine : Fabller<br />Felsefe ® Descartes : Yöntem Üzerine Nutuk.<br />® Pascal : Düşünceler<br />Porte ® La Bruyere : Karakterler<br />Roman ® Fenelon: Telemak<br />® Mme de la Fayette : Prenses de Clives<br /><br />ROMANTİZM<br />XVIII. yüzyıl, sonlarına doğru ortaya çıkmış XIX. yüzyıl başlarında bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Klasik sanatın sıkı kurallarına bir tepki olarak doğmuştur.<br /><br />Akımın Oluştuğu Ortam<br />18. yüzyıl, aydınlanma çağı olarak görülür. Klasisizmin ortaya koyduğu akıl ve sağduyu, bilimin gelişmesini hızlandırmış, toplum yapısı, gelenekler, siyaset yeniden bilimsel açıdan ele alınmıştır.<br />Bunun sonucu olarak Jean Jacques Rousseau, Montesquieu, Diderot gibi felsefeciler, ilerlemeye engel oluşturan tüm önyargı ve zorbalığa karşı düşünce yoluyla çetin bir savaş açmış, dinsel hoşgörü, toplumsal ve siyasal eşitlik, birey haklarına ve düşünce özgürlüğüne saygı gibi konuları halka yaymaya çalışmışlardır.<br />Bu fikirler halk tarafından benimsenmiş ve sonuçta Fransız İhtilali patlak vermiş, monarşi yıkılmış, soylulara karşı burjuva sınıfı oluşmuştur. İşte Romantizm, böyle bir ortamda doğmuştur.<br /><br />Akımın Felsefesi<br />Romantizmin ana felsefesi Klasisizme karşı olmaktır. Onun sanatçıyı sıkan bütün prensiplerine savaş açan Romantikler önce, onun akla ve sağduyuya verdiği önemi reddedip duygu ve hayale değer verdiler. “Deha akıldadır.” diyen Klasiklere, “Deha yürektedir.” karşılığını verdiler. Sınırsız bir hayal gücüne kavuşan sanatçı kendini daha özgür, daha yaratıcı gördü. Bu duyguyla oluşan sanat eserinde de alabildiğine serbestlik hakim oldu.<br /><br />Akımın Konusu<br />Klasik akımı benimseyen sanatçıların eski Yunan ve Latin edebiyatlarına değer vermesine karşılık, Romantikler onları çağdışı bulmuş, sanatçılar kendi tarihlerini ve günlük yaşantılarını ön plana çıkarmışlardır. Klasisizm’de ihmal edilen Hristiyanlık, tekrar, mucizeleriyle ele alınmıştır.<br />Ulusallık, yerli renk, aranan bir nitelik haline gelmiş, evrensellik ikinci plana itilmiştir.<br />Romantizm’de görülen insan tipi, Klasisizm’deki gibi soyut değildir. Aksine çevresiyle, fiziğiyle belli biridir.<br />Ancak kişiler tek yönlüdür. Yani ya hep iyi ya hep kötüdür. Eser sonunda iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Bu yönüyle insan yine tam olarak ele alınmamıştır diyebiliriz. Eserlerde her tür kişiye rastlanır. Sıradan insanlar, soylular tıpkı hayattaki gibi iç içedir.<br /><br />Akımın Dili ve Üslubu<br />Romantik yazar, Klasik yazarın tersine, kendini gizlemeyip, olaylar ve durumlar karşısında kendi duygu ve düşüncelerini anlatır. Romantiklere göre “İnsan başkasına yükleyerek, ancak kendi kalbini tasvir eder; deha anılardan oluşur.” Elbette böyle düşünen sanatçı, işe kendini anlatarak başlar.<br />Eserlerde kullanılan dil, duygu ve hayallerin coşkunluğu ölçüsünde dağınık ve başıboştur. Sözcük seçimine pek önem vermemişlerdir. Temelde halkın kullandığı dil esas alınmıştır.<br />Süse ve sanata değer verdiklerinden, benzetmeler, mecazlar eserde büyük yer tutar. Özellikle doğa manzaralarının betimlenmesine büyük değer verilir.<br /><br />Kullanılan Türler ve Temsilcileri<br />Romantikler, Klasiklerin değer verdiği tiyatroyu ihmal etmişler, özellikle trajedi ve komediyi kuralcılığından dolayı bir kenara itip sanatçıyı serbest bırakan dramı tercih etmişlerdir.<br />Şiirde özellikle lirik şiir büyük rağbet görmüştür. Roman ise en önemli edebi türlerden olmuştur.<br />Temsilcilerini ve eserlerini şu şekilde gösterebiliriz.<br />Montesquie: Felsefe Kitabı : Kanunların Ruhu<br />Jean Jacques Rousseau : Felsefe Kitabı: Toplum Sözleşmesi,<br />Özeleştiri kitabı : İtiraflar<br />Lamartine : Şiir kitapları: Bir Meleğin Düşmesi, Şairane Düşünceler<br />Romanları: Graziella, Raphael<br />Victor Hugo: Şiir kitapları: Akşam Şarkıları, Işıklar ve Gölgeler, Sonbahar Yaprakları<br />Romanları : Sefiller, Notre- Dame’ın Kamburu<br />Dramları : Hernani, Kral Eğleniyor, Ruy Blas<br />Voltaire : Şiirde Henriade adlı destanı ünlüdür.<br />Romanları: Candide, Zadig<br />Romantizm aslında önce Almanya’da başlamış, İngiltere’de rağbet görmüş, ama Fransa’da kuralları belirlenip oradan tüm Avrupa’ya yayılmıştır.<br />Almanya’daki Temsilcileri<br />Goethe : Şiir kitapları : Divan<br />Dramları : Faust, Egmont<br />Romanları: Genç Werther’in Istırapları<br />Schiller : Dramları : Haydutlar, Wilhelm Tell<br />İngiltere’deki temsilcileri<br />Bu ülkede Romantizmi “Gölcüler” adı verilen grup başlatmıştır. Bunların en ünlüleri “Sheakespeare”, Coleridge ve Wordsworth’tır.<br />Diğer romantik sanatçılar ise şunlardır.<br />Lord Byron : Şiir Kitabı: Childe Harold’un Gezisi<br />Dramları: Kaabil, Sardanapal<br />Puşkin : Şiir kitapları : Kafkas Esir, Çingeneler<br />Romanları: Yüzbaşının Kızı<br /><br />REALİZM<br />XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve Romantizm’e tepki olarak doğan edebiyat akımıdır. Realizm roman ve hikayede etkili olmuştur.<br /><br />Akımın Oluştuğu Ortam<br />19. yüzyılda deneysel bilimler son derece gelişmişti. İnsanın hayatını değiştiren birçok teknolojik yenilik ortaya çıkmış, bilim kendini ispatlamıştı. Auguste Comte’un ortaya attığı Pozitivizm felsefesi de bu dönemde, insanın sadece gördüğüne inanması şeklinde özetlenebilecek bir görüşü savunmuştur. Bunun bilim sahasında geçerliliği ispatlanmış ve sosyal bilimlerde de geçerli olacağı savunulmuştur. İşte Pozitivizm’in edebiyata uygulanması Realizm’i doğurmuştur.<br /><br />Akımın Felsefesi<br />Realizm Pozitivizm’in bir koşulu olarak gözleme büyük değer vermiştir. İnsanın duygularının onu aldatacağı savunulmuş, görülenin olduğu gibi verilmesinin gerekliliği üzerinde durulmuştur.<br />“Roman dediğin, bir uzun yol üzerinde gezdirilen aynadır.” görüşüyle gerçeğe verilen değer anlatılır.<br />“Tarih, yazılı belgelerle meydana getirildiği gibi, bugünkü roman da, romancının kendisinin dinlediği ya da doğrudan derlediği belgelerle meydana getirilir; tarihçiler geçmiş zamanın , romancılar ise şimdiki zamanın hikayecisidir.” sözleri Realistlerin tüm felsefesini ortaya koyar.<br /><br />Akımın Konusu<br />Realizm’de konu gerçek hayattır. Olağanüstü görülen istisnai olaylara yer verilmez. Okura yaşanmış bir olay ya da yaşanabileceğinden şüphe edilmeyecek bir olay sunulur.<br />Realizm’de anlatılan kişi, tam anlamıyla insandır. Çevresiyle davranışlarıyla, tutkularıyla en ince ayrıntısına kadar tanıtılan bir insan görülür eserde. Elbette bu insan çevresinin bir ürünü olan, çevresindeki şartlara göre karakter kazanmış biridir.<br /><br />Akımın Dili ve Üslubu<br />Realizm’de, sanatçı eserle okuru başbaşa bırakmak için kendini gizler. Bu yönüyle Klasisizm’e benzer. Olayları yan tutmayan, nesnel bir bakışla inceler sanatçı.<br />Eserde biçim kusursuzluğu çok önemlidir. Kılı kırk yararcasına yapılan gözlemin aynı titizlikle anlatılmasına, üslubun açık, sağlam, yapmacıksız, söz oyunlarından uzak olmasına önem verilir.<br />“Söylenmek istenen şey ne olursa olsun, elbette onu anlatacak tek bir sözcük, canlandıracak tek bir fiil, nitelendirecek tek bir sıfat vardır. İşte yazar bunu buluncaya kadar uğraşacak, yaklaşık olanla yetinmeyecektir.” sözleri Realistlerin anlayışını ortaya koyar.<br />Kullanılan Türler ve Temsilcileri<br />Realizm, bir roman ve hikaye akımıdır. Tiyatro, Romantizm’den sonra artık pek görülmez. Şiir ise Realist anlayışla yazılır; ancak adına “Parnas” denir.<br />Realizm birçok ülkede yaygın bir kullanım bulmuştur. İlk ürünlerini Romantiklerle çağdaş olan Stendhal, Balzac, Merime vermiştir.<br />Stendhal : Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı<br />Balzac : Vadideki Zambak, Eugenie Grandet, Goriot Baba<br />Gustave Flaubert : Madam Bovary, Salambo, Duygusal Eğitim<br />Charles Dickens : Oliver Twist, David Copperfield,<br />Gogol : Ölü Canlar<br />Turgenyev : Rudin, Babalar ve Oğullar, Taşralı Kadın.<br />Dostoyevski : Suç ve Ceza, Karamazof Kardeşler, Budala<br />Tolstoy : Savaş ve Barış, Anna Karanina, İvan İlyiç’in Ölümü<br />Gorki : Ana, Üç Kişi<br />Mark Twain : Tom Sawyer’in Maceraları<br /><br />NATURALİZM<br />Realizmi yeterince gerçekçi bulmayan bu akım Realizmle aynı dönemde gelişmiştir.<br /><br />Akımın Felsefesi<br />Akım Taine’in Determinizm görüşünü edebiyata uygulamak istemiş, edebiyatın da deneysel bilimlerde olduğu gibi bir deneme sahası olabileceğine inanmıştır. Bunlara göre gözlem bir eser için yeterli bir yol değildir.<br />Akımın kurucusu Zola Realistlerle aralarındaki farkları şöyle açıklar: “Gözlemci demek, doğadaki olayları hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi inceleyen kişi demektir. Deneyci ise olayları doğanın ortaya çıkardığı bi<br />çimlere göre değil de herhangi bir amaçla kendisinin onlara şu ya da bu koşullar altında verdiği biçimlere göre inceleyen kişidir.”<br />Bu sözlerden anlaşılacağı gibi gözlemci sadece gözler, deneyci ise olaylara müdahale ederek onları değiştirir.<br /><br />Akımın Konusu<br />Naturalizm’de gerçeğin daha çok çirkin yönü ele alınır. Realistler gerçekler arasında seçme yaptığı halde bunlar yapmaz. Bu yönlerinin eleştirilmesine Zola şöyle cevap verir.<br />Bizler toplumsal yaraların sabeplerini araştırıyoruz. Bundan dolayı çoğu zaman kokuşmuşlukları ele almak, insanın sefaletinin, çılgınlıklarının bulunduğu yerin dibine kadar inmek zorundayız.” Bu akımda insanın duyguları, tutkuları, düşünceleri, eylemleri, soyunun ve içinde yetiştiği doğal ve toplumsal çevrenin etkisiyle oluşur.<br />Yani insan davranışlarının temelinde soya çekim vardır. Kalıtsal özellikler çevre koşullarıyla birleşip kişinin karakterini oluşturur. Elbette böyle bir insanın davranışlarını içgüdüleri yönlendirir.<br /><br />Akımın Dili ve Üslubu<br />Naturalizm’de yazar, kendi kişiliğini gizler, sadece olanları yazar; bir tutanak yazmanı gibi davranır. Zola’nın deyimiyle “Nasıl ki kimya bilgini kendi hazırladığı koşullar altında oluşan doğal olayları gözleyip saptamakla yetinir, azota kızmadığı gibi, oksijene de aşırı sevgi göstermezse sanatçı da suç karşısında yargıç kesilmez, erdem karşısında ise alkış tutmaz.”<br />Dilde pek seçici değildir. Kahramanları hangi çevreden seçerse o çevrenin diliyle konuşturur. Bu nedenle argolar, küfürler eserde değiştirilmeden verilir.<br /><br />Temsilcileri<br />Naturalizm de bir roman ve hikaye akımıdır. Kurucusu Emile Zola’dır. Zola, ileri sürdüğü görüşleri ispatlamak için 20 cilt tutarındaki “Deneysel Roman”ını yazmıştır. Bu cilt içindeki önemli romanlar Germinal ve Meyhane’dir.<br />Diğer Naturalist sanatçılar şunlardır:<br />Alphonse Daudet: Hikayeleri: Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikayeleri<br />Romanları: Trasconlu Tartarin, Jack<br />Guy de Maupassant : Hikayeleri: Tombalak, Ay Işığı,<br />Romanları: Bir Hayat, Güzel Dost, Kalbimiz<br />Hauptmant: Tiyatroları: Güneş Doğarken, Dokumacılar, Güneş Batarken<br /><br />PARNASİZM<br />Realist görüşleri benimseyen şiir akımıdır. Romantizm’e tepki olarak doğmuştur. Romantizm’in aşırı duygusallığına, öznelliğine, abartılı söyleyişlerine karşı çıkan şairler, içe dönük şiir yerine dışa dönük, dış dünyayı nesnel biçimde gözleyip anlatan şiiri tercih etmişlerdi.<br /><br />Akımın Felsefesi<br />“Sanat, sanat içindir.” ilkesini benimseyen Parnasyen (Parnasizmi benimseyen) şairler, şiirde güzelliğin peşine düştüler. Bunlara göre güzellik ancak güzel biçimlerle elde edilebilir. O bakımdan biçim olgunluğuna her şeyin üstünde önem verilmesi, şiirin ahlaksal, siyasal ve toplumsal sorunları anlatan bir araç olmaktan çıkarılıp bir amaç haline getirilmesi sanatın ilk şartıdır. Şiirin güzelliği yararlılığa tercih edilmelidir. Şiirin güzel olması, şiir olmak için yeterlidir.<br /><br />Akımın Konusu<br />Şair şiirde kişisel duygularının ve tutkularının yerine, dış dünyadaki gözlemlerini anlatmalıdır. Bu da doğanın nesnel bir tutumla betimlenmesi demektir. Bunun dışında felsefi düşünceler, hatta bilim ve fenle ilgili görüşler de şiire alınmıştır. Bazen ise geçmiş zaman kişileri, olayları özellikle bilinmeyen egzotik alemler, Çin, Hint, Mısır gibi uzak ülkeler ve onların kültürleri şiire girmiştir. Romantizm’de bir yana bırakılan Yunan ve Latin mitolojisine yeniden dönülmüş, o kültürlerin yok olması karşısındaki üzüntüler anlatılmıştır.<br /><br />Akımın Dil ve Üslubu<br />Sanat sanat içindir, görüşüne uygun olarak, Parnasyen şairler şiirin şekli üzerinde çok durmuşlardır.<br />Nazım şekli, kafiye, ölçü vazgeçilmez öğeler olarak görülmüştür. Sözcük seçimine büyük önem verilmiş, gereksiz sözcük kullanmaktan, hatta verilmek istenen anlamı tam olarak karşılayamayan bir sözcüğün bulunmasından kaçınmışlardır. Betimlemelerde, sözcüklerin betimlenen manzaraya uygun olması, onu çağrıştırması şiir için son derece gerekli görülmüştür.<br /><br />Akımın Temsilcileri<br />Sadece şiirde geçerli olan bu akımı, Teophile Gautier, Theodor de Banville, Leconte de Lisle benimsemiş ve ilk ürünlerini vermişlerdir.<br /><br />SEMBOLİZM<br />Parnasizm’e tepki olarak doğan şiir akımıdır. Önce Fransa’da başlamış, oradan tüm Avrupa’ya yayılmıştır.<br /><br />Akımın Oluştuğu Ortam<br />Gözlem ve deney metotlarını benimseyen Realist ve Naturalist edebiyatın egemen olduğu dönemde, Fransa’da bir yandan da idealist felsefe yayılmaya başlamıştı. Zaten aşırı gerçekçi bir yaklaşım, insanlara aradığı mutluluğu verememişti. Üstelik Fransa’da 1870 askeri bozgunundan sonra, halkta karamsarlık, bezginlik, siyasal ve toplumsal alanda bazı değişiklikler yapılmasını gerekli kılıyordu. Ruhsal bunalım içindeki genç kuşak, eskiyi yıkmak, geleneğin dışında bir yol tutmak eğiliminde idi. Bu sırada Alman filozof Schopenhauer’in ileriye sürdüğü “Dünya bir tasavvurdan ibarettir.” görüşü gençler tarafından benimseniyordu. Artık görünene değil, bilinç altına, öznelliğe yönelindi. Böylece Sembolizm oluşmaya başladı.<br /><br />Akımın Felsefesi<br />Dünyayı bir tasavvurdan ibaret gören, gerçeğe sırt çeviren Sembolist şair imgesel bir dünyada yaşar. Onlara göre gerçeği olduğu gibi anlatmanın imkanı yoktur. Duyularımız, dış dünyayı olduğu gibi değil, onun asıl halini değiştirerek bize ulaştırır. Nasıl düz bir çubuk, suda kırık görünürse, dış dünyadaki maddeler de gerçek durumlarıyla görünmezler. Öyleyse biz dış dünyayı hiçbir zaman gerçek halleriyle anlatamayız. Ancak ondan aldığımız izlenimleri anlatmış oluruz. Bu da kişiden kişiye değişir.<br /><br />Akımın Konusu<br />Sembolizm’de şair sadece kendinden, kendi duygu ve izlenimlerinden söz eder. Anlamda kapalılık esastır.<br />Bu nedenle Sembolist şair aydınlıktan kaçar. Güneş batmaları, kısık lambalar, perdelere vuran gölgeler, ay ışığı, durgun sular, sararmış yapraklar, sessizlik, bilinmedik uzak ülkeler özlemi konularında şiir yazmıştır. Toplumsallıktan kaçmak, insanlardan uzak yaşamak, bu şairlerin tercihidir.<br /><br />Akımın Dil ve Üslubu<br />Sembolist şair bir anlamı açıklamak için değil, bir duyumu sezdirmek için şiir yazar. Bu nedenle şiirde telkin yolunu kullanır. Ona göre nesneler birer semboldür. Verilmek istenen anlam mutlaka bir sembolün arkasında gizlidir. Bazen kelimeler imgeleri karşılayamayabilir. Bu durumda şair, sözcüklere yeni anlamlar yükler, alışılmamış eski sözcükleri yeniden kullanır ya da birtakım yeni sözcükler uydurup, dilin geleneksel söz dizimini bozar.<br />Şiirde kullanılan sözcüklerin ses özelliği çok önemlidir. Çünkü Sembolizm’de “şiirin sözden ziyade musikiye yakın” olması aranır. Sembolist şair Verlaine “Musiki, her şeyden önce musiki” derken şiirde neyin önemli olduğunu ortaya koyar. Bu nedenle şair, sesleri ahenkli olduktan sonra her sözcüğü kullanabilir.<br />Sembolizm’de evren bir bütün olarak görülmüş ve bu nedenle duyular arasında fark görülmemiştir. Sonuçta bir duyuyla ilgili olan sözcük, diğer duyular için de kullanılabilir. Sembolist şiirlerde acı yeşil, siyah korku, beyaz titreyiş ifadeleri böyle bir anlam ilgisini karşılar.<br />Dildeki bu özellikler, sembolist şiiri zor anlaşılan, hatta anlaşılmayan bir şiir haline getirmiş, bu, onun okur sayısını son derece azaltmış, bir salon edebiyatı haline gelmesine neden olmuştur.<br />Biçim olarak klasik nazım biçimleri yerine, şairin isteğine göre bir biçimi benimsemesi uygun görülmüştür. Çoğu şiirde biçim serbestliği vardır. Elbette bir musiki oluşturmak isteyen şair ölçü, kafiye gibi ahenk oluşturan unsurları da ihmal etmemiştir.<br /><br />Akımın Temsilcileri<br />Bir şiir akımı olan Sembolizm’in ilk örneklerini Baudlaire vermiştir. Bundan başka, Rimbaud, Verlaine, Paul Valery, Mallerme, Regnier diğer ünlü Sembolistlerdir.<br /><br />FÜTÜRİZM<br />İtalya’da başlayıp oradan Avrupa’ya yayılan edebiyat akımıdır. Kurucusu Marinetti’dir. Hayatta her şeyin sürekli değiştiğini, sanatın da buna uyum sağlaması gerektiğini savunur. Geçmişe ait ne varsa hepsinin unutulması, yok edilmesi gerektiğine inanır.<br />Her şiirde hızın güzelliği vurgulanmış, uçaklara, trenlere övgüler düzülmüştür. Şiirde geleneğe bağlı bütün kurallar yıkılmış, ölçü, uyak, nazım biçimi terk edilmiş özgür nazım tercih edilmiştir. Geleneksel dilbilgisi kuralları, sözdizimi kuralları kırılmış, hıza ve hareketlere uygun olan mastar halindeki fiillere, isimlere önem verilmiştir.<br />Avrupa’ya dağılırken, özellikle Rus edebiyatında birçok değişikliğe uğramış, savaş tutkusu barışa, milliyetçilik, evrenselliğe dönüşmüştür. Rus şair Mayakovsky en önemli temsilcisidir.<br /><br />DADAİZM<br />Kişiyi aklın tutsaklığından kurtarmayı amaçlayan ancak pek taraftar bulmayan edebiyat akımıdır. Bunlara göre geçmişin bir değeri yoktur. Daha doğrusu hiçbir şeyin anlamı yoktur. İsmini bile bir sözlükten rastgele seçtikleri “dada” sözü ifade eder.<br />Sanatı dil, ölçü, uyak, biçim, anlam kaygılarından kurtarmak, bilinen anlamlar ve alışılmış kurallar dışında bir düzen oluşturmak gerektiğini savunan Tristan Tzara tarafından kurulmuştur.<br /><br />SÜRREALİZM<br />İnsanın bilinçaltını açıklamaya çalışan edebiyat akımıdır. İnsanların gerçek eğilimleri, istekleri, toplum yasalarının, geleneğin, ahlakın, dinin baskıları yüzünden, bilançaltında kapalı durmaktadır. Rüyalar, sayıklamalar, sarhoşluk halleri, delilikler, aklın denetimi dışındaki hareketler olduğundan insanın gerçek kişiliğini açıklar. Öyleyse gerçek insanı anlatmak durumunda olan sanat, insanın bu halleri üzerinde durmalıdır. İnsan bir aysberg gibidir. Bilinmeyen yönü, bilinenden daha fazladır.<br />Sürrealizm Freud’un psikanaliz verilerinden oldukça yararlanmıştır. Onun elde ettiği sonuçları bilimsel gerçek gibi kabul etmişlerdir.<br />Sürrealizm’de otomatik yazı denen bir sistem uygulanır. Bu yazı, önceden hiçbir konu düşünmeden, kalemin ucuna gelenleri hiç ara vermeden hızlı hızlı yazarak elde edilir. Ya da bir kişi hipnoz edilir. Ona değişik sorular sorulur ve cevaplar hiçbir değiştirme yapmadan yazıya geçirilir.<br />Elbette böyle bir yöntemle elde edilen yazıda anlamsız sözler, birbiriyle ilgisiz saçma ifadeler olabilir. Sürrealizm’e göre bu, gerçek bir sanat eseridir.<br />Akımın akıl dışılığa verdiği bu değer zamanla azalmış, akla seslenen ancak bilinçaltını ihmal etmeyen bir anlayışa dönüşmüştür.<br />Sürrealizm’i; Dadaizm’den ayrılan Breton, Aragon, Eluard kurmuştur. Edebiyatımızda özellikle Garipçiler bu akımdan etkilenmiştir.<br /><br />EGZİSTANSİYALİZM<br />Aslında bir felsefe akımıdır. Sartre’ın onu edebiyata uygulamasıyla edebiyat akımı haline gelmiştir.<br />Bu akıma göre insan var olmadan önce hiçbir özelliği olmaz. Yani bir bebek, beyaz bir kağıt gibi doğar. Olaylar karşısında gösterdiği tepkiler onun kişiliğini oluşturur. Bu nedenle Egzistansiyalist eserlerde karakter yok, durumlarla karşı karşıya kalmış insanlar vardır. Bu insanlar karşılaştıkları durumlarda yaptıkları davranışlarla karakterini oluşturur.<br />Bu akımın çıkış yeri Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varım.” düşüncesidir. Davranışlarını kendisi seçmek zorunda olan insan en doğruyu, en iyiyi seçmek zorunda olduğunun bilinciyle büyük bir bunaltı, iç sıkıntısı çeker. Ancak bu bunalma onun hareketlerine engel olmaz, tersine onların sorumluluk bilincini geliştirir.<br />Bu özellikleri taşıyan kahramanların bulunduğu Egzistansiyalist romanda, kahramanların ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Biz onu ancak eser sonunda tam olarak kavrayabiliriz. Böylece eser sürükleyiciliğini hiç kaybetmez ve okurun ilgisini canlı tutar.<br />Akımın kurucusu Jean Paul Sartre’dır. Diğer ünlü yazarı ise Albert Camus sayılır.<br /><br /><br /></p><p><br /><strong><span style="color:#ff0000;"><span style="color:#33ff33;">BATI ETKİSİNDEKİ TÜRK EDEBİYATI</span><br /></span></strong><br />Osmanlı Devleti’nin siyasi, askeri ve ekonomik açıdan Avrupa’nın gerisinde kalması devlet büyüklerini bazı tedbirler almaya zorlamış, bu alanlarda Avrupa’nın nasıl geliştiğinin öğrenilmesi için bazı gençler oraya eğitime gönderilmişti. Avrupa’ya, özellikle Fransa’ya giden gençler oradaki edebiyata hayran kalmış ve dönüşlerinde, gördükleri yenilikleri Türk edebiyatında uygulamaya başlamışlardır.<br />Değişiklikler önce siyasi alanda görülmüş ve 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Hümayunu ilan edilmiştir. Bu fermanın en önemli yönü “insan haklarının korunacağını” garanti altına almasıydı. Bundan sonra değişmeler birbirini izlemiş, özellikle 1860'tan sonra artık geri dönülmez bir yol açılmıştır. Sonuçta belli dönemler halinde günümüze kadar süren yeni bir edebiyat başlamıştır. Bu dönemleri şu şekilde sıralayabiliriz:<br />A- Tanzimat Dönemi<br />B- Servet-i Fünun Dönemi<br />C- Fecr-i Ati Dönemi<br />D- Milli Edebiyat Dönemi<br />E- Cumhuriyet Dönemi<br /><br /><span style="color:#33ff33;">A - TANZİMAT DÖNEMİ EDEBİYATI</span><br />Bu dönem ilk özel gazete olan Tercüman-ı Ahval gazetesinin yayın hayatına atılmasıyla başlar. Bundan önce yayınlanan Takvim-i Vekayi (1831) resmi bir gazeteydi.<br />Ceride-i Havadis (1840) ise yarı resmi bir gazete sayılırdı. İlk özel gazetenin çıkışıyla Batılı edebiyatı benimseyen sanatçılar bir yayın organına kavuşmuş oldular ve fikirlerini halka daha kolay anlatıp, savundukları görüşlere uygun eserler vermeye başladılar. Bundan sonra meydana gelen değişiklikleri türlere göre inceleyelim.<br /><br />ŞİİR<br />Tanzimat edebiyatı sanatçıları her şeyden önce şiirin konusunu ve anlatımını değiştirdiler. Namık Kemal, “Lisan-ı Osmani’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazalar” isimli uzun makalesinde şiirin, fikrin gelişmesine ve halkın eğitilmesine olan büyük hizmetinden söz eder. Divan edebiyatının gerçekle ilgisizliğine, yapmacıklığına, boşluğuna şiddetle hücum eden Namık Kemal, edebiyatın yeniden düzenlenmesini ister. Bunun için de her şeyden önce yeni bir anlatım yolu, yeni bir dil bulunmasını gerekli görür. Dilin bir an önce konuşma diline yaklaştırılması gerektiğini savunur. Buna rağmen Tanzimat şiirinin dilinin sade olduğunu söylemek zordur.<br />Tanzimat şiirinin Divan şiirine bağlı kaldığı unsurlar daha çok biçim alanındadır. Bu dönemde hece veznine olan ilgi biraz artmışsa da aruz eski hakimiyetini sürdürmüş, Divan şiirinin nazım şekilleri aynen kullanılmıştır.<br />Şiirin konusu değişmiş, aşk, hasret, ayrılık gibi kişisel konular bir yana bırakılmış, eşitlik, özgürlük adalet, hukuk gibi toplumsal konulara önem verilmiştir. Ancak bu, daha çok I. Tanzimatçılar denen Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi sanatçılarda görülür.II. Tanzimatçılar denen Recaizade Mahmut Ekrem, Hamit, Sezai’de ise kişisel konular yeniden ele alınmıştır.<br /><br />TİYATRO<br />Tanzimat dönemine gelinceye kadar edebiyatımızda Batılı anlamda sahne tiyatrosu görülmez. Ancak halk arasında Karagöz ile Hacivat, ortaoyunu, meddah gibi seyirlik oyunlar vardır.<br />Karagöz bir kukla oyunudur. Değişik söz oyunlarıyla yanlış anlaşılan sözlerle güldürü unsuru sağlanır. Eğlendirme amacı taşır. Karagöz adlı cahil biriyle Hacivat adlı bilgili geçinen biri arasındaki atışmalarla sürer gider. Klişeşmiş bölümleri vardır. Kuklaları oynatan kişi konuşmaları tek başına yapar.<br />Ortaoyunu ise şehir meydanlarında ya da kendileri için hazırlanan yerlerde Pişekar, Kavuklu, Zenne gibi sabit tiplerle oynanan güldürü amaçlı seyirlik oyundur. Şive taklitleri üzerine kurulu olan bu oyunda da kalıplaşmış konuşmalar ve bölümler vardır. Oyuncuların yeteneğine göre hazırlıksız, oyunun gelişine göre değişik konuşmalar da görülür.<br />Meddah tek kişilik bir oyundur. Yüksekçe bir yere çıkan meddah, değişik şivelerle konuşarak anlattığı bir olayla güldürü oluşturur.<br />Yukarıdaki sözü edilen oyunlar belli bir metne dayanmayan, oyuncuların oyun esnasındaki konuşmalarıyla oluşan oyunlardır. Eğitici bir amaç taşımaz. Tanzimat tiyatrosu ise bir okul sayılmış, halkın eğitilmesinde araç olarak kullanılmıştır. Bunlarda sosyal eğitim ön plandadır. Toplumda görülen aksaklıklara doğrudan doğruya dokunmak veya tarihin ibret verici olaylarını ele alıp onlardan ahlaki sonuçlar çıkarmak amaçlanmıştır.<br />Tanzimat tiyatrosunda dil ve üslup konuşma diline ve üslubuna çok yaklaşmıştır. Fakat ikinci dönem Tanzimatçılarda bilhassa Hamit’in eserlerinde doğallığını gittikçe kaybetmiş, süslü, yapmacıklı bir hale gelmiştir.<br />Tanzimat döneminin yayınlanan ilk tiyatro eseri Şinasi’nin Şair Evlenmesi adlı tek perdelik bir komedisidir. Tiyatro alanındaki en eğitici eserler ise Namık Kemal tarafından verilmiştir.<br /><br />ROMAN ve HİKAYE<br />Tanzimat döneminin edebiyatımıza kazandırdığı en önemli tür şüphesiz roman ve hikayedir. Bundan önce edebiyatımızda böyle bir tür yoktu. Nesir alanında daha çok tarih, seyahatname gibi türler verilmiş, olay kaynaklı tür olarak mesneviler kullanılmıştır.<br />Tanzimat, nesir alanında bir çığır açmış, onu şiirden daha etkili bir tür haline getirmiştir. Süsten, özentiden uzak, halkın okuması, bilgilenmesi amacıyla eserler ortaya koyulmuştur.<br />Türk edebiyatında roman, çevirilerle başlamıştır. Bu alanda ilk eser Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon adlı Fransız yazardan çevirdiği Telemak adlı romandır. Birçok teknik kusurlarla dolu olan bu eserin, kahramanlarının yabancı olması, olayların yabancı bir ülkede geçmesi yüzünden halka yabancı olmasına rağmen büyük ilgi gördüğü söylenebilir. Bu ilgiyi, çevirinin büyük bir devlet adamı tarafından yapılmasına bağlayabiliriz.<br />Konusuyla, kahramanlarıyla ilk Türk romanı ise Şemseddin Sami’nin yazdığı Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı bir aşk romanıdır. Bu da birçok kusurla dolu basit bir eserdir.<br />Edebi sayılabilecek ilk romanı ise Namık Kemal vermiş, İntibah adlı romanıyla roman türüne asıl kimliğini kazandırmıştır. Ancak bu romanın Batılı roman ölçülerinde olduğunu söylemek de pek doğru olmaz.<br />Hikaye alanında ise yine ilk eserlerin Tanzimatla verildiğini söyleyebiliriz. Gerçi hikayecilik halk arasında oldukça yaygındı. Özellikle Dede Korkut Hikayeleri ile başlayan gerçeğe yakın olaylar, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin gibi halk hikayeleriyle gelişmiştir. Bunlar kişinin ve toplumun gerçek hayatına oldukça bağlıdır. Dil ve üslup bakımından da, seslendikleri topluluğun konuşma diline ve üslubuna çok yakındır.<br />Tanzimat yazarları karşılarında; bu hikayeleri okuyan ve seven geniş bir halk topluluğu buldu. Özellikle Ahmet Mithat halk hikayeleriyle Batılı hikaye tekniğini birleştirmeye çalıştı. Halk hikayelerini modernleştirmeye çalışan hikayeleriyle halkı okumaya alıştırmaya çalıştı. Letaif-i Rivayat adlı hikaye serisi bu alandaki ilk Batılı eserdir.<br />Ancak modern anlamda hikayecilik, ikinci Tanzimatçılar döneminde Sami Paşazade Sezai’nin “Küçük Şeyler” adlı eseriyle başlar.<br />• • •<br />Tanzimat edebiyatında görülen bu türlerden sonra bu dönem sanatçılarını inceleyebiliriz. Tanzimat sanatçıları sanat anlayışlarına göre iki grupta incelenir.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">I. DÖNEM TANZİMATÇILAR</span><br />Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal’in oluşturduğu bu dönemde, sanat halka ulaşmakta bir araç olarak görülmüş, onun asıl görevinin “faydalı olmak” olduğu savunulmuştur.<br />Faydalı olmayan sanatın boş bir uğraş olduğu düşüncesiyle güzellik ikinci plana itilmiştir. Tanzimat anlayışı dendiğinde çoğu zaman I. dönem kastedilmektedir. Bu dönem sanatçılarını inceleyelim:<br /><br />ŞİNASİ<br />Tanzimat edebiyatının ilk sanatçısı Şinasi’dir. Mustafa Reşit Paşa’nın Batıya gönderdiği ilk öğrencilerdendir. Bir kısım fikirleri edebiyatımıza ilk getiren, kurduğu gazetelerde bu fikirlerini yayarak, yeni edebiyatın temellerini atan odur. Gençliğinde Doğu ilimlerini öğrenmiş, Fransa’da kaldığı yıllarda da Batı edebiyatını tanımıştır. Fransa’dan geldikten sonra edindiği yeni fikirleri yaymak için gazeteciliğe atılmıştır.<br />Şinasi aslında çok yetenekli bir sanatçı değildir. Onun edebiyatımızdaki önemi, sanatçılığından çok, yeni fikirlerle dolu olması ve bunu etrafındakilere yayarak yeni bir edebiyatın temellerini atmasındandır.<br />Şiirlerinde halk dilini kullanmaya büyük özen göstermiş, dönemine göre oldukça sade şiirler yazmıştır. Tamamen yeni fikirlerle doldurduğu bu şiirlerinde Divan edebiyatı nazım şekillerini, aruzu kullanmıştır.<br />Şiir alanındaki ilk eseri Tercüme-i Manzume adını verdiği küçük bir kitaptır. Fransız şiirinden özellikle Racine, La Fontaine ve Fenelon’dan çeviriler yaptığı bu eserle Klasik Fransız şiirini tanıtmayı amaç edinmiştir. Şiirlerinde akıla ve sağduyuya verdiği önemi ifade etmesi “Vahdet-i Zatına aklımca şahadet lazım” dizesi onun Klasisizmden etkilendiğini gösterir.<br />Şiir alanında ikinci eseri Divan şiiri tarzındaki şiirlerini topladığı Müntehebat-ı Eş’ar adlı kitaptır. Bu kitapta bulunan “Milletim nev-i beşerdir vatanım ruy-ı zemin” dizesi, şairin ideolojisini de ortaya koyar.<br />Şinasi’nin tiyatro alanındaki eseri ise Şair Evlenmesi’dir. Batılı tarzda yazılan bu ilk tiyatro eserinde görücü usulüyle evlenmenin eleştirildiği görülür. Eser tek perdelik bir komedidir. Eserde Batı tiyatro tekniğiyle halk tiyatrosunun birleştirildiği görülür.<br />Şinasi’nin ayrıca Türk atasözlerini derlediği Durub-ı Emsal-i Osmaniye adlı eseri de edebiyatımız açısından önemlidir.<br /><br />Ziya PAŞA<br />Başlangıçta Divan edebiyatı kültürüyle yetişen ve o yolda şiirler söyleyen Ziya Paşa önce fikirleri yönüyle Batı’yı benimsedi. Ancak onun bu hareketlere sürekli bir bağlılık gösterdiği söylenemez. En güzel şiirlerini Divan tarzında söyleyen şair, Batılı tarzda pek başarılı değildir. Bu nedenle eskiden ayrılamayan, yeniyi ise tam bir benimseyişle uygulamaya fırsat bulamayan, ikilem içinde kalan bir sanatçı olmuştur.<br />Ziya Paşa Tanzimat edebiyatının hemen bütün vasıflarını kendi sanatında toplamıştır. Tanzimat edebiyatını meydana getiren dört önemli etki onun şiirinde ve nesrinde görülür: Divan şiiri, mahallileşme cereyanı, aşık tarzı ve Batı etkisi.<br />Çoğu şiiri hem şekil hem dil bakımından Divan şiiri sayılabilir. Bunun yanında bazı şiirleri halk şiirinin ölçü, şekil ve kafiyeleriyle söylenmiştir.<br />Ziya Paşa’nın dil ve edebiyat hakkındaki görüşleri birbirini tutmuyordu.<br />Londra’da Hürriyet Gazetesi’ne yazdığı “Şiir ve İnşa” adlı makalesinde Baki, Necati, Nef’i divanlarında görülen şiirleri Türk şiiri saymayan ve Nedim ve Vasıf’ın şarkıları da dahil Divan edebiyatını kişiliksiz, melez bir edebiyat olmakla suçlayan Ziya Paşa, Halk şairlerini gerçek Türk şairi ve onların şiirlerini de gerçek Türk şiiri saymıştır. Daha sonra yazdığı Harabat adlı antolojide ise Türk şiirinin temelini Ahmet Paşa’nın, Necati’nin, Baki’nin attığını, halk şairlerinin şiirlerinin ise bir eşek anırması gibi olduğunu söyleyecek kadar birbirine ters düşünceleri savunmuştur.<br />Ziya Paşa Aşık tarzında da Divan tarzında da başarılıdır. Özellikle terkib-i bent ve terci-i bend’leri Divan şairlerinin yazdıklarından daha başarılıdır. Birçok beyiti vecize olacak niteliktedir.<br />Ziya Paşa nesir alanında da birçok eser vermiştir. Nesir dili başlarda biraz süslü, secili iken zamanla daha sade ve oturaklı olmuştur.<br />En önemli eseri hiciv tarzında yazdığı Zafername adlı manzumedir. Önce kaside şeklinde yazılan sonra tahmis şekline getirilen ve son olarak nesirle açıklanan bu eser devrin sadrazamı Ali Paşa aleyhine yazılmıştır.<br />Diğer önemli eser, Ziya Paşa’nın Avrupa’dan döndükten sonra yazdığı Harabat isimli Divan edebiyatı antolojisidir. Üç cilt tutarındaki eserde Arap, İran, Türkiye ve Ortaasya Türkçesi şairlerinden seçilmiş şiirler vardır.<br />Nesir alanındaki en önemli eserleri ise şüphesiz makaleleridir. Çoğu derlenmeyen bu makalelerde devrin Siyasi manzarası hakkında önemli bilgiler vardır. Ayrıca önceden de söz ettiğimiz Şiir ve İnşa adlı makalesi onun ününü artırmıştır.<br />Nesir tarzındaki eserlerinden biri Rüya adlı küçük bir eserdir. Edebiyatımızda ilk röportaj sayılabilecek bu eser karşılıklı konuşma tarzında yazılmıştır. Yer yer sade bir dille yazılan eserde yine Sadrazam Ali Paşa’nın kötü idaresinden bahsedilmiş ve görevden alınması gerektiği vurgulanmıştır.<br />Ziya Paşa’nın diğer nesir eseri Defter-i Amal Mukaddimesi’dir. Jean Jacque Rousseau’nun “İtiraflar” adlı eserinden ilhamla yazıldığı anlaşılan bu eser Batılı anı türünün ilk örneklerindendir.<br /><br />Namık KEMAL<br />Batılı Türk edebiyatına kesin bir zafer sağlayan, sanatçı yönü oldukça güçlü şairdir. Kalemini yalnız bir sanat aracı olarak değil, aynı zamanda milli mücadele aracı olarak kullanan şairin amacını şöyle açıklayabiliriz: Türk halkına milli benliğini ve kendi değerlerini tanıtmak; ona hürriyet aşkı vermek ve özellikle ecdat kanıyla yoğrulmuş vatan topraklarını, uğrunda şuurla can verebilir bir seviyede sevdirmek. Bu yönüyle şair haklı olarak Vatan şairi diye şöhret kazanmıştır.<br />Namık Kemal, eski edebiyata aşırı, hatta çoğu zaman haksız bir şekilde saldırmış yeni edebiyatın yerleşmesine çalışmıştır.<br />Çocukluğu ve ilk gençliği Divan şairlerinin arasında geçmiş ve bu dönemde güçlü şiirler yazmıştır.<br />Namık Kemal’de vatan fikri çok güçlüdür. Ona göre vatan, sadece üzerinde doğulan ve yaşanan bir yer değildir. Vatan, kendi çocukları olan insanlar arasında dil birliği, menfaat birliği, fikir ve sevgi kardeşliği yaratan, mukaddes bir topraktır ki her taşı için bir can verilmiştir.<br />Bütün insanları bir millet, dünyayı da tek vatan sayan Şinasi’ye ilk itiraz böylece Namık Kemal’den gelmiş oldu.<br />Halka halk diliyle seslenmeyi amaçlayan I. Tanzimatçılar içinde, bunu geniş ölçüde gerçekleştiren Namık Kemal’dir. Özellikle tiyatro eserlerinde konuşma dilini kullanmıştır. Dilin kurallarının belirlenmesi gerektiğini, halkın kullandığı sözcüklerin, kullanıldığı gibi yazıya geçirilmesini, dilin doğal olması ve külfetli sanatlardan sıyrılması gerektiğini savunmuş, bu arzusunun gerçekleşmesi milli edebiyata nasip olmuştur.<br />Namık Kemal hece ölçüsünü savunmakla beraber bunu şiirlerinde çok az kullanmıştır. Onu övmesi büyük ölçüde Divan şiirini eleştirmek içindi, yoksa Harzemşah piyesinin önsözünde heceye parmak hesabı deyip, onun ahenk sağlamaktan uzak olduğunu açıklamıştır. Kafiyeyi de pek gerekli görmeyen Kemal aksine, şiirlerinde güçlü bir kafiye düzeni kurmuştur.<br />Divan edebiyatını gerçek dışı suçlamalarla kötülemiş, onu çok renkli bir parça bohçasına benzetmiştir. İdealize edilmiş güzelleri ise gulyabanilere benzetmiştir. Bunları samimi olmaktan çok, sırf kötülemek için söylenmiş sözler olarak görebiliriz.<br />Namık Kemal’in gerek şekil gerek içerik bakımından eski tarzda şiirleri önemli bir yer tutar. Onun eski şekillerle yeni fikirleri işlediği şiirleri büyük sevgi ve şöhret kazanmıştır. Gazellerinden oluşan Divan’ı o hayatta iken yayınlanmıştır. Asıl vatan şiirleri bu Divan’ın içinde değildir.<br />Namık Kemal’in nesri şiirinden daha üstündür. Sağlam bir nesir dili, hareketli, bilgili, fikir ve heyecan cümleleri, delilli, mantıklı ve inandırıcı bir üslup, yazılmaktan çok haykırılmak içinmiş gibi seslendirilen dil, nesrinin ayırıcı nitelikleridir.<br />Onun nesrinde süs, tumturak, seci devam etti. Ancak bu, onun okunmasına engel olmadı.<br />Nesir alanında en önemli eserleri şüphesiz romanlarıdır. İlk romanı İntibah adını taşır. Eser “Son Pişmanlık” adıyla Magosa’da yazılmış; bu ad sonra değiştirilmiştir.<br />Bu romanda bir aile konusu ele alınmıştır. Kötü kadınların ihtiras ve entrikalarına kapılarak hem kendilerini hem başkalarını mahveden gençlerin romanıdır bu.<br />Roman oldukça sade bir dille yazılmıştır. Olayların akışı, kahramanların tek yönlülüğü, iyilerin hep iyi kötülerin hep kötü gösterilmesi yönüyle yazarın Romantizm’in etkisinde olduğu söylenebilir.<br />Cezmi adlı ikinci romanında ise yazar tarihi bir olayı anlatır. II.Selim zamanında İranlılarla yapılan bir savaşın anlatıldığı romanda, roman kahramanı Cezmi vatansever bir askerdir. Roman onun başından geçen olayları anlatır. Bu esere ilk tarihi roman diyebiliriz. Eserde yine Romantizm’in tesirleri görülür.<br />Namık Kemal’in bol eser verdiği diğer bir tür, tiyatrodur. “Bir milletin güzel söyleyiş kudreti, edebiyatında; edebiyatın da en canlı ifadesi, tiyatrosunda belli olur.” diyen yazar, bu türe özel bir önem vermiştir.<br />En önemli tiyatro eseri Vatan Yahut Silistre adlı oyunudur. 4 perdelik olan bu eser Tuna kıyısındaki Silistre kalesini Ruslara karşı bir buçuk ay koruyan ve sonunda Rusları yenen Türk askerlerinden ilhamla yazılmıştır. Oynandığı zaman büyük yankı uyandıran bu eser, yazarın Magosa’ya sürülmesine neden olmuştur.<br />Diğer tiyatro eserleri istibdat ve zulme karşı çıkışı anlatan Gülnihal, bir aile dramının anlatıldığı Zavallı Çocuk, kötü bir kadının topluma zararlarını anlatan Akif Bey, Harzemşahlar Devleti’nin son hükümdarının hayatını anlatan Celalettin Harzemşah, Hindistan’da bir sarayda geçen bir olayın anlatıldığı Kara Bela adlı eserleridir.<br />Bunların dışında, gazetelerde yayınlanan birçok eleştiri yazısı, makaleleri, mektupları da vardır yazarın. Özellikle Ziya Paşa’nın Divan şiirini öven Harabat antolojisini eleştirdiği Tahrib-i Harabat ve Takip adlı eleştirileri ünlüdür. Edebiyata ait fikirlerini anlattığı Mukaddime-i Celal adlı önsöz yazısı da önemlidir. Bunların dışında Bahar-ı Daaniş Mukaddimesi, Renan Müdafaanamesi adlı çevirileri de vardır.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">II. DÖNEM TANZİMATÇILAR<br /></span>Halk için sanat, sade dil için sanat, vatan için, hürriyet için sanat amacıyla çalışan birinci tanzimatçılar sanatı memleketin siyasi hayatıyla birleştirme yoluna gitmişlerdi. II. Dönemdekiler ise sanat için sanat anlayışına daha yakın ve daha bağlı bulunuyorlardı. Mümkün olduğunca siyasi ideolojilerden uzak duruyor, hiç olmazsa bu sahada aktif faliyette bulunmuyorlardı. Bunlar Batılı edebiyatın vasıflarına daha uygun eserler veriyorlardı. II. dönemin sanatçıları olan Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit Tarhan ve Sami Paşazade Sezai’yi ayrıntılarıyla görelim.<br /><br />Recaizade Mahmut EKREM<br />Ekrem, yeni ve eski tarz şairliği, tiyatro ve roman yazarlığının yanında, devrinin genç nesillerine edebiyatı öğretmesiyle tanınmış bir Tanzimat yazarıdır.<br />Onun şiir ve düzyazı eserlerini oluşturan dil, sanat ve söyleyiş unsurlarında Divan şiirinin devamı, halk söyleyişinin akisleri ve bunların üstünde gibi görünen bir Fransız edebiyatı etkisi vardır.<br />Bir şiir ve edebiyat eleştirmeni olduğu ve edebi bilgiler kitabı yazdığı halde onun şiirlerinde nazım tekniği ortadan yukarıda değildir. Dudaklarda kalacak kudrette güçlü dizeleri sayılıdır. Şiirlerinde ölçü ve kafiye gereği uydurulmuş, doldurma dizeler vardır. Şiirde kulak için kafiye görüşünü ortaya atan ve bu yönüyle şiirde çığır açan Ekrem’de nesir dili daha güçlüdür. Nesirlerinde his ve hayal aleminden gerçek hayat sahnelerine kolayca geçebildiği görülür.<br />Hemen bütün eserlerinde sanat için sanat görüşünü savunan Ekrem öğrencilerine ve çevresine edebi bilgiler zevki veriyor, edebi eserler üzerinde durma, düşünme yollarını öğretiyor, onları değerlendirme yollarını gösteriyordu.<br />Recaizade şiir, hikaye, roman, tiyatro, eleştiri, araştırma alanlarında eser vermiştir.<br />Nağme-i Seher, Yadigar-ı Şebap ve üç ayrı cilt halinde yayınladığı Zemzeme adlı şiir kitapları vardır. Bu kitaplara Muallim Naci Demdeme adlı kitapla karşılık vermiş ve aralarında eski ve yeni edebiyatın özellikleriyle ilgili büyük tartışmalar başlamıştır.<br />Ekrem’in, ayrıca, ölen oğlu Nijad için yazdığı şiirleri koyduğu, yine onunla ilgili nesir, yazıları da bulunan Pejmürde adlı eseri de önemlidir.<br />Recaizade’nin nesir türündeki en önemli eseri Araba Sevdası adlı romanıdır. Eserde bilinçsizce Batıyı taklid eden Bihruz Bey’in ne hallere düştüğü anlatılır.<br />Yer yer realist çizgilerle ve ince bir eleştiriyle, böyle insanlar göz önüne serilir.<br />Nesir alanındaki bir diğer eseri de Afife Anjelik isimli tiyatrodur. Vuslat yahut Süreksiz Sevinç, Atala diğer tiyatrolarıdır. Bunlar pek başarılı eserler sayılmaz. Bu alandaki en başarılı eseri Çok Bilen Çok Yanılır adlı komedidir.<br />Recaizade’nin yazdığı en önemli eser Talim-i Edebiyat adlı edebi bilgiler kitabıdır.<br />Ders kitabı olarak hazırlanan eser yeni edebiyat için önemli bilgiler verir. Yazarın ayrıca Takdir-i Elhan adlı eleştiri eseri de vardır.<br />Yazar ayrıca birçok Romantik Fransız şairinin şiirlerini Türkçeye çevirmiştir.<br /><br />Abdülhak Hamit TARHAN<br />İkinci dönem Tanzimatçılar arasında Batıyı daha iyi anlayan ve çok hızlı değişiklikler yapan kudretli, üretken bir şairdir. Büyükelçilik göreviyle hem Doğu hem Batı ülkelerinde görev yaptığından, eserlerinde bu medeniyetlerin dil, kültür, sanat, inanç unsurlarıyla, sosyal hayatlarını, yan yana getirebilmiştir.<br />Hamid bazen şiiri tiyatrolaştırmış, bazen tiyatroya hikaye çeşnisi vermiştir. Şekilde ve söyleyişte belli kurallara bağlı kalmak, onun yapmak istediği ama yapamadığı şeylerdendir. Onda ölçü, kafiye hatta dil ve cümle kaygısı genellikle ikinci plana bırakılmıştır. Bu nedenle eserlerinde dil kusurlarına sık sık rastlanır. Şiirde tezata, şaşırtmacaya yer vermiş ve engin bir lirizm oluşturmuştur. Şiirlerinde Romantizm’in tesiri görülür.<br />Şiirlerinde, işlediği konular açısından da bir uyum görülmez. Bir kısmında doğa güzellikleri, bir kısmında renkli şehir hayatları, bir kısmında vatan, millet, diğerinde ahlak hocalığı görülen şiirlerinde vazgeçmediği tek yön sanatı sanat için yapmaktır.<br />Hamit tiyatro alanında da oldukça bol eser vermiştir. Ancak bunların çoğu sahnelenmek için değil okunmak içindir. Çoğunun dili ağır, üslubu sanatlıdır. Hatta kahramanlar bazen ruhlar, ölüler ya da hayali varlıklardır. Tiyatrolarının bir kısmını aruzla, bir kısmını heceyle kimisini de nesirle yazmıştır.<br />Hamid’in ilk tiyatro eseri Mecara-yı Aşk adlı dört perdelik eserdir. Rumeli Türkleri arasında geçen bir olayın anlatıldığı Sabr-u Sebat adlı eserin dili oldukça sadedir. Duhter-i Hindu, Nesteren, Tarık, Eşber, Finten ünlü tiyatrolarıdır.<br />Hamid’in birçok şiir kitabı da vardır. Kimisinin Batı şekilleriyle söylendiği, kısmen serbest bir biçimde yazıldığı şiirlerinin bulunduğu Belde adlı şiir kitabında, Fransızca sözcüklerin de şiire girdiği görülür. Pastoral şiirin ilk örneklerinin verildiği, serbest biçimdeki şiirlerin bulunduğu kitaba ise Sahra ismini vermiştir şair. Ölen karısının ardından duyduğu üzüntüyü anlattığı Makber adlı şiir kitabı ise şairin adını ebedileştirmiştir. Şekil olarak daha muntazam, ölçülü, kafiyeli şiirlerin bulunduğu bu eser, musiki yönüyle de güçlüdür. Aynı konuyu işleyen ancak Makber kadar başarılı sayılamayacak Ölü, Bunlar Odur, Hacle gibi şiir kitapları da vardır.<br />Hamid’in mesnevi biçiminde yazdığı, Çamlıca’da yaşanmış bir aşk hikayesini anlattığı Garam adlı kitabı da önemlidir.<br /><br />Samipaşazade SEZAİ<br />Tanzimat döneminin Batılı hikaye yazarıdır. Edebiyatın başka türlerinde de eser vermiş olmasına rağmen o, hikaye ve roman yazarı olarak tanınır. Tanzimat edebiyatının ikinci döneminde Fransız Realizm’ini temsil eden yazarlardandır. Romanında Romantik çizgiler bulunmasına rağmen onun eserlerine Realist anlayışı uyguladığı görülür. Namık Kemal’in Romantik anlayışından Sezai’nin Realist anlayışına geçiş yapan II. dönem Tanzimatçılar, asıl realist olan Servet-i Fünunculara zemin hazırlamışlardır.<br />Arada bir küçük şiir denemeleri de olmakla beraber, Sezai daha çok nesirler, siyasi, edebi makaleler, küçük ve büyük hikayeler ve hatıralar yazmakla tanınmıştır.<br />Eserlerini sanat için sanat görünüşüne bağlı olarak yazan sanatçının en önemli eseri Sergüzeşt romanıdır. Romanın konusu, o yıllarda devam etmekte olan beyaz esir ticaretidir. Eserde Kafkaslardan kaçırılıp ona buna satılan genç kızlardan birinin başından geçen olaylar anlatılır.<br />Sezai’nin diğer önemli eseri Küçük Şeyler adlı hikaye kitabıdır. Eserdeki bazı hikayeler çeviridir.<br />Küçük Şeyler’den sonraki hikayelerinden başka, nesirlerini topladığı bir diğer eseri de Rumuz’ül Edep adını taşır.<br />İclal adlı eserinde yine değişik yazıları ve şiirleri bulunur.<br />Sezai’nin ilk eseri ise Şir adlı bir piyestir. Bu eser, olayın Afganistan’da geçtiği düzyazıyla yazılmış bir trajedidir. Ancak pek başarılı bir eser sayılmaz.<br />Tanzimat dönemindeki diğer önemli sanatçıları da şu şekilde görebiliriz:<br /><br />Ahmet Mithat EFENDİ<br />Tanzimat devrinde, ilmin ve edebiyatın hemen her alanında eser vererek ve bunları halk diliyle yazıp halk seviyesine ve halk zevkine göre düzenleyerek halk için çok faydalı bir edebi hareket yapmayı başarmış ansiklopedist bir yazardır. O yazılarıyla bir halk okulu kurmuş ve bunu hayatı boyunca sürdürmüştür.<br />Onun eserlerinde derin bir bilgi veya eserlerin kalıcılığını sağlayacak bir sanat üstünlüğünü aramak boşunadır. Yazdıklarının yaşamasını değilse bile Türkiye’de, okuyan bir halk zümresinin oluşmasını sağlayan Mithat Efendi, görevini yerine getirmiştir.<br />Teknik açıdan kusurlu eserlerin okuyucu bulması, onları yazarken yazarın kullandığı, halka hoş gelen sade bir dilin, halkta merak uyandıracak unsurlarla birleşmiş olmasındandır. Yer yer bir ev dili, mahalle dili ve bu dillere ait halk deyimleri, eserlerine ayrı bir tat verir.<br />Tarih, coğrafya, felsefe, biyoloji, fizik gibi birçok dilde eser veren yazarın en çok sevdiği tür, hikaye ve romandır. Bu alanda onun 82 eseri vardır.<br />Letaif-i Rivayat adlı 24 kitaplık bir hikaye dizisi vardır. Bunların kimileri Batı’daki eserlerden adapte edilmiştir. Bu eserlerde abartılı bir Romantizm görülür. Olması mümkün gözükmeyen olayların hikaye edildiği bu eserler sürükleyiciliği yönüyle kendini okutmuştur. En ünlü romanları, Hasan Mellah, Hüseyin Fellah, Dünyaya İkinci Geliş, Felatun Bey’le Rakım Efendi, Dürdane Hanım v.s. ’dir.<br />Ahmet Mithat Efendi bazı tiyatro denemeleri de yapmışsa da bu alanda pek başarılı olamamıştır.<br /><br />Nabizade NAZIM<br />Tanzimat edebiyatının Servet-i Fünun’a döneceği dönemde yetişen ve arada bir yeni anlayışla şiirler de söyleyen Nabizade Nazım, bu geçiş dönemi yazarları içinde realist hikaye yazmaya özen gösteren bir romancıdır.<br />Edebiyatımızda ilk köy ve köylü gerçeklerini anlatan Karabibik adlı eseri vardır. Romandan çok uzun hikaye özelliği gösteren bu eserin diğer bir önemi, yazarın, hikayenin önsözünde de belirttiği gibi Emile Zola, Alphonse Daudet gibi yazmaya özenmesidir. Ayrıca yazar köylüleri, seçtiği çevrenin diliyle konuşturmuştur.<br />Yazarın ikinci önemli eseri Zehra adlı romanıdır. Romanda psikolojik tahlillere özellikle yer verildiği görülür.<br /><br />Ahmet Vefik PAŞA<br />Türk tiyatrosunun oluşmasında çok büyük katkıları olan yazar, özellikle Moliere’den yaptığı çevirilerle tanınır. Çevirilerinde halk diline, yerli ağızlara yer vermiş ve sahnelenen eserlerin halk tarafından sevilmesini sağlamıştır.<br />Yazarın en önemli hizmetlerinden biri de Bursa’da kendi adıyla tiyatro açarak, tiyatroyu Anadolu’ya yaymasıdır.<br />Moliere’den on altı eser çeviren yazarın Zor Nikah, Zoraki Tabip adlı çevirileri çok sevilmiştir.<br /><br />Şemseddin SAMİ<br />Tanzimat edebiyatının dil alanında önemli eserler veren sanatçısıdır. Özellikle Fransızcadan Türkçeye, Türkçeden Fransızcaya çevirdiği önemli sözlükleri vardır.<br />Birçok dili çok rahat konuşan yazarın dilimize kazandırdığı en önemli eseri ise Kamus-ı Türki adlı sözlüktür.<br />Türk dilinin sadeleşmesi yolunda önemli gayretleri olan yazarın, dilin nasıl sadeleştirilebileceği hakkındaki fikirleri kendinden sonrakilerce örnek alınmıştır.<br />Avrupalı Türkologların çalışmalarıyla yakından ilgilenen yazar Orhun Abideleri’ni ve Kutadgu Bilig’i Türkiye Türkçesine ilk çeviren kişi olmuştur.<br />Bunların dışında teknik olarak çok da başarılı sayılmayan ilk Türk romanı onun, Taaşuk-ı Talat ve Fıtnat adlı eseridir. Yazarın ayrıca tiyatro alanında da eserleri vardır.<br /><br />Şimdi Tanzimat edebiyatının genel özelliklerini maddeler halinde belirleyelim.<br />O güne dek şiire girmeyen eşitlik, özgürlük adalet fikirleri, şiirin temel konusu olmuştur.<br />Şiirde biçim değişikliğine pek gidilmemiş, aruz ölçüsü, nazım şekilleri, beyit nazım birimi kullanılmıştır. Ancak II. dönem Tanzimatçılarda az da olsa değişmeler vardır.<br />Dilde sadeleşme istenmiş ancak yeterince başarılamamıştır.<br />O güne dek edebiyatımızda görülmeyen, roman, hikaye, makale gibi nesir türleri kullanılmıştır.<br />I. dönemde toplum için sanat; II. dönemde sanat için sanat görüşü hakimdir.<br />I. dönemdekiler daha çok Romantizm’in, II. dönemdekiler Realizm’in tesiri altındadır.<br />Tiyatro türü özel bir önem kazanmış, tiyatro bir eğitim yuvası olarak görülmüştür.<br />Tanzimatçıların çoğu devlet adamıdır. Bu yüzden siyasetle sürekli iç içe bulunmuşlardır. Bu da onların edebi özelliklerini etkilemiştir.<br />Batı edebiyatına, özellikle Fransız edebiyatına büyük ilgi gösterilmiş, birçok Fransızca eser Türkçeye çevrilmiştir.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">B - SERVET-İ FÜNUN EDEBİYATI<br /></span>Bu edebiyat Recaizade Mahmut Ekrem’in yol göstermesiyle, Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan gençler tarafından yürütülen bir harekettir. 1895 yılında Tevfik Fikret’in bu derginin yazı işleri müdürlüğüne getirilmesiyle başlar.<br />Bir diğer adı da Edebiyat-ı Cedide olan bu dönemin ana karakteri çağdaş Fransız edebiyatına benzer eserler vermektir. Örnek edindikleri Fransız sanatkarları ise Realist ve Naturalistlerdir. Aynı grubun şiirde yaptığı yenilikler Parnas ve Sembolist şairlerden izler taşır.<br />Servet-i Fünuncular kendilerinden öncekileri Avrupa’yı yeterince takip etmemekle, ilkel ve yetersiz olmakla suçlamışlardır. Divan edebiyatını çoğu kez bilmedikleri için, küçük görüyorlardı.<br />Servet-i Fünuncuların diğer önemli özellikleri ise çok az bir topluluğa seslenebilmeleridir. Gerek dil anlayışları, gerekse sanata bakışları onların bir salon edebiyatı oluşturmalarına neden olmuştur.<br />Bu dönemdeki edebiyat türlerini şu şekilde inceleyebiliriz:<br /><br />ŞİİR<br />Bu dönemin şiir anlayışı Tanzimatçılardan bir hayli farklıdır. Özellikle Parnasizmin etkisiyle şiirde biçim mükemmelliğine büyük değer vermişler, sanat için sanat görüşüyle, şiiri ideolojik bir anlatım yolu olmaktan çıkarmışlardır. İlk kez, Batıdan alınan sone, terzarima gibi nazım biçimlerini kullanmışlardır.<br />Aruzu şiirin vazgeçilmez bir ahenk unsuru olarak görmüşler, çoğu kez bu vezni Divan şairlerinden daha iyi kullanmışlar, onu Türkçeye kolaylıkla uygulamışlardır.<br />Aruzu bir musiki kaynağı olarak gören Servet-i Fünuncular, özellikle serbest müstezat nazım şeklini geliştirmişlerdir.<br />Şiirde kişisel konuların yanında doğa betimlemelerine büyük yer verilmiş, sosyal konulardan uzak durulmuştur.<br /><br />ROMAN VE HİKAYE<br />Servet-i Fünun’un en başarılı olduğu türlerden biri romandır. Batılı romanın kötü bir taklidi olan Tanzimat romanı, bu dönemin romanları yanında sönük kalır.<br />Realizmin etkisi altındaki Servet-i Fünun romanında konular hep İstanbul’da geçer. Bunda, sanatçıların yaşadıkları çevreyi esere yansıtmasının yani eserlerini belli gözlemler sonucunda yazmalarının büyük etkisi vardır. Ancak eserde yabancı sözcük ve tamlamalarla yüklü bir dil kullanmaları, eserlerin geniş halk topluluklarınca okunmasına engel olmuştur.<br />Hikaye alanında da önemli eserler verilmiştir. Anadolu’nun değişik yörelerinin de konu olduğu bu hikayelerde dil daha sadedir.<br /><br />TİYATRO<br />Servet-i Fünuncuların hemen hiç başarılı bir eser vermedikleri tür tiyatrodur. Gerek dil anlayışları, gerek istedikleri sanatın icra edilebileceği bir tiyatro göremeyişleri onları bu dalda eser vermekten uzak tutmuştur.<br />• • •<br />Servet-i Fünunda gelişmiş bir diğer tür ise eleştiridir. Özellikle Hüseyin Cahit siyasi yazılarıyla şimşekleri üzerine çekmiş hatta Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” adlı makalesiyle Servet-i Fünun dergisinin kapanmasına ve Servet-i Fünun edebiyatının bitmesine neden olmuştur.<br />Şimdi Servet-i Fünun sanatçılarını görelim.<br /><br />Tevfik FİKRET<br />Servet-i Fünun döneminin en güçlü şairidir. Parnasizmin etkisiyle yazdığı şiirlerinde kusursuz bir biçim görülür. Şiirlerinde ölçü, şekil, kafiye gibi ses unsurlarıyla oluşturulmuş bir musıki sezilir. İşlediği konuyu sözcüklerinin sesiyle hissettirir gibi yazar. Aruza öylesine hakimdir ki konuşur gibi yazdığı şiirlerinde kusursuz bir ölçü görülür. Şiiri düzyazıya yaklaştırmış, birkaç dize süren cümlelerden oluşan şiirler yazmıştır.<br />Servet-i Funun döneminde yazdığı şiirleri kişisel ve sanatlıdır. Bu dönemden sonraki şiirlerinde ise aşırı toplumcu bir şiir anlayışına dönmüştür.<br />Rübab-ı Şikeste adlı şiir kitabındaki şiirler Servet-i Fünun dergisindeyken yazdığı sanat için sanat görüşlü şiirlerdir. Önceki şiirlerinde Recaizade’nin, Abdülhak Hamit’in tesiri sezilen Fikret’in zamanla kendi üslubunu oluşturduğu görülür.<br />Haluk’un Defteri adlı kitabında ise oğlu Haluk’un kişiliğinde, istediği neslin özelliklerini, onlara verdiği öğütleri anlatmıştır. Buradaki şiirler sanat için sanat prensibinden toplum için sanata doğru yol aldığını gösterir.<br />Şiirleri sosyal de olsa Fikret, biçimdeki özeni, mükemmelliği kaybetmemiştir.<br />Rübabın Cevabı adlı şiir kitabı Fikret’in toplumcu ve vatancı şairliğinin olgun ve güçlü bir örneğidir. Vatanın kötü yöneticiler elinden çektiği sıkıntıları eleştirici bir üslupla anlattığı bu şiirlerde şairin bu durum karşısında umudunu yitirmediği görülür.<br />Şairin hayatının sonlarında yazdığı Şermin adlı şiir kitabı ise, hece ölçüsüyle söylenen şiirlerden oluşur. Bu şiirler çocuklar için söylenmiştir.<br /><br />Cenap ŞEHABETTİN<br />Dönemin diğer büyük şairidir. Aslında doktor olan ve Fransa’ya da tıp ihtisası için giden şair, orada Fransız edebiyatıyla yakından ilgilenmiştir.<br />Şiirlerinde hem Parnasizmin hem Sembolizmin etkisi görülür. Sembolizmin musikisi, sözcüklerin ahengine verdiği değer onda da görülür. Parnasizmin ise doğa betimlemeleri, sözcüklerle tablo çizme sanatı yine onun şiirlerinde hissedilir. Elhan-ı Şita adlı, kış manzaralarını anlattığı şiirinde sözcükler okuyucuda karın yağışını hissettirir.<br />Serbest müstezat tarzını ilk ve en iyi kullanan Cenap’tır. Bazen de sone şeklinde yazdığı şiirlerinde çok cesur mecazlarıyla, eski dil kurallarını, söyleyiş mantığını hiçe sayan, tamamıyla Batılı bir söyleyişle yazmasıyla şiddetli eleştirilere uğramıştır.<br />En sıradan konuları şiir haline getirmek için, Servet-i Fünun diline yeni sözcükler katmış, Arap ve Fars sözlüklerinden yeni sözcükler seçmiş, ayrıca Fransızca sözcükleri de şiirlerinde kullanmıştır. Şiirlerinde geçen “saat-i semenfam”(yasemin renkli saatler) benzetmesi döneminde birçok tartışmalara neden olmuştur.<br />Şiirde güzellikten başka gaye aramadığını, güzel sanatlarda fayda aranmayacağını söyleyen şairin nesir alanında da önemli eserleri vardır. Nesir dili şiir dilinden daha sade olan sanatçı yazılarını nüktelerle, zarif bir dille, zengin bilgisiyle etkili hale getirmiştir.<br />Şiirlerini Evrak-ı Leyal adı altında toplayacağını söylemesine rağmen bunu sağlığında yapamamıştır.<br />Nesir alanındaki eserleri ise, Hac Yolunda, Avrupa Mektupları, Suriye Mektupları adlı seyahat yazıları, Evrak-ı Eyyam adlı değişik yazılardan oluşan eseri vardır. Ayrıca tiyatro denemeleri de yapan şairin bu türde pek başarılı olduğu söylenemez.<br />Cenap ayrıca beğendiği vecizeleri Tiryaki Sözler adı altında kitaplaştırarak bu alanda değerli bir derleme kitabı bırakmıştır.<br /><br />Halit Ziya UŞAKLIGİL<br />Dönemin hikaye ve roman temsilcisidir. Eserleriyle sadece kendi döneminin değil sonraki nesillerin de örnek aldığı yazar, Türk romanına tamamen Batılı bir hava vermiştir. Kompozisyon açısından Türk edebiyatının en başarılı eserlerini veren yazar Batı’daki örneklerinden hiç de aşağı değildir.<br />Halit Ziya’nın dili oldukça ağırdır. Süslü, tamlamalarla dolu bu dilde sözle anlam arasında sıkı bir bağ kurulmuştur. Türk dilinin sadeleştiği dönemde yazar kendi eserlerini sadeleştirmiştir.<br />Halit Ziya’nın, Realist, Natüralist anlayışla yazdığı romanlarında kahramanlarını çevresinden seçtiği sezilir. Hatta bunların bir gözlem sonucunda oluşturulduğu görülür.<br />Hikayelerini romanlarına göre daha sade bir dille yazmıştır. Onları çoğu kez bir okuyuşta bitirilecek biçimde oluşturmuştur. Romanlarının konusunu hep İstanbul’dan seçen yazar, hikayelerinde Anadolu’yu da işlemiştir.<br />Yazarın ilk kitabı Sefile adını taşır. Hizmet gazetesinde yayınlanan bu eser kitap haline getirilmemiştir.<br />Halit Ziya’nın en başarılı romanları Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar Servet-i Fünun’da yayınlanmıştır.<br />Mai ve Siyah adlı romanında Ahmet Cemil adlı kahraman, sanat hayalleriyle yaşar fakat içinde bulunduğu çevrenin, özellikle Babıali’nin kırıcı olayları arasında tüm hayalleri yıkılır. Yazarın romanda Ahmet Cemil’e söylettiği sözler aslında Servet-i Fünun’un edebi anlayışıdır.<br />Sanatçının başyapıtı sayılan Aşk-ı Memnu romanı ise Boğaziçi yalılarındaki hayattan alınmıştır. Eserde alafranga yaşayışa özenen Bihter Hanım’ın kendinden yaşça büyük olan Adnan Bey’le evlenmesi, ancak Adnan Bey’in yeğeni olan Behlül adlı gençle birbirlerine aşık olmaları anlatılır. Züppe bir genç olan Behlül, Bihter Hanım’ı sonunda kandırır; ancak Adnan Bey’in kızı Nihal durumu fark ederek babasına bildirir. Adnan Bey’in durumu öğrendiğini anlayan Bihter kendini öldürür.<br />Eser ruh tahlilleri yönüyle oldukça gerçekçidir. Kahramanlar her yönüyle tanıtılmıştır. Diğerlerine göre daha sade bir dille yazılan Kırık Hayatlar romanında da yine bir aile dramı anlatılır.<br />Halit Ziya’nın büyük hikayeleri ise Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Bu muydu adlarını taşır.<br />Halit Ziya’nın diğer önemli eseri hayatının kırk yılını anlattığı ve adını da Kırk Yıl koyduğu anı eseridir. Bundan sonraki anılarını ise Saray ve Ötesi adlı eserde toplamıştır.<br /><br />Mehmet RAUF<br />Servet-i Fünun’un ikinci büyük romancısıdır. Uzun süre Halit Ziya’nın etkisinde kalan yazarın dili daha sadedir. Tıpkı Halit Ziya gibi mensur şiirler, hikayeler, ruh tahlillerine önem verdiği romanlar yazmıştır. Onun hikaye ve romanlarında kendi hayatından önemli akisler vardır.<br />Yazarın en önemli eseri Eylül’dür. Basit bir aşk olayı etrafında dönen eserde aşkın güzelliği dile getirilir. Suat Hanım Kocası Süreyya’yı çok sever. Ancak kocası tarafından çoğu kez yalnız bırakılan kadınla, kocasının arkadaşı Necip arasında gizli bir aşk sürer gider. Eserin sonunda Suat Hanım ile Necip bir yangında yanarak ölürler.<br />Dil örgüsü bakımından zayıf olan eser, psikolojik tahlillerdeki derinliğiyle ilk psikolojik roman sayılmıştır.<br />Yazarın ayrıca Siyah İnciler adlı mensur şiir kitabı Genç Kız Kalbi, Ferda-yı Garam, Karanfil ve Yasemin adlı romanları vardır.<br />Bunlar dışında Cidal, Pençe, Yağmurdan Doluya adlı tiyatro eserleri de vardır.<br /><br />Şimdi de Servet-i Fünun Edebiyatının özelliklerini maddeler halinde görelim:<br />Şiirde amacın güzellik olduğu, şiirin fikirleri yaymakta bir araç olarak kullanılamayacağı savunulmuştur; yani sanatın sanat için olduğu fikri hakimdir.<br />İlk kez, Batı’dan alınan sone, terzarima gibi nazım şekilleri kullanılmış, ayrıca serbest müstezat şekli geliştirilmiştir.<br />Tanzimatta görülen dilde sadeleşmeye yönelme tamamen terk edilmiş, aksine yeni duygu ve hayalleri karşılamak için Arapça ve Farsçadan yeni sözcükler alınmıştır.<br />Tanzimatçıların halk şiirine gösterdikleri ilgi tamamen unutulmuş, hatta halk şiirinin basitliğiyle alay edilmiştir.<br />Şiirde Parnasizm ve Sembolizm akımlarının tesiriyle, toplumsal konular terk edilmiş, kişisel, hatta çoğu zaman marazi duygular ele alınmıştır.<br />Nesir türlerinde büyük gelişmeler görülmüş, roman ve hikaye Batı tekniği seviyesine çıkarılmıştır.<br />Tiyatro ihmal edilmiş, birkaç deneme eserle geçiştirilmiştir.<br />Romanlarda Realizm akımının etkisi görülür. Romanların konuları hep İstanbul’da geçer, ancak birkaç hikayede Anadolu konu edilmiştir.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">C - FECR-İ ATİ EDEBİYATI</span><br />Servet-i Fünun dergisi 1901 yılında kapatılınca, bu dergi etrafında toplanan şair ve yazarlar artık bir araya gelme imkanına sahip olamamışlardı. Hatta basına uygulanan sansür yüzünden sanatçılar şiirlerini bile rahatça yayınlayamamışlardı.<br />1908 yılına kadar süren, edebiyatın bu fetret devri bu tarihte meşrutiyetin ilan edilmesiyle sona ermiştir. Edebiyat aşığı gençler bir araya gelip edebi bir toplantı gerçekleştirmişlerdir. Bu gençler arasında Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Refik Halit, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi vardı.<br />Fecr-i Ati, gerçekte bir edebi akım ya da edebi topluluk değildir. Bu hareket yukarıda adı geçen edebiyata hevesli gençlerin yaptığı birkaç toplantıyla sınırlı kalmıştır. Ancak gençlerin yetenekli olması, edebiyat dünyasının böyle bir toplantıdan haberdar olmasını sağlamıştır.<br />Fecr-i Ati, edebiyatımızda beyanname yayınlayan ilk topluluktur. Bu beyannamede gençlerin o günün edebiyat dünyasına bakışını, edebi alanda yapmak istediklerini görüyoruz. Bunlara göre kendilerinden öncekiler yeterince Batılı değillerdi. Öncekiler için edebiyat boş vakitleri değerlendiren güzel bir arkadaştı.<br /><br />Fecr-i Aticiler yapmak istediklerini de şöyle maddeleştirdiler:<br />Batıyı günü gününe takip etmek, edebi çalışmalarına Batıdaki gelişmeler ışığında yön vermek.<br />Genç sanatçıların yetişmelerini sağlamak için zengin bir kütüphane kurmak.<br />Batıdaki birçok eseri Türkçeye kazandırmak için dil komisyonu oluşturmak.<br />Edebiyat ve fikir konularında konferanslar vererek halkı eğitmek.<br />Yüksek ideallerle biraraya gelen gençler Fecr-i Ati’yi 1909'da kurdu. Ancak daha ilk ayda 31 Mart olayı yüzünden dağıldı ve bir daha bir araya gelemedi.<br />Fecr-i Aticiler kendilerinin ne kadar Servet-i Fünun’dan farklı olduğunu iddia etseler de onların devamı olmaktan kurtulamamışlardır. Ortaya koydukları ürünlerin Servet-i Fünun’dan hiç farkı yoktur. Grubun dağılmasından sonra Fecr-i Ati’nin anlayışını sadece Ahmet Haşim sürdürmüştür. Belki Haşim de olmasa bu grubun adı pek duyulmazdı. Yakup Kadri, Refik Halit, Hamdullah Suphi daha sonra Milli Edebiyata geçmişlerdir.<br /><br />Ahmet HAŞİM<br />Fecr-i Ati’nin, daha doğrusu Servet-i Fünun’un, anlayışına yakın şiir anlayışını, döneminde Milli Edebiyatın çok revaçta olmasına rağmen hiç değiştirmemiştir. Ne şiir ne dil anlayışında bir sapma vardır. Ancak dilde sadeleşme fikrini, nesirlerinde kullandığı sade dilde görürüz. Hatta bu dil bazen Milli Edebiyatçıların dilinden bile sadedir.<br />Haşim, şiir görüşlerini şu şekilde açıklar: “Şair ne bir hakikat habercisi ne bir belagatlı insan, ne de bir kanun koyucudur. Şairin lisanı nesir gibi anlaşılmak için değil, duyulmak için vücuda getirilmiş, musıki ile söz arasında sözden ziyade musıkiye yakın bir dildir. ... Şiir nesre çevrilemeyen nazımdır. Şiir hikaye değil sessiz bir şarkıdır.”<br />Görüldüğü gibi Haşim, şiirde anlamın değil söyleyişin önemli olduğunu söylemiş ve şiirlerini bir ses güzelliği oluşturmak için yazmıştır.<br />Şiirde serbest müstezatı kullanmış, aruzu ahengin kaynağı görmüş, heceyi hiç kullanmamıştır. Konu olarak ise daha çok sembolist sanatçıların şiirlerinde görülen konuları işlemiştir.<br />Haşim’in şiirleri tam bir sembolist şiir sayılmazsa da söyleyiş olarak, anlatım olarak onu çağrıştırır. En azından Haşim’in şiirinde sembol kullanımı yoktur. Fakat gerçekten kaçış, hayale, akşam vakitlerine, yalnızlığa, bezginliğe sığınış onu Sembolizm’e yaklaştırır.<br />O her şeyi “hayal havuzunun sularında seyretmiş ve onları renkli bir akis olarak” görmüştür. Şiirde musıkiye değer vermesi de onu Sembolizm’e yaklaştırır. Kelimelerde musıki araması, sanatçıyı sözcük seçiminde titizliğe götürür. Beğendiği sözcüklerin yabancı olup olmamasını düşünmeden onları şiirlerde kullandı.<br />Haşim’in, nesneleri değil nesnelerin kendinde bıraktığı izlenimleri anlatması, renklere değer vermesi onu biraz da Empresyonistlere yaklaştırır.<br />Dilinin yabancı sözcük ve tamlamalarla yüklü olması, Haşim’in o güzel şiirlerinin günümüzde anlaşılamamasına neden olmuştur.<br />Haşim’in ilk şiir kitabı Göl Saatleri’dir. Diğer kitap ise Piyale adını taşır.<br />Nesir alanında Haşim gerçekten anlaşılmak için yazar. Dili sade, söyleyişi konuşma havasındadır. Edebiyatımızdaki en güzel seyahatnamelerden birini, Frankfurt Seyahatnamesi’ni ortaya koyan şairin ayrıca, değişik deneme, sohbet ve diğer nesirlerini bir araya getirdiği Gurabahane-i Laklakan, Bize Göre adlı eserleri vardır.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">BU DÖNEMDEKİ BAĞIMSIZ SANATÇILAR<br /></span>Servet-i Fünuncularla aynı çağda yaşamak ve eser vermekle beraber herhangi bir edebi topluluğa girmeyen, kendi düşünceleri doğrultusunda eser veren sanatçılar da vardır. Şimdi bunları inceleyelim.<br /><br />Hüseyin Rahmi GÜRPINAR<br />Ahmet Mithat geleneğini sürdürerek, halkta okuma sevgisini uyandırmak için eser vermiştir. Servet-i Fünuncularla çağdaş olmakla birlikte ne onlarla ne de bir başka toplulukla ilgisi olmamış, kendine özgü bir anlayış sürdürmüştür. Roman ve hikayeci olarak tanınan yazarın hemen bütün romanlarında konu İstanbul’da geçer.<br />Türk toplumunun bütün katmanlarını çoğu zaman gülünç yanlarıyla, hatta abartılı bir şekilde anlatmıştır. Toplumun pek mantıklı olmayan adet ve geleneklerini romanlarına yansıtmış, bunlara kimi zaman alaylı, kimi zaman ibretli, kimi zaman da küçük düşürücü açılardan bakmıştır.<br />Romanları teknik yönden çağdaşlarından, özellikle Halit Ziya’dan oldukça geridir. Romanlarının çoğunu çalakalem yazmış, yazdıkları üzerinde pek düşünmemiştir. Aslında romanlarının çoğunda asıl olay da yoktur. Daha çok karşılıklı konuşmalarla ve özellikle İstanbul’un kenar mahallelerinden seçtiği cahil insanların mahalle ağzı konuşmalarıyla güldürü unsuru sağlamaya çalışmıştır.<br />Romanda olayların akışını kesip kendine göre bilgiler vermesi, açıklamalarda bulunması roman tekniğine uymaz. Yazar bazen önemli edebi tartışmaları, ya da felsefi konuları, eserde geçen cahil insanlara tartıştırır. Bunu, halkı bilgilendirmek için yaptığını söylese de bu, romanın inandırıcılığını zedeler.<br />Romanlarında günlük hayattan oldukça faydalanan yazar, tam bir gözlemcidir. Çevresini, sokağını, insanları ayrıntılı bir gözle incelemiş, bunu eserinde de göstermiştir.<br />İlk romanlarında daha çok Romantizm’in etkisi görülen yazarın asıl temsil ettiği akım Realist-Naturalist akımlardır. Kendisi de makalelerinde bu akımları savunmuştur. Zaten en önemli romanları bu akımların ışığı altında yazılanlardır.<br />Kahramanların konuşmalarında oldukça sade bir dil kullanan yazar, bilgi verdiği yani kendinin konuştuğu yerlerde biraz ağır bir dil kullanmıştır. Eserlerini yazmadan önce mutlaka gözlemlerinden oluşan notlar tuttuğunu söyleyen yazarın Meddah, Ortaoyunu, Karagöz gibi Halk tiyatrosu ürünlerinden yararlandığını söyleyebiliriz.<br />Türk edebiyatının en çok roman veren yazarlarından biri olan sanatçının ilk romanı Şık’tır.<br />Romanda Şatırzade Şöhret Bey adında saf, alafrangalığa özenen birinin hayatı anlatılır. Yolsuz bir kadının ardına düşen bu adam bütün malını mülkünü satar. Perişan bir duruma düşer.<br />Mürebbiye romanında ise yazar, o günlerde moda olan Fransız mürebbiyelerinin eleştirisini yapar. Dehri Bey adlı kahraman Anjel isimli bir mürebbiyeyi çocuklarını eğitmesi için eve alır.<br />Yolsuz biri olan mürebbiye evde dört kişiyi birden yoldan çıkarır ve sonunda Dehri Bey’le yakalanır.<br />Yazar Mürebbiye romanındaki konuyu Metres romanında da işlemiştir.<br />Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç adlı romanda ise o günlerde sözü edilen Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarpabileceği fikri işlenir. Bu haberin İstanbul’un kenar mahallelerinde nasıl yankı uyandırdığı anlatılır.<br />Bunların dışında Gulyabani, Cadı, Şıpsevdi, Hakka Sığındık, İffet, Kesik Baş, Tesadüf gibi romanları da vardır.<br />Yazarın, çoğu günlük hayattan seçilmiş birçok hikayesi vardır. Bunların çoğu Kadınlar Vaizi adıyla bir araya toplanmıştır.<br />Hüseyin Rahmi ayrıca tiyatro alanında da eser vermiştir. Bunlar başarılı eserler değildir.<br /><br />Mehmet Akif ERSOY<br />Dönemindeki sanatçılar arasında İslâmı anlatmayı gaye edinen, halkın İslamdan uzaklaştıkça ne kötü durumlara geldiğini manzum hikayelerle ortaya koyan realist bir şairdir. Yaşadığı dönemde üç fikir vardı: Osmanlıcılık, İslâmcılık, Milliyetçilik.<br />Osmanlıcılık fikrini daha çok Namık Kemal savunmuştur. Ancak Hristiyan azınlığın yavaş yavaş devletten ayrılmaları, bu fikrin yaşayamayacağını göstermişti.<br />İslamcılık fikri ise aynı dini paylaşan Türk, Arap, Fars, Kürt bütün milletleri birbirine bağlayacak sağlam bir bağdı. Ancak İslam, yıllardan beri yozlaştırılmıştı. Eğer üzerindeki küller üfürülürse altından kıpkırmızı kor ortaya çıkacaktı. İşte Akif bu külleri üflemek istemiştir.<br />Bir şair olarak Akif Türk şiir sanatına ilerlemeler kaydetmiştir. Çağdaşı Fikret’le, düşünceleri tamamen karşıt olmasına rağmen biçimsel yönden aralarında müthiş bir benzerlik vardır. Akif’in şiirlerinde de dize bütünlüğü kırılmış, nazım nesre yaklaştırılmış ve şiir birkaç dizeden oluşan cümleler halinde yazılmıştır. Hatta bazen bir dizede karşılıklı konuşma şeklinde birkaç cümle bile kullanılmıştır. Ancak bu, şiirdeki ölçüyü yani aruzu hiç etkilememiş, Akif aruzu Türkçeye mükemmel bir biçimde uygulamıştır.<br />Akif aslında Türk edebiyatında manzum hikaye türüne çığır açtıran bir şairdir. Realist bir biçimde anlattığı olaylar, karşımıza getirdiği canlı tablolar gerçekte yaşanan acı gerçeklerdir.<br />Şiirlerinde oldukça sade bir dil kullanan sanatçı hatta bazen halkın kullandığı argo sözcüklere bile yer vermekten çekinmemiştir.<br />Şiirlerinin çoğu bir sosyal çevreyi aktarır: Örneğin Küfe şiirinde okumayı çok isteyen ancak babası ölünce ailesine bakmak zorunda kalan bir çocuğun dramı anlatılır.<br />Mahalle Kahvesi’nde zamanını kahve köşelerinde pinekleyerek geçiren kişiler eleştirilir.<br />İstibdat şiirinde haksız yere hapse götürülen bir adamın karısının fakirlikten düştüğü durumlar anlatılır.<br />Köse İmam’da şeriatın emrini yanlış anlayarak karısını boşamak isteyen zalim ve cahil bir erkeği anlatır.<br />Seyfi Baba’da eski ve ışıksız İstanbul sokaklarından geçip, hasta ve fakir bir ihtiyarın evine giden şairin gözlemleri anlatılır.<br />Bunlar dışında Akif’in, İslâm’ın şeref tablolarını, hak ve hukuka verdiği değeri gösteren şiirleri de vardır.<br />Akif, şiirlerinde, görmek istediği ideal genci Asım’ın kişiliğinde canlandırmış ve ona nasihat etmiştir. Bu bir bakıma Fikret’in Haluk’unun karşısına çıkarılmış bir genç olarak düşünülebilir.<br />Akif’in şiirinde görülen bir diğer özellik sanatı sanat için değil, halk için yapmasıdır. Bu yönüyle o realist olmaktan çok Naturalistlere yaklaşır. Çünkü gerçeği olduğu gibi, çirkinliğiyle, iğrençliğiyle aktarır. “Önce siz derdi bulun, sonra kolaydır derman.” diyerek naturalistlerin romanda yaptığını, Akif şiirde yapmıştır.<br />Onun şiiri her şeyiyle yerlidir. Batıyı taklit etmek, onlara benzer eser ortaya koymak gibi bir amacı olmamıştır.<br />Şiirlerini Safahat adlı kitapta toplamış, ancak bu kitaba milletine hediye ettiği İstiklal Marşı’nı almamıştır.<br />Mehmet Akif nesir türünde de eser vermiştir. Hatıralar adlı eserinde Berlin’de ve Mısır’da geçirdiği günlerle ilgili notları vardır.<br /><br />Yahya Kemal BEYATLI<br />Yahya Kemal, modern şiir dilinin yolunu açanların başında gelir. Şiirimize Batılı anlayışla ilk çekidüzen veren odur. Günlük yaşantının dışına çıkar, tarihimizin kahramanlıklarına, duygunun sonsuzluklarına uzanır. Divan şiirimizle yeni şiir arasındaki köprüyü tek başına kurar. Tanzimattan beri yıkılmaya hatta unutturulmaya çalışılan Divan şiiri, onunla yeniden keşfedilir. Gazel, Rübai, Şarkı onunla yeniden canlanır. Türk aruzuna son ve en güzel şeklini veren Yahya Kemal’dir.<br />Şiirde söyleyişe büyük değer veren ve asıl olanın anlam değil anlatım olduğunu savunan Yahya Kemal şiiri sessiz bir musıkiye benzetir. Şiirde biçim mükemmelliğine büyük değer verir. Kelimeler üzerinde titizlikle durur. Söylemek istediğini anlatacak sözcüğü buluncaya kadar uğraşır; yakın anlamlarıyla yetinmez.<br />Tanzimatçıları nutukçu olmakla, Servet-i Fünuncuları ise bireysel bir taklitçilikle suçlayan Yahya Kemal, şiirde iki unsurun önemli olduğunu vurgulamıştır. Bunlardan biri İstanbul Türkçesinin kullanılması, diğeri ise şiirde ritm sağlanmasıdır.<br />Yahya Kemal, Batı’yı olduğu gibi taklit etmeye karşı çıkmış, Batı’nın bilinmesi gerektiğini ancak öğrenilenleri milletimizin, dilimizin özelliklerini göz önüne alarak uygulamak gerektiğini savunmuştur.<br />Yahya Kemal, İstanbul’u dünyanın en güzel şehri, Boğaz’ı İstanbul’un en güzel yeri sayar. Bu güzelliği vücuda getiren birinci unsur şaire göre güneş, diğeri deniz dir. Üçüncü neden de Yahya Kemal’in musıkimize olan bağlılığı ve derin hayranlığıdır. O musıkimizi Türk mimarisi ile birlikte, milletimizin meydana getirmiş olduğu en övünülecek şeylerden biri sayar.<br />Yahya Kemal Parnasizm akımının şiirde biçim kusursuzluğuna verdiği değerden etkilenmiştir. Ancak onu parnasyen saymak, kendinin de kabul etmediği bir özelliktir. Belki etkilenmiş demekle yetinilmelidir.<br />Şiirlerinde Divan Edebiyatı’nın gül, bülbül, aşk, şarap mazmunlarını kullanmış, ancak şiiri günümüz Türkçesiyle yazmıştır. Nedim’den sonra ikinci İstanbul aşığı ve şarkı ustası sayılmıştır. Sağlığında herhangi bir şiir kitabı yayınlamamış, şiirleri dilden dile yayılmıştır.<br />Ölümünden sonra kurulan Yahya Kemal Beyatlı Enstitüsü, dördü şiir kitabı olmak üzere 13 eserini yayınlamıştır. Bunlar Kendi Gök Kubbemiz, Rübailer, Eski Şiirin Rüzgarıyla, Bitmemiş Şiirler...<br />En az şiirleri kadar önemli nesir yazıları da vardır. Bunların büyük kısmı fikir yazıları, sohbetler, anılardır. Bunlardan en önemlileri Aziz İstanbul, Eğil Dağlar, Siyasi ve Edebi Hatıralar’dır.<br /><br />Ahmet RASİM<br />Türk basınının en sürekli yazan gazetecilerindendir. Yazılarındaki güç, her sınıf halkın yaşayışını, inançlarını, gelenek ve göreneklerini çok iyi bilip, tasvir ettiği kişileri, şiveleri, argoları, kılık kıyafet ve tüm incelikleriyle yansıtmasındandır. İstanbul folklörüne ait bilgisi çok geniş, dış gözlemi çok güçlüdür. İstanbul’u anlatır, İstanbul’u yaşar.<br />Onun yazılarında tüm İstanbul, mesireleri, kahveleri, çarşıları, semtleri, patlıcan kızartırken ahşap evini tutuşturup koca bir yangına sebep olan kocakarıdan tutun da Yahudiye, seyyar satıcıya kadar binlerce İstanbullu olanca canlılığı ile yaşar.<br />Ahmet Mithat Efendi ile başlayıp Hüseyin Rahmi ile yürüyen halkçı edebiyat anlayışına Ahmet Rasim bir gazeteci, bir halk yazarı olarak katılır. En çok makale, fıkra, gezi, anı türünde eserler vermiştir. Bunun yanında hikaye ve roman türünde eserleri de vardır.<br />İlk Sevgi, Mektep Arkadaşım, Askeroğlu, Hamamcı Ülfet gibi hikaye ve romanlarından başka Falaka isimli çocukluk hatıraları kitabı Osmanlı Tarihi adlı ders kitabı, Gülüp Ağladıklarım, Muharrir Bu Ya, Şehir Mektupları adlı değişik türde eserleri vardır.<br /><br />Rıza Tevfik BÖLÜKBAŞI<br />Türk edebiyatında genç nesillerin Doğu edebiyatı, Batı edebiyatı taraftarı olarak ikiye bölündüğü bir sırada yetişmiştir. Daha çok Batı edebiyatına sempati duyarak Servet-i Fünuncularla çok yakın dostluklar kurmasına rağmen hiçbir tarafa katılmamış, yalnız kendi zevk ve karakterinin yolundan yürümüştür. Gelibolu’da oturduğu için İstanbul’daki edebi hareketlerden tamamen habersiz bulunuyordu. Bunun için onun şiirdeki ilk rehberleri, bu taşra şehrinde sık sık karşılaştığı saz ve tekke şairleri oldu.<br />Saz ve Tekke şairlerinin etkileri, o İstanbul’a geldikten sonra bile devam etti. Bu etki daha çok nazım şekli, vezin ve üsluba ait olarak göze çarpar. Bu anlayıştaki şairin tartışmalarda elbette heceyi ve halk dilini savunması doğaldır.<br />Şiirlerinin konusu daha çok aşk, tabiat, nostalji, çocukluk hatıralarıdır. Bu şiirlerdeki başarıyı sağlayan en önemli nokta duyguların ifadesindeki samimiyettir. Buna konuşma dil ve üslubuna gösterdiği özeni de eklemek gerekir. Yunusvari söyleyiş şiirlerinin dilde kolay kalmasını sağlamıştır.Çok geniş bir ansiklopedik bilgiye sahip olduğundan “Feylesof” ünvanını alan şairin Serab-ı Ömrüm adlı şiir kitabı vardır.<br /></p><p><br /><span style="color:#33ff33;">D - MİLLİ EDEBİYAT</span> </p><p><br />Türk edebiyatında Türk milliyetçiliği düşüncesi Tanzimat döneminde başlamıştır. Bu dönemde özellikle Şemseddin Sami şiirin sadeleşmesiyle ilgili yazılar yazıyor, Orhun Abideleri’ni, Kutadgu Bilig’i Türkiye Türkçesine çevirerek ilgiyi Ortaasya’ya çekiyordu.<br />Ayrıca Ahmet Vefik Paşa makaleleriyle Türklük düşüncesini yaymaya çalışıyordu. Ancak bu kişisel çabalar aydınlar arasında tam bir birlik sağlamaktan uzaktı. Özellikle kalemi güçlü şairlerin, Fikret’in, Cenap’ın, Abdülhak Hamit’in, sanat için sanat görüşüne takılmaları, bu çalışmaların yeterince güçlenememesine neden oluyordu. Oysa 1908'li yıllara gelindiğinde ortada artık bu güçlü sanatçıların adı duyulmuyurdu. Özellikle o yıllarda Balkan Savaşları’nın ya da azınlık isyanlarının çok olması halkta büyük tepki uyandırmış, Arapların isyanıyla İslamcılık görüşü de geçersizleşmiş ve milliyetçilik akımı büyük bir güç kazanmıştır. Böyle bir ortamda sanatçıların kişisel düşünceyle yaptıkları sanat da elbette pek rağbet görmemiştir. Hatta sanat değeri olmayan, kuru şiirler, sırf milletin hissiyatına seslendiğinden büyük rağbet görmüştür.<br />İşte böyle bir ortamda Fecr-i Aticilerin kişisel sanat anlayışları yeterince güçlenememiş ve topluluk dağılmıştır. Bu sırada İstanbul’dan uzakta, Selanik’te yayın yapan Genç Kalemler Dergisi, Yeni Lisan adlı makaleler dizisiyle dilin nasıl sadeleşeceği konusunda yollar ortaya koyuyor, bu görüşün savunucuları sade dille güzel eserler yazıyorlardı. Yeni Lisan makalelerinde ileri sürülen görüşleri şu şekilde maddeleştirebiliriz:<br />Arapça, Farsça tamlamalar ve gramer kuralları asla kullanılmayacak, bunların yerleşmiş olanları kalabilecekti.<br />Halk dilinde yerleşmiş bulunan Arapça, Farsça sözcükler kullanılacak, bu dillerden yeni sözcükler alınmayacaktır.<br />Arapça, Farsça sözcükler halkın telaffuz şekline göre yazılacak asılları dikkate alınmayacaktır.<br />Yazı dilinde milli söz dizimi hakim olacaktır.<br />Konuşma ve yazı dili, Türkçenin en olgun, en güzel şekli olan İstanbul Türkçesi olacaktır.<br />İlk defa, Ömer Seyfettin ile Ali Canip’in birlikte çıkardıkları Genç Kalemler dergisine daha sonra Ziya Gökalp de katılmış, her geçen gün artan savunucusuyla yeni ve güçlü bir Milli Edebiyat ekolü oluşmuştur. Fecr-i Aticiler bir ara dilde sadeleşmeye karşı çıktılarsa da özellikle Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi, Yakup Kadri gibi güçlü kalemlerin Milli Edebiyat saflarına geçmeleri, Fecr-i Ati’yi bitirmiş geride sadece Haşim kalmıştır.<br />Milli edebiyat özellikle dil konusu üzerinde durmuştur. Yoksa sanatçıların kişisel görüşleri birbirinden oldukça farklıdır. Kimi sade bir dille kişisel konular üzerinde şiirler söylerken (Beş Hececiler), kimi vatan, millet, Anadolu kavramları üzerinde durmuştur. Belki de bu serbestlik Milli Edebiyat’ın sürekliliğinin en büyük sebebidir.<br /></p><p><span style="color:#33ff33;">MİLLİ EDEBİYAT SANATÇILARI</span><br /><br />Ömer SEYFETTİN<br />Genç Kalemler dergisindeki yazılarıyla Milli Edebiyatın kurulmasında büyük rol oynayan sanatçı, aynı zamanda realist Türk hikayeciliğinin yerleşmesinde de büyük bir etkiye sahiptir. Edebiyatımızda hikayeciliği meslek edinen ilk sanatçı diyebiliriz Seyfettin için.<br />Onun Türk edebiyatında “edebiyatsız edebiyat yapmak” amacıyla çalışması, edebiyatı gereksiz söz, şekil ve mecazlarla yüklemeden parlak cümleler kullanmadan yapması o gün için çok yeni bir üsluptur.<br />Seyfettin, hikayelerinde çok değişik konular işlemiştir. Onda sosyal hayatta görülen gülünç huyların eleştirisini yaparak, toplumu iğnelemekten hoşlanan eleştirici bir huy vardır. Hikayelerinin başarılı olanları ise milli duyguları canlandırıcı tarihi hikayelerdir. Ayrıca çocukluk anılarından, Balkanlardaki Türklerin durumundan bahsettiği hikayeleri de vardır.<br />Hikayelerini beklenmeyen sonuçlarla bitirerek okuyucuda iz bırakmak ister. Fikirlerini olaylar arasına dağıtarak kuru didaktizm’den kurtulur.<br />Hikayelerinde kullandığı sade dil, onların her kesimde okunabilmesini sağlamış, gençlerin milli duygularını canlandırmak gayesine yazar böylece ulaşabilmiştir.<br />Seyfettin, Türk milliyetçiliğini savunur ancak bu milliyetçilik kan ve ırk birliği değil ideal birliğidir. Hikayelerinde halk fıkralarına, halkın arifçe sezgilerine büyük bir sevgi duyar.<br />Ömer Seyfettin, hikayelerinin başına bir atasözü koyarak konuyu bir anafikir etrafında toplamaya çalışır.<br />Başını Vermeyen Şehit hikayesinde Peçevi tarihinden alınan bir olay işlenmiştir. Bu hikayenin başında adı geçen tarihten manzum parçalar vardır. Yazar bu hikayede kahramanlık duygusunu işler.<br />Kızılelma Neresi hikayesinde Kanuni’nin gitmek istediği bir yer anlatılır; ancak bunun neresi olduğu belirtilmez. Burada Kızılelma Türk idealinin sembolüdür.<br />Kütük hikayesinde kaleyi fetheden Aslan Bey’in askeri zekası üzerinde durulur.<br />Teke Tek hikayesinde Türklerin fethettiği ülkelerde gösterdiği adalet ve hoşgörü anlatılır. Bu hoşgörüye karşın oraların halkının gösterdiği nankörlük üzerinde durulur.<br />Pembe İncili Kaftan hikayesinde gururlu Safevi hükümdarına elçi giden Muhiddin Çelebi’nin cesareti, gururu, millet sevgisi üzerine yaptığı fedakarlık anlatılır.<br />Bomba hikayesinde Bulgar askerlerinin kendi halkına dahi ne derece zulüm yaptığı anlatılır.<br />Falaka hikayesinde öğrencilik günlerinde karşılaştığı bir olay üzerinde durur.<br />Kaşağı çocukluk döneminde çok etkilendiği bir olayın anlatıldığı hikayedir.<br />Bunlar dışında daha birçok hikayesi olan yazarın şiirleri de vardır. Hatta edebiyat hayatına şiirle başlamıştır. İlk şiirlerinde Servet-i Fünunculardan etkilenerek aruzu kullanmış daha sonra ise heceyle hatta koşma yazmaya kadar gitmiştir. Milli Türk destanlarını manzum olarak yazma çabasında bulunan sanatçı, şairlikte, hikayecilikte olduğu kadar başarılı değildir.<br /><br />Ali Canip YÖNTEM<br />Yazar, Türk dilinin sadeleşmesi konusunda Ömer Seyfettin’le Ziya Gökalp’le birlikte büyük bir idealla çalışmıştır. Lirik şiirleriyle tanınan sanatçı önce Servet-i Fünun şairleri tarzında yazmış, sonra aruzla ve sade dille şiir yazmaya yönelmiş, sonra hececi şairlerin arasına katılmıştır.<br />Önceleri Divan şiiri ve Servet-i Fünun şiiri tarzında şiirler yazmasına rağmen, daha sonra dilde sadeleşme fikrini kabul edince yine aruzla ancak sade dille şiirler yazmıştır. Bu tarz şiirlerini Geçtiğim Yol adıyla kitaplaştırmıştır. Çoğu aşk ve tabiat şiirleri olan bu ürünler devrin birçok şairinden üstündür.<br />Şair heceye geçmiş ancak halk şiiri nazım biçimlerini kullanmamış, yeni biçimlerle, bazen de Terzarima tarzında yazmıştır.<br />Sanatçı sonraları şairliği de bırakmış makaleler ve inceleme, araştırma yazıları yazmıştır. Çoğu makalesinde Türkçülüğü ve Türk dilini savunmuştur.<br />Milli Edebiyat Meseleleri ve Cenap Bey’le Münakaşalarım, Edebiyat (ders kitabı), Epope, Naima Tarihi, Leyla ile Mecnun, Türk Edebiyatı Antolojisi, Ömer Seyfettin ve Hayatı yayımladığı eserlerdendir.<br /><br />Ziya GÖKALP<br />Türk edebiyatında sanatçılığından çok fikir adamlığı yönüyle yer etmiştir. Türkçülük fikrini felsefi yönleriyle ele alan ve sağlam temellere oturtan Gökalp, bu yönüyle çoğu devlet adamının fikir babalığını yapmıştır. Hatta yeni kurulan Türk devletinde yapılan birçok değişikliğin Ziya Gökalp’in fikirlerinden esintiler taşıdığını söyleyebiliriz.<br />Onu edebiyatımızda bir şair olarak karşılamak için ciddi bir neden yoktur. O zaten “şiir için değil şuur için” çalıştığını söyler. Onun en olgun fikirleri mısralaştırması, halk hafızasında kalıplaşmış bazı sözlerin kalmasını sağlamak içindir.<br />Gökalp, Türkçülüğü, Turancılık olarak algılamış ve anlatmıştır. Ona göre amaç bütün Türklerin bir çatı altında toplanmasıdır. “Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” derken bu amacını ortaya koyar.<br />Gökalp, o dönemlerde Yeni Lisan makaleleriyle dil hakkındaki görüşlerin anlatıldığı Genç Kalemler dergisine yakınlık duymuş ve kısa zamanda o derginin yazar kadrosuna katılmıştır. Burada yayınladığı Türkçülük ve Türk dili ile ilgili makale ve şiirleri büyük rağbet görmüştür.<br />Şiirlerinde hece ölçüsüne değer vermiştir. Bütün sanat faaliyetlerinin halka doğru gitmesini, halkın sesinin sanatla duyurulmasını amaçlamıştır. Hemen bütün eserlerinde kullandığı dil sade, konuşma dili kadar samimi ve doğaldır.<br />Gökalp’in manzum masal ve şiirleri üç ayrı kitapta toplanmıştır. Bunlar, Kızıl Elma, Yeni Hayat, Altın Işık adlarını taşır.<br />Nesir türünde ise Türk Töresi, Türkçülüğün Esasları, Türkleşmek–İslamlaşmak Muasırlaşmak, Malta Mektupları adlarında eserleri vardır.<br /><br />Mehmet Emin YURDAKUL<br />Türk edebiyatında açık bir Tükçülüğü ilk defa bir sanat ideali haline getiren Türk şairi Mehmet Emin’dir. Yeni Türk şiirinde sade ve doğal halk dili kullanmayı ülkü edinen şair,<br />Hece ölçüsünü, eski Türk ölçüsü olduğu için tutucu bir ısrarla aruza tercih etmiştir. Türk edebiyatında yeni bir hece ölçüsü cereyanının başlamasına bu yönüyle önderlik etmiş sayılır.<br />Aslında şiirleri tüm ölçü ve uyağa rağmen başarılı sayılamaz. Gayet kuru hatta tekdüze bir söyleyişi vardır. Bu yönüyle edebiyatta yeri olmasa bile edebiyat tarihinde yeri vardır denebilir.<br />Mehmet Emin’in en büyük kusuru halk dilini ve halk ölçüsünü kullandığı halde, geleneksel Türk Halk şiirinin sesini kavramamış olmasıdır. Çünkü onun şiirlerinde ölçü, ahenk sağlayıcı bir unsur olmaktan çok, parmak hesabı denecek kadar basittir. Yoksa koşma, semai gibi halk şiirlerindeki ahengi onda bulamayız.<br />Ses bakımından başarılı olamasa bile söylediği fikirler ve heyecanlar bakımından birçok ses şairinden üstündür. Sanatı; ülküsünü, fikirlerini anlatmakta bir araç olarak kullanmış, her şeyi vatanın yükselmesi uğrunda kullanabileceğini söylemiştir.<br />Mehmet Emin, Arapça, Farsça kelime ve tamlamalara hiç itibar etmemiş, Genç Kalemler’in dil hakkındaki görüşlerini açıklamasından çok önce, böyle bir dili kullanmıştır.<br />Şair, Türk halkının, hakkını ve özgürlüğünü almak için savaştığını, Türk aydınlarının ruhunda Türkçülük aşkının önüne geçilmez bir iman haline geldiğini de görmüştür. Türk şiirinin genç nesilleri onun söyleyişini beğenmiyor; onun söyleyişine özenmiyor; fakat onun söylediklerini daha milli ve daha musıkili bir söyleyişle birleştirerek heyecanla söylüyordu.<br />Şiir ve nesir türlerinde eser veren yazarın Türk Sazı, Ey Türk Uyan, Tan Sesleri, Dicle Önünde, Turana Doğru, Ordunun Destanı, Zafer Yolunda adlı şiir kitapları vardır.<br /><br />Ahmet Hikmet MÜFTÜOĞLU<br />Küçük yaşlarda edebi çalışmalara başlayan sanatçının ilk edebi çalışmaları Servet-i Fünuncularla olmuş ve devrin süslü, külfetli dil modası ilk zamanlarda en çok Ahmet Hikmet’i etkilemiştir. Hatta sanatçı, kulağına hoş gelen Arapça, Farsça sözcükleri, küçük bir deftere yazıyor, sonra fikir için kelime arayacağı yerde, yazı yazarken, bu seçtiği kelimeleri kullanmak için fikir ve fırsat arıyordu. Ancak bu durum uzun sürmedi. Sade dile yönelme Ahmet Hikmet’te hızlı oldu ve Türkçü düşünce tüm sanat anlayışını değiştirdi. “Yeğenim” adlı monoloğunda Batı özentisi içindekileri alaycı bir üslupla eleştirdi.<br />Sanatçının edebi ününü sağlayan ilk önemli eseri “Haristan ve Gülistan”dır. Eserin içindeki en önemli parça esere adını veren masaldır. Bu eser Batı tarzında yazılan ilk masal sayılır. Hikmet bu eserinde Doğu’nun masal zevki ve masal geleneği ile Batı’nın tekniğini ve Servet-i Fünunun renkli, süslü üslubunu birleştirmiştir.<br />Yazarın milli kültürü önplana alarak yazdığı diğer önemli hikaye kitabı “Çağlayanlar”adını taşır. Eser Türkçülük hareketlerinin, milli kültür ve milli heyacanla yoğrulmuş, zengin verimlerinden biridir. Eserde, Türk milletinin milli ve fikri asaletini betimleyen Üzümcü hikayesi; uygurların Göç destanından alınan bir konuyu ele aldığı Altın Ordu; baştan başa öztürkçe kelimeler kullanıldığı halde akıcılığından dolayı yadırganmayan Yakarış adlı düzyazı şeklindeki münacatı önemlidir.<br /><br />Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU<br />Edebi hayatına Fecr-i Ati topluluğunda başlayan, o dönemin modası olan süslü mensur şiirler yazan yazarın gerçek başarısı roman alanındadır.<br />Sanatçının ilk ve en güzel romanı “Kiralık Konak” tır. Bu romanda Tanzimat döneminde görülen nesiller arası çatışma konu edilir. Daha sonraki romanlarını da göz önüne aldığımızda yazarın Tanzimat’la Cumhuriyet’in ilk yılları arasındaki dönemi tarihi bir sıra içinde anlattığını söyleyebiliriz. Şimdi romanları kısa özetleriyle aktaralım:<br />Kiralık Konak, ayrı ayrı devirleri temsil eden Naim Efendi ile torunu Seniha arasındaki çatışma üzerine kurulmuştur. Naim Efendi, geleneği; Seniha, Avrupai tarz yaşayışı ifade eder.<br />Nur Baba romanında tekkelerin içten içe bozuluşu anlatılır. Roman, bir konakta yaşayan Nigar Hanım’ın hayatıyla, tekke arasındaki karşıtlıklar üzerine kuruludur.<br />Hüküm Gecesi romanında Osmanlı’nın bozulan siyasi durumu Ahmet Kerim’in çevresinde gözler önüne serilir. Bu kahraman adeta Yakup Kadri’nin sözcüsüdür.<br />Sodom ve Gomore, adeta Hüküm Gecesi’nin devamıdır. Burada Ahmet Kerim, İstanbul’u, ahlaksızlıklarından dolayı yerle bir edilen Sodom ve Gomore şehirlerine benzetir. Böylece yeni bir romanın temelini atar. Asıl roman ise Kaptan Jackson ile Leyla ve Necdet arasında geçer. Burada Jackson işgalci güçlerin, Leyla onlar gibi yaşamaya çalışan tiplerin, Necdet milli benliği savunan gençlerin temsilcileridir.<br />Yaban romanı, Ahmet Celal’in hatıra defteri olarak düzenlenmiştir. Eser boyunca bu kişinin gözlem ve değerlendirmeleri anlatılır. Anadolu insanının içinde yaşadığı zorluklar, köylülerin pislik ve ahlaksızlık içindeki halleri dile getirilir.<br />Yazarın Cumhuriyet dönemini anlattığı Bir Sürgün, Ankara, Panorama romanları tarihi zincirin son halkalarını oluşturur.<br />Son romanı Hep O Şarkı’nın konusu ise aşk’tır. Diğer romanlarının kronolojik sırasına pek uymayan bu eser Münire ile Cemil’in aşkları üzerine kuruludur.<br />Yakup Kadri realist bir roman yazarıdır. Anlatımında Servet-i Fünun nesrinden gelme üslupçuluğu sürer; ancak dili sadedir. Süslü, ağdalı dille yazdığı mensur şiirlerini ise Erenlerin Bağından ve Okun Ucundan adlarıyla kitaplaştırmıştır.<br />Yazarın ayrıca Milli Savaş Hikayeleri adını verdiği hikaye kitabı da bulunmaktadır. Ayrıca elçiliklerdeki günlerini anlattığı anı eseri Zoraki Diplomat; çocukluk anılarını anlattığı Anamın Kitabı ve Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adlı kitapları vardır.<br /><br />Halide Edip ADIVAR<br />Edebiyata Halide Salih imzasıyla yayımladığı hikayelerle giren sanatçı kullandığı sade, yeni bir dille dikkatleri çeker. Romanlarında ilkin aşk temasını işleyen sanatçı daha sonra Türkçülük, milliyetçilik konularına yöneldi.<br />Adıvar, romanlarında canlı, kuvvetli karakterler yaratır. Özellikle kadın kahramanları, idealize edilmiş, erkeklerden üstün gösterilen çarpıcı, etkileyici kişilerdir.<br />Romanlarında olaylar çoğunlukla İstanbul’da, kendi yaşadığı zamanlarda geçer. Milli Mücadele yıllarını anlattığı eserlerinde Anadolu’ya da yer verir.<br />Üslubu pek akıcı değildir. Alışılmışın dışında bir cümle yapısı, tutuk, bazen bozuk bir anlatımı vardır. Dilindeki aykırılığa rağmen düşüncelerindeki sağlamlık dikkati çeker.<br />Halide Edip acemiliklerle dolu ilk eserlerinden başlayıp gittikçe olgunlaşan bir üsluba ulaşır. Romantizmden Realizme kayan anlatışında asıl başarı İstiklal Savaşı yıllarındaki romanlarında görülür.<br />Türk edebiyatında en çok eser veren sanatçılardandır. Yaklaşık 20 romanı, 3 hikayesi, hatıraları, tiyatroları, inceleme eserleri vardır. Önemli eserlerini kısaca tanıtalım.<br />En başarılı romanı, önce İngilizce yazıp, Türkçeye çevirdiği Sinekli Bakkal’dır. Realist özellikler gösteren eserde Rabia adlı kadın kahraman görülür. Mahallede karagöz oynatan ve Kız Tevfik denen birinin kızı olan Rabia eser sonunda, kendisine aşık olup müslüman olan İtalyan Peregrini ile evlenir.<br />Handan romanında ise yazar bir aile dramını anlatır. Bu sırada Batılı yaşayışa özenen Türklerin içine düştükleri durumları da göz önüne serer. Eserin en büyük özelliği karşılıklı mektuplar halinde yazılmış olmasıdır.<br />Yazarın Kurtuluş Savaşı’yla ilgili önemli romanlarından olan Ateşten Gömlek’te yazar aşkla vatan sevgisini birlikte işler. Eserde İzmir’in işgalinden sonraki durumlar anlatılır.<br />Vurun Kahpeye romanında ise Anadolu’ya öğretmen olarak giden bir İstanbullu kızın düşmanla işbirliği yapan kişilerce iftiraya uğratılıp linç edilmesini anlatılır.<br />Yeni Turan, Seviye Talip, Heyula, Kalp Ağrısı, Zeyno’nun Oğlu, Sonsuz Panayır, Döner Ayna, Akile Hanım Sokağı romanlarından birkaçıdır.<br />Yazarın Harap Mabetler, Dağa Çıkan Kurt, Kubbede Kalan Hoş Seda adlı hikaye kitapları da vardır.<br />Mor Salkımlı Ev adlı eserinde çocukluk yıllarıyla ilgili anılarını, Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı eserinde Milli Mücadele yıllarındaki anılarını anlatmıştır.<br />Yazarın ayrıca Kenan Çobanları adlı tiyatrosu, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri adlı inceleme eserleri de vardır.<br /><br />Refik Halit KARAY<br />Türkiye Türkçesinin edebiyat dili haline gelmesinde çok büyük bir yeri olan sanatçı, kullandığı dili, onun en saf ve gerçek kaynağından almış, ana dilimizin en güzel konuşulduğu ev, aile Türkçesini kullanmış, onu kendi sanatkar ruhu ile birleştirip pürüzsüz bir dil haline getirmiştir.<br />Onun ilk şöhreti Kalem adlı mizah dergisinde Kirpi ismiyle yazdığı yazılardır. Oldukça iğneleyici eleştirilerle yüklü bu yazılar, yazarının Anadolu’nun değişik illerine Sinop’a, Çorum’a, Eski Ankara’ya, Bilecik’e sürülmesine neden olmuştur. Buralarda Anadolu’yu ve Anadolu insanını yakından tanıma fırsatını bulan yazar gerçek bir Memleket Hikayeleri yazmıştır.<br />Ankara Hükümeti aleyhine yazdıklarından dolayı Cumhuriyet ilan edilince yurt dışına Hatay’a sürülmüş ve gurbet acısıyla yanan yazar burada eşine az rastlanır bir mükemmellikle Gurbet Hikayeleri’ni yazmıştır.<br />Elbette o sadece hikayeci değildir. İlk roman denemesi olan İstanbul’un İç Yüzü adlı eseri pek başarılı değildir. Hatay’daki sürgün hayatındayken yazdığı “Sürgün” romanı ise oldukça başarılıdır. Bu roman Osmanlı Sultanlarının ve çocuklarıyla birlikte yurt dışına sürülen siyaset kurbanlarının üstün bir roman diliyle örülmüş maceralarıdır. Çete romanı Antakya’nın sarp dağlarında çağlayan bir aşkı anlatır. Eserdeki Kahraman Hatay’ın Türk kalması için mücadele eder.<br />Yezid’in Kızı romanı ise yazarın tabiat tasvirlerine ve portrelere önem verdiği önemli bir aşk romanıdır. Anahtar adlı romanında ise kıskanç bir erkeğin ruh halleri mükemmel bir biçimde anlatılmıştır.<br />Bunlardan başka Refik Halit’in en önemli yazıları hiciv ve mizah türündedir.Başına birçok dert açan bu yazılarını Aydede adlı dergide yayınlamıştır. Bu türdeki yazıları Kirpinin Dedikleri, Deli, Sakın Aldanma - İnanma - Kanma adlarıyla kitaplaştırılmıştır.<br />Yazarın sürgünden döndükten sonra yazdığı Bugünün Saraylısı, Kadınlar Tekkesi, Dört Yapraklı Yonca, Sonuncu Kadeh adlı romanları ve Kanije Müdafaası adlı tiyatro eseri de vardır.<br /><br />Reşat Nuri GÜNTEKİN<br />Edebiyatımızda memleket konusunu işleyen önemli yazarlarımızdandır.<br />Asker çocuğu olduğundan birçok şehirde bulunmuş, Anadolu ve Anadolu insanını yakından tanımıştır. Ayrıca müfettişlik göreviyle Anadolu’nun birçok yerini gezmesi, onun bu bilgisini daha da zenginleştirmiştir. Bu gezileri sırasında yazdığı Anadolu Notları adlı eseri gezi yazısı türünün başarılı bir örneğidir.<br />Yazarın eserlerindeki en kuvvetli sanat çizgisi okuyucunun onun yarattığı tipleri kendine yakın bulmasıdır. Bunda onun ne derece gözlem yeteneğinin olduğu anlaşılır. Eserlerinde Anadolu insanının her türlüsüne yer vermiş, onları gerçek yönleriyle tanıtmıştır.<br />Birkaç roman denemesinden sonra, yazarın gerçek ününü sağlayan, Çalıkuşu romanı olmuştur. İstanbul’da iyi eğitim gören biri olan Feride adlı genç bir kızın bir aşk yarasından dolayı Anadolu’ya öğretmen olmasını ve Anadolu’da geçirdiği zor günleri anlatan bu roman o zamanın gençlerine bir ideal çizmiştir.<br />Reşat Nuri, Yeni Lisan ve Milli edebiyat hareketlerinin en başarılı kalemlerindendir. Konuşma dilini romana oldukça rahat uygulayan yazarın romanlarından bazılarını tanıyalım:<br />Yeşil Gece adlı romanı Çalıkuşu’nun bir benzeridir. Eski eğitim sisteminin ve dini istismar edenlerin eleştirildiği bu eserde Ali Şahin adındaki genç öğretmenin hayatı anlatılır. Eserin en ilginç yönü Cumhuriyetten önce dinci geçinen grubun, bundan sonra çıkarlarına uygun olarak en ilerici geçinenlerden olmalarıdır.<br />Miskinler Tekkesi’nde yazar toplumun acı bir gerçeği olan dilencilik üzerinde durur. Zengin bir ailenin çocuğunun daha sonra fakirleyip dilenci olması; ancak dilenerek bir çocuğu okutması konu edilir.<br />Acımak adlı romanda ise yazar geriye dönüş tekniğini kullanır. Babası Mürşit Bey’in ölümünden sonra onun not defterini bulan Zehra’nın bu defteri okuması eserin özünü oluşturur. Eser, çevrenin, özellikle kadının erkek üzerindeki kötü etkilerini anlatan dramatik bir özellik gösterir.<br />Bunların dışında yazarın Dudaktan Kalbe, Damga, Akşam Güneşi, Bir Kadın Düşmanı, Kızılcık Dalları, Gökyüzü, Eski Hastalık, Değirmen, Kavak Yelleri adlı romanları da vardır.<br />Yazarın ayrıca Tanrı Misafiri, Sönmüş Yıldızlar, Leyla ile Mecnun, Olağan İşler adlı hikaye kitapları; Hançer, Yaprak Dökümü, Eski Şarkı, Balıkesir Muhasebecisi,Tanrıdağı Ziyafeti adlı tiyatro eserleri de vardır. Bunlardan Yaprak Dökümü romandan tiyatroya uyarlanmıştır.<br />Yazarın bunların dışında oldukça çok araştırma, inceleme eserleri de vardır.<br /><br />Hamdullah Suphi TANRIÖVER<br />Türk milliyetçiliğinin yayılmasında önemli görevler üstlenen Türk Ocakları’nda, hayatının büyük kısmını geçiren sanatçı özellikle kudretli hitabet kabiliyetiyle dikkati çeker. O dönemde gençlere büyük moral ve güç veren haykırışlarla dolu konuşmalar yapmış ve bunları “Dağ Yolu” adıyla derlemiştir. Yine milli heyecanla süslenmiş, değişik gazetelerde yayınlanan yazılarını da Güne Bakan adıyla derlemiştir.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">BEŞ HECECİLER<br /></span>Ömer Seyfettin ve Ali Canip’in başlattığı Yeni Lisan ve Milli Edebiyat cereyanı gittikçe güçlenmiş, birçok şair heceyle şiir söyleyerek bu edebiyata destek vermiştir.<br />Servet-i Fünun’dan Celal Sahir’in, Fecr-i Ati’den Fuat Köprülü’nün de katıldığı bu edebiyat, aruzla şiir yazan birçok şairi de etkilemiştir. Onlarca şairin aruzu bırakıp heceye döndüğü, Anadolu’yu şiirine konu ettiği, Halk edebiyatı ürünlerini kullandığı bu dönemde, heceye başarılı bir geçiş yapan Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç, edebiyat tarihçilerince Beş Hececiler olarak anılmışlardır.<br />Adı geçen şairler ve bunlara benzer şiir yazanlar aslında Milli bir edebiyat oluşturmaktan uzaktırlar. Belki Anadolu ve oranın insanlarına sevgi duyuyorlardı fakat, şiirlerinde kişisel konuları işlemekten hatta Milli Edebiyatı sade dil, hece vezni ölçülerine indirmekten ibaret saydıkları söylenebilir. Bunlar ayrıca Milli Edebiyatı Cumhuriyet dönemine bağlayan köprü vazifesi görmüşlerdir.<br /><br />Sanatçılar<br />Faruk Nafiz ÇAMLIBEL<br />Döneminde, yazdığı aşk şiirleriyle gençlerin büyük beğenisini kazanan lirik bir şairdir. Önceleri aruzla yazdığı şiirlerinde dil Fecr-i Ati’nin diline yakındır. Heceye geçince dilinde de sadeleşme görülür. Faruk Nafiz’in ister hece ister aruzla yazdığı şiirlerinde ahengi bulabildiği görülür. Kelimeleri halkın konuşma dilinden almıştır. Bu da şiirlerinin kolay okunur ve zevk alınır olmasında etkilidir.<br />Milli Edebiyata geçtikten sonra halk şiirine ilgi göstermiştir. Onun Anadolu’yu adım adım gezip tanıdığı dönemde yazdığı şiirlerde büyük bir memleket sevgisi görülür. Bu çabasıyla o, dönemindeki diğer hececilerden ayrılır.<br />Asıl ününü şiirleriyle sağlayan şairin, Şarkın Sultanları, Gönülden Gönüle, Dinle Neyden, Çoban Çeşmesi, Suda Halkalar, Bir Ömür Böyle Geçti, Elimle Seçtiklerim, Akarsu, Akıncı Türküleri, Heyecan ve Sükun, Zindan Duvarları, Han Duvarları adlı şiir kitapları vardır.<br />Nesir alanında da eser veren sanatçının Yıldız Yağmuru, Ayşe’nin Doktoru adlı romanları vardır.<br />Faruk Nafiz tiyatrolarında oldukça başarılıdır. Canavar, Özyurt, Kahraman, Yayla Kartalı, Dev Aynası, İlk Gözağrısı önemli tiyatro eserleridir.<br /><br />Enis Behiç KORYÜREK<br />Asıl mesleği doktorluk olan sanatçının ilk şiirleri Servet-i Fünun’un etkisindedir. Ziya Gökalp’in tavsiyesiyle heceyi denemiş ve özellikle kahramanlık şiirlerinde, milli felaketleri anlattığı şiirlerde başarılı olmuştur. Hecenin değişik kalıplarını denemiş ancak pek başarılı olamamıştır. Ayrıca serbest müstezattan etkilenerek serbest heceyi denemiştir.<br />Şairin Türk denizcilik tarihinden aldığı motiflerle süslediği Gemiciler şiiri döneminde çok beğenilmiştir. Şiirlerini Miras ve Güneşin Ölümü adlarıyla kitaplaştırmıştır.<br /><br />Halit Fahri OZANSOY<br />Şiir, tiyatro, roman, edebi inceleme gibi türlerde eser veren sanatçı aruzla yazdığı Baykuş adlı şiirle adını duyurmuştur. Şiirlerinde bazen içli, duygulu, bazen coşkulu söyleyişler görülür. Yine aruzla yazdığı Cenk Duyguları adlı şiir dergisinde topladığı şiirlerle beraber heceye geçiş yapmış, ancak aruzdan ayrılması zor olmuştur. Hatta Aruza Veda adlı şiirinde bu ölçüyü terk etmeyi pek istemediğini de söylemiştir.<br />Şairin Gülistan ve Harabeler, Bulutlara Yakın, Balkonda Saatler, Paravan gibi şiir kitapları; Sönen Kandiller adlı heceyle yazılmış bir piyesi, Nedim adlı manzum tiyatro eseri vardır.<br />Olgunluk döneminde yazdığı Hep Onun İçin, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, Hayalet, Bir Dolaptır Dönüyor adlı tiyatroları, Aşıklar Yolunun Yolcuları adlı romanı ve Edebiyatçılar Geçiyor, Eski İstanbul Ramazanları adlı anı türünde eserleri vardır.<br /><br />Orhan Seyfi ORHON<br />Türk diline büyük hizmeti olan şair, uydurma Türkçeye başvurmadan gayet akıcı, uçarı bir dil kurmayı başarmıştır. Edebiyatla ilgisi gazetecilik yönüyle olmuş, ilk olarak Hıyaban isimli dergiyi çıkarmış, daha sonra değişik gazetelerde yazılar yazmıştır.<br />İlk şiirlerini aruzla yazan şair, heceye geçtiği dönemde bile aruzu tamamen bırakmamıştır. Heceyle yazdığı şiirlerde de oldukça başarılıdır. İlk ününü Fırtına ve Kar adıyla yazdığı serbest müstezat tarzı şiirle kazanmıştır. Heceye geçtiğinde yazdığı Peri Kızı ile Çoban Hikayesi ise hecenin ve Türkçenin güzel bir örneğidir. Şair burada heceyi kullanmakla beraber çoğu dizeyi aruzun heceye uyan kalıplarıyla söylemiştir. Bu Hikaye güzel bir masaldır. Bu masalda şair Oğuz Han, Turan gibi isimleri kullanmış, eski Türk tarihine dikkatleri çekmiştir.<br />Şairin ayrıca maniye benzeterek yazdığı güzel, akıcı dörtlükleri vardır. O, bir taraftan hece ile aruzu kaynaştırmaya çalışmış, bir yandan da hece ile gazeller yazarak türleri kaynaştırmayı amaçlamıştır.<br />Sanatçının diğer önemli yönünü mizah yazarlığı oluşturur. Akbaba dergisinde yazdığı fıkralar, hicivler, döneminde ilgi görmüştür.<br />Şairin Gönülden Sesler, İşte Sevdiğim Dünya adlı şiir kitapları, Fiskeler isimli nesir eseri, Dün - Bugün - Yarın adlı makalelerini topladığı eser, Düğün Gecesi adlı mizah ve hiciv eserleri vardır.<br /><br />Yusuf Ziya ORTAÇ<br />Aruzla yazdığı şiirlerde pek yüksek bir başarı kazanamamış olan şairin heceyle gerçekten güzel şiirler yazdığı söylenebilir.<br />Şair büyük ölçüde Faruk Nafiz’in etkisi altındadır. Birçok şiirinde onun kullandığı benzetmelere yer vermiştir. Lirik şiirleri yanında Akından Akına, Cenk Ufukları adlı epik şiir kitapları vardır.<br />Lale Devri’ne ait bir tarihi olayı anlattığı Binnaz adlı piyesi de ilgi görmüştür. Bu eser heceyle yazılmıştır.<br />Yazar manzum mizahi hikayelerini Nikahta Keramet adıyla yayınlamıştır. Kürkçü Dükkanı, Şeker Osman adlı hikayeleri, Gök, Üç Katlı Ev adlı romanları vardır.<br />Yazarın en önemli özelliklerinden biri de sosyal hayatın gülünç taraflarını görüp, karikatürize etmesidir. Bu amaçla yazdığı birçok fıkrası vardır.<br /></p><p><br /><span style="color:#33ff33;">E - CUMHURİYET DÖNEMİ EDEBİYATI</span> </p><p>Aslında bu dönemi Milli Edebiyat’tan kesin hatlarla ayırmamız mümkün değildir.<br />Çünkü Milli edebiyat sanatçıları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında en önemli eserlerini vermişlerdir. Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Refik Halit ve daha birçoğu Cumhuriyet’in ilk elli yılına damgalarını vurmuşlardır. Ancak Cumhuriyet’in ilanıyla ve çok hızlı bir şekilde yapılan devrimlerle, Türk aydını takip etmekte zorlandığı bir siyasi değişim yaşamıştır. Latin harflerinin kabulü, eski yazı ve yeni yazı kargaşası ortalığı karıştırmaya yetiyordu. İşte böyle bir ortamı öncekilerden ayırmak için 1923 yılını hala devam eden bir edebiyat döneminin başlangıcı olarak görmekte fayda vardır.<br />Cumhuriyet dönemi edebiyatı da kendi içinde bölünerek incelenir. Ancak biz bunlara girmeden bu yeni edebiyatın belirgin özelliklerini görelim.<br />Cumhuriyet edebiyatının temelinde İstiklal Savaşı ve Atatürk devrimleri vardır. İster şiir, ister roman, ister hikaye olsun çoğu eser bu iki konu ile doğrudan ya da dolaylı olarak irtibatlıdır. Milli duygu ve heyecanı geliştirmeye yönelik bu çabalar elbette Milli edebiyatın bir devamı olacaktır.<br />Milli edebiyatla başlayan halka inme, Anadolu’yu tanıma çabası, Cumhuriyet’te ana ilkelerden olmuş, Türk halkının her kesimi edebiyata girmiştir. Artık edebiyat, İstanbul’un sınırlarını tamamen aşmıştır.<br />Yeni kurulan devlet, elbette bazı devrimlerini halka tanıtmak, benimsetmek istiyordu. Cumhuriyet dönemi sanatçılarının en önemli görevlerinden biri işte bu tanıtma olmuştur. Sanatçı, siyasetle halk arasında bir köprü olmuş, devrimleri yorumlamış, açıklamış ve savunmuştur.<br />Yeni dil ve eski dil tartışmaları Cumhuriyet’le noktalanmış, siyasi güç, olayı tekeline almış ve Türk Dil Kurumu’nu kurarak dilde geri dönülmez bir yenileşme yoluna girmiştir.<br />Ancak bu, bazen çok aşırıya gitmiş, Türkçe halkın anlayamadığı yabancı bir dil haline getirilmiştir.<br />Cumhuriyet’ten önce sadece sempati duyulan Türk Halk sanatları ve folklörü ön plana alınmış, öncekilerin küçümsediği Karacaoğlan’ın, Yunus’un tarzı örnek alınmıştır. Artık harf benzerliği de kurulan Batı edebiyatı daha yakından takip edilmiş, Türk edebiyatı Batı’nın tüm edebiyat yeniliklerini, akımlarını uygulamaya çalışmıştır.<br />Şimdi bu dönemde edebi türlerde görülen değişiklikleri inceleyelim.<br /><br />ŞİİR<br />Cumhuriyet döneminde şiir başlangıçta Milli edebiyatın şiir anlayışından farklı değildir. Çünkü Milli edebiyatın en güçlü sanatçıları bu dönemde yaşıyor hala eser veriyordu. Hatta Ahmet Haşim, Cenap Şehabettin gibi Servet-i Fünun’un şiir anlayışını sürdürenler, Mehmet Akif gibi bağımsız şairler de şiir yazmaya devam ediyorlardı.<br />Cumhuriyet döneminin önceki dönemden bağımsız şekilde gelişen ilk şiir hareketini “Yedi Meşaleciler” gerçekleştirmişlerdir. “Canlılık, samimiyet ve daima yenilik” ilkesiyle ortaya çıkan bu grup çok fazla bir yenilik getirememekle birlikte yeni bir soluk olmuştur yeni şiirimiz için.<br />Bu arada şiirin konularında bir genişleme de olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nı, yeni devleti, Atatürk’ü işleyen şiirler yazılmış, özellikle Atatürk’ün ölümü birçok şairin onunla ilgili şiirler yazmasına neden olmuştur.<br />Bunlara rağmen Cumhuriyet şiirinde asıl biçimsel değişme 1940'lı yıllara kadar gerçekleştirilememiştir.<br />1941'de bir araya gelen üç genç, Garip adlı kitapta ölçüyü, kafiyeyi, nazım şeklini reddetmiş, şiirin sıradan insanı anlatması gerektiğini savunmuş, asırlardır devam eden kuralcılığa baş kaldırmıştır. Bu, Türk şiirinde büyük bir devrim olarak görülmüştür. Grup kısa zamanda dağılsa bile etkileri günümüze kadar gelmiştir.<br />1955 yılında ise “İkinci Yeni” şiir akımı oluşur. Bu akım bilinç altına, soyutlamalara, imgelere yönelmiştir. Ancak bu akımı benimseyenler de tam bir görüş birliği içinde değildir. Çoğu kendilerini her gün yenilemekte, boyuna değişen şiirler vermekteydiler.<br />Bunların yanı başında yine heceyle yazanlar, aruzla yazanlar, toplumcu şiirler verenler, yurt güzelliklerini, halkımızın sorunlarını dile getiren şairler de bulunmuştur.<br />Kısaca Cumhuriyet dönemi Türk şiiri ister biçim ister içerik yönüyle olsun çok geniş bir yelpazede değerlendirilebilir.<br /><br />ROMAN VE HİKAYE<br />Cumhuriyet döneminin başlarında, tıpkı şiirde olduğu gibi roman ve hikayede de Milli edebiyat sanatçılarının etkili olduğu görülür. Cumhuriyet dönemine özgü roman ve hikaye ise yine 1940'lı yıllardan sonra başlar. Bu dönemde ortaya çıkan toplumcu gerçekçi romanlar, işçilerin, köylülerin hayatını konu almış ve yönetenleri zalim, yönetilenleri mazlum gösteren ideolojik bir yapıya bürünmüştür. Hatta böyle davranmayan romancılar aşağılanmış, sanatçı sayılmamıştır. Ancak bunun yanında Peyami Safa’nın psikolojik romanları, nitelikli roman örnekleri olarak edebiyat tarihinde yerini almıştır.<br />Hikaye alanında ise oldukça başarılı sanatçılar yetişmiş, günlük hayatı işleyen hikayelerin yanında tarihi hikayeler de yazılmıştır.<br />Bu dönemin önemli özelliklerinden biri de Batıda olduğu gibi bizde de sanatçının ödüllerle değerlendirilmesinin gelenek halini almasıdır. Sait Faik Hikaye Armağanı, Türk Dil Kurumu ödülleri vs.<br />Şimdi Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak edebiyatçılarımızı tanıyalım:<br /><br /><span style="color:#33ff33;">YEDİ MEŞALECİLER<br /></span>Cumhuriyet döneminin başlarında bir araya gelen tek topluluktur. Yeni bir edebiyat kurmak, Batı edebiyatını takip etmek, özgün şiir oluşturmak adına çıkmışlar, ancak Beş Hececilerin takipçileri olmaktan kurtulamamışlardır. Bu sanatçılar, Sabri Esat Siyavuşgil, Vasfi Mahir Kocatürk, Yaşar Nabi Nayır, Cevdet Kudret, Kenan Hulusi, Muammer Lütfi, Ziya Osman Saba’dır. Bunlar arasında en dikkate değer isim Ziya Osman’dır.<br /><br />Ziya Osman SABA<br />Sanatçı, şiirlerinde çocukluk özlemi, anılara düşkünlük, ev, aile sevgisi, yoksul yaşamlara karşı utanç duyma ve acıma, Allah’a kulluk, kadere boyun eğiş, küçük mutluluklarla yetinme, ölümün yakınlığı, öte dünya özlemi gibi bireysel konuları işler.<br />Dili gayet sade ve açıktır. 1940'a kadar hece ölçüsünü kullanmış, bu dönemden sonra serbest şiirler de yazmıştır.<br />Şiirlerini Sebil ve Güvercinler, Geçen Zaman, Nefes Almak adlarıyla kitaplaştırmıştır. Bunun yanında hikaye kitapları ve Goncourt Kardeşler’den roman çevirileri de yapmıştır.<br /><br />Cevdet KUDRET<br />Başlangıçta gençlik dönemindeki şiir anlayışının dışına çıkmadan hece ölçüsüyle, bireysel duygularını ve karamsar iç dünyasını dile getirmiş, sonra ölçüsüz fakat uyaklı şiirler yazmıştır.<br />Kendi yaşamını da yansıttığı roman, öyküleri ve oyunları yanında onu daha çok tanıtan yapıtları, inceleme - araştırma eserleridir.<br />Eleştirel bir yöntemle açıkladığı konuları, gelecek kuşaklar için hem aydınlatan hem tartışılabilecek olan bilgi kaynaklarıdır.<br />Cevdet Kudret Türkçenin sadeleşmesini istemesine rağmen “Dilleri Var Bizim Dile Benzemez” adlı eserinde özleştirmenin sınırlanmamasının doğru olmayacağını, yüzyıllardır kullanılan yabancı sözcüklere karşılıklar bulmanın, ölü sözcükleri diriltmenin yararsız olacağını savunmuştur.<br />Birinci Perde adlı şiir kitabı; Tersine Akan Nehir, Rüya İçinde, Kurtlar adlı oyunları; Süleyman’ın Dünyası adı altında topladığı romanı; Sokak adlı öykü kitabı; Örneklerle Edebiyat Bilgileri, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, Orta Oyunu adlı inceleme eserleri, Türk Edebiyatı adlı ders kitapları vardır.<br /><br />Yaşar Nabi NAYIR<br />Edebiyatımıza Yedi Meşalecilerle birlikte şair olarak girdi. Zamanla bütün edebi türleri denedi.<br />Roman yazdı, manzum destan yazdı, inceleme ve gezi kitapları çıkardı, makaleler, fıkralar yazdı.<br />Ancak edebiyatımızda bunlarla değil yayıncılığıyla unutulmayacak olan sanatçı, asıl ömrünü verdiği Varlık dergisiyle anılacaktır. Onun adıyla özdeşleşen en önemli yapıtı hiç kuşkusuz kırk sekiz yılını verdiği bu dergidir.<br />Şiirleri yazıldıkları dönemin biçim özelliklerini yansıtır. Ancak çevreyle ilişkileri olmayan, insan ve toplum üzerinde gözlemlere dayanmayan şiirlerdir bunlar. Yazarın iç dünyasını yansıtmaktan da uzaktırlar.<br />Kahramanlar, Onar Mısra adlı şiir kitapları; Bir Kadın Söylüyor, Adem ile Havva adlı romanları; İnkılap Çocukları, Köyün Namusu adlı oyunları; Atatürkçülük Nedir, Dost Mektupları gibi inceleme eserleri vardır.<br /><br />Vasfi Mahir KOCATÜRK<br />Halk şiirlerinin biçimsel özelliklerinden yararlanarak hece ölçüsüyle ulusal, epik, lirik şiirler yazmıştır. Manzum oyunlar da denemiş olan Kocatürk, bir sanatçı olmaktan çok, edebiyatla ilgili kitap ve araştırmalarıyla tanınmıştır.<br />Tunç Sesleri, Geçmiş Geceler, Bizim Türküler, Ergenekon adlı şiir kitapları; Yaman, Sanatkar adlı oyunları; Yeni Türk Edebiyatı, Divan Şiiri Artolojisi, Türk Edebiyatı Tarihi adlı araştırma inceleme eserleri vardır.<br /><br />Sabri Esat SİYAVUŞGİL<br />Fotoğraf gözlemciliğiyle çevresini gözler ve izlenimlerini şiirine aktarır. Ancak Yedi Meşaleciler içinde başladığı şairliğe daha sonra veda eder ve daha çok çevirilerle ve inceleme yazılarıyla edebiyat hayatına devam eder.<br />En güçlü yanı çevirilerinde görülür. Ancak kendisi mesleğinin psikoloji olduğunu ve mesleğine sadık kalabilmek için sevmesine rağmen şiir yazmadığını söylemiştir.<br />Odalar ve Sofalar adlı şiir kitabının yanında inceleme eserleri ve roman çevirileri vardır.<br />• • •<br /><br />Nurullah ATAÇ<br />Edebiyatımıza eleştirileriyle büyük bir canlılık getirmiş olan yazar, yeni bir nesir dilinin kurulmasına da öncülük etmiştir. Özellikle yeni sözcükleri savunması yazılarında kullanması, onların yerleşmesini sağlamıştır. O dönemlerde tartışılan konuşma dili mi arı Türkçe mi tartışmalarında o ateşli bir şekilde arı Türkçeyi savunmuştur. Ataç’a göre halk tarafından benimsenmiş olsa bile kökü bilinmeyen bütün sözcükleri Türkçeden atmak gerekir.<br />Dildeki bu arı Türkçe fikrinde Ataç’ın çok samimi olduğunu söylemek güçtür. Çünkü bunun yanında liselere Yunan ve Latin dili derslerinin konmasını ve böylece dilimize bu dillerden sözcük girmesinin sağlanmasını ister. Dolayısıyla onun savaşı yabancı sözcüklere değil Arapça ve Farsça sözcüklere karşıdır.<br />Ataç yazı dilinin halka yaklaşmasını istemez. Ona göre yazarlar halka ulaşmaya çalışmak yerine halka yeni sözcükler öğretmelidir. Hatta bir an önce bütün Arapça, Farsça sözcüklerin karşılıklarının uydurulmasını ister.<br />Yazarın, sağlam bir üslubu vardır. Konuşur gibi yazar, özellikle devrik cümle kullanır. Böylece yazıya akıcılık getirir. Anlatımı rahat ve inandırıcıdır.<br />Yazar, sanat hayatına şiirle başlarsa da onun gücü nesirlerindedir. Özellikle deneme tarzını kullanmış ve bu türde başarılı olmuştur. Yazılarını Günlerin Getirdiği, Karalama Defteri, Sözden Söze, Ararken, Diyelim, Söz Arasında, Okuruma Mektuplar adlarıyla yayımlamıştır.<br /><br />Falih Rıfkı ATAY<br />Türkçeyi en iyi kullanan usta yazarlardandır. Süssüz, yapmacıksız, ama son derece çekici bir üslubu vardır. Konuya doğrudan doğruya girer, ne demek istediğini en uygun sözcükleri seçerek, en kestirme yoldan açıklar. Türkçenin bugünkü ifade gücüne ulaşmasında payı büyüktür. O, ölünceye kadar Atatürk devrimlerinin ön safında canla başla çalışmış, güçlü kalemini Atatürk’ün emrinde kullanmıştır.<br />Falih Rıfkı, aslında fıkra ve makale yazarı olmasına rağmen edebiyatımızda gezi yazılarıyla tanınmıştır. Kısa cümleli, fikir yüklü yazıları, akıcı ve kuvvetlidir. Falih Rıfkı, meşrutiyet döneminde Ziya Gökalpçi, Kurtuluş Savaşı’nda Anadolucu, savaştan sonra Atatürkçü’dür. Dilde sadeleşmeye gitmesine rağmen halk dilinden ayrılmamış, uydurma kelimelere pek rağbet etmemiştir.<br />Eserleri arasında gezi yazıları önemli bir yer tutar. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Suriye ve Filistin’deki savaş anılarını anlattığı Ateş ve Güneş; Brezilya’yı anlatan Deniz Aşırı; Londra’yı anlattığı Taymis Kıyıları önemlidir. Bunlardan başka Zeytindağı, Bizim Akdeniz, Tuna Kıyıları, Hind, Yolculuk Defteri adlı gezi yazıları vardır.<br />Atatürk’ün sözcülüğünü yapan yazar, onunla ilgili anılarını Çankaya adıyla kitaplaştırır. Ayrıca Babanız Atatürk, Atatürk’ün Hatıraları, Atatürkçülük Nedir, Bayrak gibi eserleri de vardır.<br /><br />Memduh Şevket ESENDAL<br />Modern hikayeciliğimizin öncülerindendir. Ömer Seyfettin’le aynı yıllarda hikayeler yazmasına rağmen bunları Cumhuriyet’ten sonra yayınlamıştır. Siyasetle sürekli iç içe olan sanatçı, edebi kişiliğiyle siyasi kişiliğini karıştırmamak için birçok eserini değişik takma adlarla yayınlamıştır.<br />Esendal, hikayecilerimiz arasında en karışık, en dolambaçlı meseleleri bile sadelik ilkelerinden vazgeçmeden anlatabilen en başarılı sanatçıdır. Bu yönüyle modern hikayenin kurucusu Çehov’a benzer. Gündelik yaşayışın içinden konuları rahatça çıkarır. Bu yönü, ağır konulara değer veren çağdaşlarınca pek basit bulunmuş, ancak değeri sonradan anlaşılmıştır.<br />Onun hikayelerinin bir başka özelliği de, olayı geçmiş zamana aitmiş gibi değil, şimdi oluyormuş gibi anlatmasıdır. Açıklama yolunu bırakıp yaşama yolunu seçmiştir. Seçtiği kişiler öylesine canlı, öylesine gerçektir ki her an karşılaşabileceğimiz biri gibi gelir bize.<br />Esendal küçük insanların, büyük davalar peşinde koşmayanların, orta halli kişilerin, memurun, emeklinin, ev kadınlarının hikayecisidir.<br />Yazar, özellikle hikaye ve roman alanında çalışmıştır. Hikayelerini Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Ev Ona Yakıştı adlarıyla yayınladı. Yıkılan bir düzenden yeni toplum düzenine geçişi anlatan Ayaşlı ve Kiracıları ve Vassaf Bey adlı romanları vardır.s<br /><br />Fazıl Hüsnü DAĞLARCA<br />Doğru saydığı düşüncelere tutkuyla bağlanan, ancak en büyük tutkusu şiir olan sanatçının en çok önem verdiği nitelikse içtenliktir.<br />Sanatçının yapıtlarında, ölçüden, uyaktan yoksun, yalnız dizelerin sıralandığı şiirlerden tutun, hece dizeleriyle, dörtlük, beşlik gibi kümeler halinde düzenli uyakları bulunan şiirlere de rastlanır.<br />Yazar, bazen oldukça katı bir öztürkçeci kesilir. Karşılık bulamadığı kavramlara kendinden kelimeler türetir. Dillerin arınmasını, ulusların hayal dünyalarının büyümesi olarak algılar. Şiirlerinin kimisi oldukça açık ve yalın, kimisi de sembol yüklüdür. Bazen kapalılığa büyük önem verdiği olur.<br />Sanatçı, birçok şiir kitabı yayımlamıştır. Çocuk ve Allah, Dört Kanatlı Kuş, Asu, Hoo’lar, Aylam, Haydi adlı kitaplardaki şiirlerin çoğu soyut, kapalı şiirlerdir. Epik tarzda yazdığı, Çakırın Destanı, Üç Şehitler Destanı, Samsun’dan Ankara’ya, Kubilay Destanı adlı şiirleri ünlüdür.<br /><br />Ahmet Hamdi TANPINAR<br />Edebiyatın birçok dalında eser veren sanatçılarımızdandır. Hemen tüm eserlerinde, zaman üzerinde durur. Romanda özel bir başarı gösteren sanatçı Batı’daki gelişmeleri yakından izlemiştir. Romanlarında Doğu ve Batı kültürlerinin kaynaştığı görülür. Bu kaynaşma hem histe hem fikirde hem de sanatlarda kendini gösterir.<br />Romanlarında hitabete, nutuğa, telkine yer vermez. Yapmacıksız, uydurmasız, konuşma diline has bir sözcük seçimiyle eser yazar. Teşbih ve istiarelere bol yer vermişse de bunlar gereksizmiş hissini vermez. Tanpınar’ın düşünce ve hayalle başkalaşan gözlemlerinin dolaştığı İstanbul sokakları, camileri, çarşıları, harabeleri özellikle mütareke yıllarının sıkıntıları, maddi, manevi yıkımları içinde geçmiş olan gençlik çağı, romanını zevkli kılan sebepler arasındadır.<br />Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında Cumhuriyet döneminde değişen insanın iç buhranlarına değinir. Bu bunalımları anlatırken, yazarın o dönemde Avrupa’da yaygın bir akım olan Egsiztansiyalizm akımından etkilendiği görülür.<br />Huzur romanı ise başkahraman Mümtaz’ın tasaları, duyuşları, düşünce ve rüyaları etrafında dönmektedir. Bir kültür bunalımının sancıları ve sıkıntıları içinde bunalan kişiler, gerçek ile rüya arasında gider gelir.<br />Tanpınar’da rüya çok önemlidir. Hemen tüm eserlerinde rüyaya geniş yer verir. Rüyayı insanı rahatlatan önemli bir etki olarak görür. Aynı özellikler Mahur Beste, Aynadaki Kadın, Karşı Karşıya romanlarında da vardır.<br />Sanatçının rüyaya verdiği önemi Abdullah Efendi’nin Rüyaları adındaki hikayelerinde de görürüz. Biraz sürrealizmden izler taşıyan hikayeler, yazarın gerçeklerden kaçışını da ifade eder.<br />Şiir alanında da önemli çalışmaları bulunan Tanpınar, kendi şiir dilini, rüya nazmının hakim olmasını istediği bir estetiğin içinde aramıştır. Şiirlerindeki bazı söyleyişlerde sembolist izler görülür.<br />Biçim olarak belli bir kalıba bağlı kalmayan sanatçı, şiirlerinde hece ölçüsünü kullanmış, onda aruz sesi bulmaya çalışmıştır. Şiirlerinde gerçekten kaçar, dinleniklik, sessizlik arar. Bunu da rüyalarda ve musıkide bulur. Şiirlerinde toplum değil “ben” vardır. Dış dünya değil, şuuraltı sezilir.<br />Tanpınar’ın deneme ve makaleleri de vardır. Özellikle Beş Şehir adlı eserinde Ankara, Erzurum, Bursa, Konya, İstanbul’un tabiatından kültürüne kadar tanıtıldığı görülür. Makalelerini Yaşadığım Gibi adıyla kitap haline getirmiştir.<br />Edebiyat tarihi alanında da çalışmaları bulunan sanatçı 19. Asır Tür Edebiyatı Tarihi’ni yazmıştır. Değişik yazarlarla ilgili biyografiler, mektuplar da bırakan Tanpınar döneminin yeri doldurulamaz bir sanatçısıdır.<br /><br />Mithat Cemal KUNTAY<br />Şiirlerinde aruz, geleneksel nazım biçimleri ve uyaklar dışında, sözcüklerin yinelenmesi ve alliterasyonlarla uyum sağlamaya çalışan Kuntay, söyleyişlerinde klasik şiirimizden kalma kimi deyiş ve örgüden yararlanarak coşkulu olmak ister. Daha çok yurt sevgisi konularını işler.<br />Sanatçı, şiirlerinden çok, ilk kez 1938'de yayımlanan Üç İstanbul romanıyla adını duyurmuştur. Kişilikleri başarıyla çizilen roman kahramanları Adnan’la Belkıs’ın çevresinde gelişen olaylar, toplumsal tutku ve düşüncelerle yansıtılır. İstanbul’un birbirini izleyen üç dönemini bütünüyle yansıtmak isteyen yazar gözlerini hep kokuşmuşluğa dikmiştir. Yalnız kişisel çıkarları peşinde koşanlar, ikiyüzlüler, jurnalciler vs.<br />Şiirlerini Şehname adlı kitapta toplamıştır.<br /><br />Ahmet Kutsi TECER<br />Beş Hececilerden sonra heceye yeni ses ve söyleyiş imkanları getiren Tecer, Faruk Nafiz’in yolundan yürümüştür. Önceleri bireysel şiirler yazmış daha sonra memleket şiirlerine yönelmiştir. Hatta bunu bir anlamda köy şiiri olarak gördüğü söylenebilir.<br />Folklorün ve aşık tarzı söyleyişin o dönemdeki en önemli destekleyicisidir. Hatta Aşık Veysel’i keşfedip edebiyata kazandıran da odur.<br />Ahmet Kutsi’nin Koçyiğit Köroğlu, Köşebaşı, Bir Pazar Günü, Satılık Ev gibi tiyatro eserleri de vardır. Bunların kimisi konusunu köy ve şehir folkloründen almış, kimisinde ortaoyunu tekniği kullanılmıştır. Köşebaşı’nda bir eski İstanbul mahallesini bütün havası, kişileri, töreleri ile tanıtır. Koçyiğit Köroğlu’nda ise, ünlü destan kahramanı, hem maceraları hem de insanlığı ve içtenliğiyle tanıtır.<br />Şiirlerini Şiirler adlı kitabında toplamıştır.<br /><br />Ahmet Muhip DRANAS<br />Çağdaşları arasında Fransız sembolistlerinin ilham ve duyuşlarına en çok yönelen sanatçıdır. Az fakat seçkin şiirleriyle dikkati çeker. Hece ölçüsündeki durakları kaldırarak hece veznine yeni bir anlatış getiren sanatçı, on iki on üçlü kalıplar kurmuştur. Söyleyişinde Baudlaire’nin açık etkisi görülür. Hatta onun şiirinden çeviriler yaptığı, böylece söyleyişini taklit ettiği söylenmiştir. Bunu sembollere, masallara bağlı kalmasında da görüyoruz. Sembolistlerde olduğu gibi üç dört satır süren cümleler kurduğu görülür. Kafiyeleri dikkatli ve olgundur.<br />Dranas asıl gücünü Ağrı, Olvido, Dağlara gibi destansı şiirlerinde gösterir. İlk şiirlerindeki ince ve hayali kadınlar, yerini zamanla Fahriye Abla’ya bırakır.<br />Şiirde biçim kurallarına sımsıkı bağlıdır. Sanatı, bir ruh disiplini olarak gösterir. Biçimi ise bir disiplinin yansıması diye niteler. Şiirde Anadolu ağzına özgü söyleyişleri ilk kullanan da odur.<br />Sanatkarlığını, şiir alanında kullanan sanatçı şiirlerini Şiirler adlı eserinde toplamıştır.<br /><br />Cahit Sıtkı TARANCI<br />Hececi şiir geleneğini sürdürenlerdendir. Şiirlerinde sürekli bir sıkıntı, hoşnutsuzluk, bıkkınlık sezilir. Haşim gibi o da kendinin çirkinliğinden, sevilmediğinden şikayetçi olur. Şiir onu hayata bağlayan tek yoldur sanki.<br />Şiirlerinde ölüm korkusuna çok yer verir. Ölümü bir türlü kabullenemez. Hayatın bir gün yok olacağı düşüncesi onu perişan eder. Tüm huzurunu kaçırır. Şiirinde kendinden başkası görülmez, oldukça kişiseldir.Şiirlerinde hece ölçüsüne, kafiyeye son derece bağlı kalmış ancak serbest şiirlere karşı da çıkmamıştır. Şiirde ses güzelliğine değer verir. Şiirin bir kelime işi olduğunu, duygunun, fikirlerin, buluşların sonradan geldiğini savunur.<br />Şairliği meslek edinen sanatçı, şiirlerini Ömrümde Süküt, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel adlarıyla bir araya toplamıştır.<br />Şiir hakkındaki görüşlerini değişik makale ve denemelerle gazetelerde açıklamış olan sanatçının, arkadaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplar da yazarı tanıma açısından önemlidir.<br /><br />Abdülhak Şinasi HİSAR<br />O hep geçmişte yaşayan biridir. Eserlerinde çoğu zaman anılarını dile getirir. Eserlerini anlaşılması pek güç olmayan, iç içe cümlelerle yazar. Çocukluk yıllarında, Boğaziçi’nde geçen gençlik anılarına sıkı sıkıya bağlı olduğu için, çevresini saran büyük toplum olaylarına, savaşlara, devrimlere ilgisiz görünür. Eserlerinde çoğunlukla hayatın geçiciliği, hiçliği, her şeyin bir gün yok olacağı görüşünü yansıtır.<br />Onun eserlerini her yönüyle İstanbul oluşturur. Eski köşkleri, yalıları, mehtapları, saz alemlerini, paşaları, beyleri çekici üslupla, şaşırtıcı bir gözlemle anlatır.<br />Boğaziçi Mehtapları ile edebiyatımızın en güzel mensur şiirlerini vermiştir. Ona göre Boğaziçi ancak şiirsel bir üslupla anlatılabilir.<br />Yazar, anı, makale, monoğrafi, hikaye, roman türlerinde eserler verdi. Fahim Bey ve Biz romanında, Fahim Bey’in evini, çevresini, memurluklarına dair türlü hayat aşamalarını, garip huylarını kimseye benzemeyen yanlarıyla anlatmıştır.<br />Çamlıca’daki Eniştemiz romanında Deli Enişte denilen Hacı Vamık Bey’in acayip hayatını anlatmıştır.<br />Boğazla ilgili diğer eserleri İstanbul ve Boğaziçi Yalıları adlarını taşır.<br />Eserlerindeki titizlik, hüzün, hayal alemine sığınma sanatçının hayatında da görülür. O, hayatı boyunca mikrop kapma korkusuyla yaşamıştır. Bu nedenle, pişirilmediği için meyve yemez, evinden başka bir yerde yatmaz, şoförünün kılık kıyafetini beğenmediği taksilere bile binmezdi.<br /><br />Kemalettin KAMU<br />Şiirlerini çoklukla 7'li, 11'li, 14'li hece kalıplarıyla yazar. Kafiyeleri uyumlu, söyleyişi yalın ve içtendir. Kişisel duyarlılığını yurtseverlik coşkusu içinde dile getirmiştir.<br />Genç yaşta memleketten göç etmek zorunda kalışı onda derin bir gurbet duygusu uyandırmış, bu nedenle çoğu şiirinde gurbet ve ayrılık duygularını işlemiştir. Hatta şiirlerinde görülen duygusallığı bile buna bağlamak mümkündür. Bu yüzden birçok şiirinde gurbet temasına rastlanır.<br />Ona bu yüzden “gurbet şairi” diyenler de olmuştur.<br />Hicret, Bingöl çobanları adlı şiirleri ünlüdür.<br /><br />Halikarnas BALIKÇISI<br />Asıl ismi Cevat Şakir Kabaağaçlı olan yazarımız, deniz edebiyatının ünlü hikaye ve romancısıdır. Halikarnas Balıkçısı bir yeni çığırdır, bir güzel düşüncenin başlangıcıdır bizim için. Anadolu’nun eski uygarlıklarını, bilinmezliklerini, Anadolu’yu, Anadolu insanını, kendimizi onlarda bulacağımızı, ilk uygarlık ürünlerinin, gerçek düşüncenin, bilimin Anadolu topraklarında filizlendiğini, boy attığını ondan öğrendik. Eski Anadolu insanı ile günümüz insanı arasında kopmayan, için için sürüp giden güçlü bir bağın bulunduğunu bize o anlattı.<br />Anadolu’nun her bucağında canlı bir öykünün bir mitolojinin (efsane) yaşadığına inanır. Hikayelerinde sular konuşur, ırmaklar söyleşir, pınarlarla denizler gülüşür. Onun dünyasında ağa, paşa, bilgin, soylu, gibi yalancı ayrışmalar değil, yaşayan her tür insan vardır. Bu bakımdan o hümanisttir.<br />Yazı hayatına gazetelere yaptığı çevirilerle giren sanatçı, yaptığı bir çeviri yüzünden İstiklal Mahkemeleri’ne düşmüş ve ceza olarak Bodrum’a sürülmüştür. Bütün hikaye ve romancılığı orada başlar. Romanlarının tümünde Ege’yi ve oranın insanlarını anlatır.<br />Sanatçının en tanınmış eserleri Aganta Burina Burinata, Ötelerin Çocuğu, Uluç Ali Reis, Turgut Reis, Deniz Gurbetçileri adlı romanları, Ege Kıyılarından, Merhaba Akdeniz, Egenin Dibi, Gülen Ada adlı hikaye kitapları, Anadolu Efsaneleri, Anadolu Tanrıları adlı mitolojik eserlerdir.<br /><br />Sait Faik ABASIYANIK<br />Hikayeciliği meslek edinen ve modern Türk hikayeciliğinin en önemli temsilcilerinden biridir. Özellikle denizle ilgili hikayelerinde başarılıdır. Hikayelerinde serim-düğüm-çözüm gibi klasik bölümler bulunmaz. En küçük bir olayı bile hikayeleştirebilir.<br />Sait Faik, gözleme değer vermiş, olayları, kişilerin davranış ve konuşmalarını gözlemlerine dayanarak sergilemiştir.<br />Yaşamı gibi anlatımında da özgürlüğü yeğlemiştir. Dil ve anlatımdaki kimi cümle ve sözlerde kurallara uymama, yabancı ve uygunsuz sözcükleri seçme onun bu yönüne verilebilir. Bunlara bir de görünüşte realist olan yazarın psikolojik tahlillerde sürrealist bir çizgiye varması da eklenebilir.<br />Yazar, hayatı bir bütün olarak kavramak ve anlatmak istemiştir. İnsanın yaşadığı, yaşayabileceği hiçbir duyguya kapalı kalmamıştır. Her duyguda sevginin taşıyacağı gerçek ahlakı savunmuştur. Yaşadığının bedelini ödeyen bir insanın onurlu ahlakını savunmuştur.<br />Hikayelerindeki şahıslar görünüşleriyle iç dünyaları farklı kişilerdir. Sert, aksi, donuk, nüfuz edilemez görünmek isterler. Ruhlarının derinliklerinde ise çocukluğu, temizliği, yakınlığı saklarlar.<br />Yazar, İstanbul’un sokaklarında, meydanlarında dolaşır, kahramanını arar. Onu kalabalıkların içinde, köşebaşı kahvesinde, yolcu vapurlarının güvertesinde bulur. Onun yaşam yollarını kendi düşüncelerinde bulur. Okuyucuyla yazar arasında bir dostluk kurulur öykülerinde. Bunu, sıcak dili ve onlardan biri olduğunu göstererek başarmıştır.<br />Edebiyatımıza birçok hikaye kazandırmıştır. Semaver hikayesinde bir fabrika işçisinin basit hayatını anlatır. Şahmerdan ve Sarnıç hikayelerinde Adapazarı’ndan, Avrupa’daki günlerinden izlenimler yer alır. Son Kuşlar’da kuş avcılığını meslek edinen acımasız bir Rum’dan söz eder. Diğer hikayeleri Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi, Kumpanya, Havada Bulut, Alemdağ’da Var Bir Yılan adlarını taşır.<br />Yazarın ayrıca Medar-ı Maişet Motoru, Kayıp Aranıyor adlı romanları da vardır.<br />Şiir türünde de eser veren sanatçının şiirleri serbest biçimdedir ve biraz sürrealisttir.Şimdi Sevişmek Vakti adlı şiir kitabı vardır.<br /><br />Sabahattin EYÜBOĞLU<br />Kültür dünyamızda benzerine kolay rastlanamayacak kişiliklerden biriydi. Onun önemi geride bıraktığı yapıtlarından çok, kişilik özellikleri, çalışma biçimiyle benzersiz oluşuydu.<br />Sanatsal yaratıcılığın, kaçınılmaz olarak bireyciliği öne çıkarmasına karşın o kendini birey olarak öne çıkaracak eylemlerden geri durarak, ileri adımları hep başkalarıyla birlikte, yanına o işin kimi zaman heveslilerini, kimi zaman ustalarını alarak gerçekleştirmeyi yeğledi, paylaşmadan aldığı tatla...<br />Sabahattin Eyüboğlu bir şairdi. Kendini şiire verse, çağdaş şiirimizin önemli adlarından biri olurdu, ama hiç şiir yazmadı. İçindeki şiir, yaptığı şiir çevirilerinde, düz yazılarında ortadadır. Sabahattin Eyüboğlu, bir deneme - eleştiri ustasıdır.<br />Ele aldığıkonuları, berrak, ışıldayan bir Türkçeyle, okumanın bir güzellik, bilginin bir gereksinim olduğunu duyurarak işlemiştir.<br />Gelgelelim yaşamı boyunca yayımladığı, Mavi ve Kara adlı incecik bir kitaptan başka deneme kitabı yayımlamamış, çoğu gazete ve dergi sayfalarında kalan deneme yazıları ölümünden sonra bir araya getirilerek yayımlanabilmiştir.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">GARİPÇİLER<br /></span>1940 sonrası Türk şiirinde önemli izler bırakan Garip akımını Orhan Veli kurar. Ona Oktay Rıfat ve Melih Cevdet destek verir.<br />Bu akıma göre şiirde basitlik ön plandadır. Şiir hayata yaklaştığı sürece başarılıdır. Vezin, kafiye, nazım şekli şairin elini kolunu bağlayan gereksiz unsurlardır. Şiir serbest olmalı hayatın canlılığını yansıtmalıdır. Şiirin ahengini sağlayan, bu bağlar değil sözcüklerdir. Şiirde mecazlı söyleyişlerden kaçınılmalıdır. Sanatlar, şiire bu zamana kadar bir şey kazandırmamıştır. Şiir, yüksek zümrenin malı olmaktan çıkarılmalıdır. Yeni şiirin beğenisi mutlu sınıfı oluşturanların değil bir lokma ekmek için didinenlerin şiiridir. Onlara hitap edecektir.<br />Şiiri en öz, en yalın halde bulmak için bilinç altına yönelen Garipçiler kendilerinin sürrealist akıma yaklaştığını söylemişlerdir.<br />Garipçilerin şiir anlayışları şiir dünyasına bomba gibi düşmüş, eleştirenler olduğu gibi destekleyenler de olmuştur. Ancak şiirin bu kadar basit olmadığını savunanlar sonunda haklı çıkmış, önce Oktay Rıfat ve Melih Cevdet kapalı, imgesel şiire yönelmiştir.<br /><br />Orhan Veli KANIK<br />Şiir görüşlerini yukarıda söylediğimiz sanatçı, şiirlerinde sağladığı ahenkle etkili olmuştur. Süleyman Efendi’nin nasırıyla ilgili şiiri alay konusu olmuş, o ise bunun Sultan Süleyman’a yazılanlardan farklı olmadığını savunmuştur. Onun şiirlerinde yaşayışındaki avarelik görülür.<br />Ölümünden sonra “Bütün Şiirleri” adıyla yayınlanan şiirleri, Vazgeçemediğim, Destan Gibi, Yenisi, Karşı adlarıyla yayınlanmıştır.<br />Bunların dışında manzum olarak yazdığı La Fontaine Masalları, Nasreddin Hoca Hikayeleri vardır. Düzyazılarının çoğu Yaprak dergisinde yayınlanmıştır. Tercüme şiirleri de vardır.<br /><br />Oktay RIFAT<br />Şiiri toplum dertlerine çare arayan bir uğraş olarak görür. Orhan Veli’nin ölümünden sonra halk için sanattan biraz ayrıldığı görülür. Folklora, halk deyimlerine yer verir. Fabllere yönelir.<br />Şiirlerinde çocukluk anılarına ve çocuksu duygulara büyük yer veren sanatçıda realist ve sürrealist çizgiler birliktedir.<br />Şiirden başka tiyatro alanında da eserler veren sanatçının Kadınlar Arasında adlı eserinde mirasyedi bir paşa oğlunun yoksul bıraktığı annesi konu edilir. Oyun İçinde Oyun adlı tiyatroda ise Karagöz ve Ortaoyunu’ndan alınan konuları işlemiştir. Bunların dışında oynanan ancak yazıya geçirilmeyen eserleri de vardır.<br /><br />Melih Cevdet ANDAY<br />Biçim ve içeriğiyle çok değişik özellikler gösterir. 1940'ların açık anlaşılır dili, 1950'lerden sonra imgelerle yüklü kapalı bir dil halini alır. Sözcük seçiminde dil devrimi ilkelerine uyar ve gerektiğinde kendisi sözcük üretir.<br />İlk şiirlerinde görülen romantik özelliklerden sıyrılarak, şiiri duygulardan çok aklın egemenliğe, güzel günlerin özlemine bırakır. Söz oyunlarından kaçar, yalın bir dili işler. Düzyazılarında, çoğunlukla yoğun bir düşünce, şiirsel, esprili, özlü bir dili vardır. Dizelerinin toplumcu, somut yapısı duygularını mantıksal bir güçle düzyazıya sürükler.<br />Fıkra, makale, deneme, çeviri, gezi, roman, tiyatro, türlerinde yazmakla beraber ısrarla şiir üzerinde durur. Rahatı Kaçan Ağaç, Telgrafhane, Yan Yana, Kolları Bağlı Odysseus, Göçebe Denizin Üstünde, Teknenin Ölümü gibi şiir kitapları; Doğu-Batı, Konuşarak, Yasak adlı denemeleri; Aylaklar, Raziye adlı romanları; gezi yazıları, tiyatro yazıları vardır.<br />• • •<br /><br />Bedri Rahmi EYÜBOĞLU<br />Aslında bir ressam olan sanatçı, halk kültüründen büyük esinlemeler taşır. Şiirde biçim, ölçü, uyak kaygısından uzaktır. Dizeleri yalnız söyleyişe uygun düşen doğallıkla yazılır. Gözlemlerinden, halkın deyişlerinden, beğenisinden aldığı motifler içtenlik ve coşkuyla kaynaşarak şiir haline gelir.<br />Ressamlığın verdiği bakış açısıyla şiirde renklerle tablo çizilir. Mesela, halk şiirine, deyişlere duyduğu hayranlık şiirlerinde kendine özgü bir bileşimle ortaya çıkar, uzun süre akıldan çıkmayacak, her fırsatta hatırlanacak dizeler oluşturur.<br />Şiirlerini Yaradana Mektuplar, Karadut, Tuz, Dol Karabakır Dol, Yaşadığım Aşklar adıyla yayımlamıştır. Deneme, söyleşi ve gezi yazılarını Canım Anadolu ve Tezek adlarıyla kitaplaştırmıştır.<br />Çoğu plastik sanatlarla ilgili sanat yazıları ise Deli Fişek, Resme Başlarken adlarıyla kitaplaştırılmıştır.<br /><br />Necati CUMALI<br />Sanatçı şiir, hikaye, roman, tiyatro gibi türlerde eser vermiştir. Sanata şiirle başlamış sonra düzyazıya geçmiştir. Yaşama sevinciyle yüklü, günlük izlenimlerin özelliklerini anlatırken, köylüyü, halkı, Anadolu’nun çaresizliklerini de konu olarak işlemiştir.<br />Yazar, çoğu zaman iyi tanıdığı insanları yazmayı amaçlamıştır. Süssüz, mecazsız, duru, iç ve dış gözlemi kuvvetlice yansıtan bir dili vardır. Sağlam bir konuşma diliyle yazdığı şiirlerinde kısa dizeler kullanmaya özellikle özen gösterir. Şiirlerinde ölçü ve kafiye kullanmamıştır.<br />Cumalı son yıllarda şiiri azaltmış, daha çok hikaye, oyun ve roman yazmıştır. Bunlarda, özellikle oyunlarda toplum dertlerini belli açılardan görmüş, çatışmacı bir yol izlemiştir. Nalınlar oyununda sosyal çatışmayı, Susuz Yaz adlı hikayesinde toplumsal gerçekçilerin üslup ve mücadele tarzlarını benimsemiştir.<br />Şiirlerini, Kızılçullu Yolu, Harbe Gidenin Şarkıları, Mayıs Ayı Notları, Güzel Aydınlık, Yağmurlu Deniz, Başaklar Gebe adlı kitaplarda toplamıştır.<br />Yazarın, Yağmurlar ve Topraklar, Zeliş, Acı Tütün, Aşk da Gezer, Dila Hanım adlı romanları ve Boş Beşik, Derya Gülü adlı tiyatro eserleri de vardır.<br /><br />Behçet NECATİGİL<br />Bir arayış, yeni bir şiir dili kurma amacıyla ilk eserlerinden sonuncuya değin bir gelişme içinde olan şair, önceleri Orhan Veli grubunun kurduğu şiir yolunda gitmiştir.<br />İçe dönük kişiliğine karşın, şiirlerinde, kendi evinden başlayarak öteki evleri, sokağı, çevreyi giderek dış dünyayı ve toplumu, sorunlarıyla kavramaya, irdelemeye yönelmiş, algılamaya çalışmıştır.<br />Onun şiirinde değişen özellikler görülür. Önce doğal, yalın, sonra yer yer alaca ya da kapalı olan söyleyiş vardır. Şiirlerinde duygudan çok düşünce, sembol vardır. Bu yönüyle önceleri benzediği Garipçilerden tamamen ayrılmıştır.<br />İlk şiir kitabı Kapalı Çarşı’da şair geleneksel şiirin etkisindedir. Biçim, kafiye, ölçü vardır. Söz sanatlarına yer vermiştir.<br />Çevre’de biçimsel özgürlüğe geçmiştir. Yaşadıklarından, gözlemlerden yararlanmıştır.<br />Evler kitabında tamamen toplumsal olaylara değinmiş, küçük aileleri gözlemleriyle aktarmıştır.<br />Divançe adlı kitabında ise Necatigil modern yorumlarla gazel ve kasideler yazmıştır. Ancak bir süre sonra yönelimi değişmiş, oldukça kapalı felsefik şiirler yazmıştır. Bunların adları bile gariptir. İki Başına Yürümek, Belki Yazdı bunlardan birkaçıdır.<br />Asıl uğraşı şiir olan sanatçının radyo oyunları, edebiyat sözlükleri ve çevirileri vardır.<br /><br />Cahit KÜLEBİ<br />Şiirde yeni bir romantizm oluşturduğunu söyleyen şair aslında çoğu zaman realisttir. Toplumcudur, hayale yer vermez. Şiirlerinin kaynağı milli sanattan gelir. Yurdun perişanlığını, Anadolu insanının bahtsızlığını, sefaletini bir ideoloji olarak sergileyen toplumculardan değildir. Anadolu’yu yadırgamamış, onu sevmiştir. Orhan Veli’nin alaycı, Fazıl Hüsnü’nün destansı, Behçet Necatigil’in kapalı şiirlerinin ortasında o açık, gerçekçi, iyimserdir.<br />Biçim yönünden serbestliği savunmuştur. Heceyi pek kullanmasa da kafiyeyi bir ses unsuru olarak çoğu zaman kullanmıştır. Şiirlerine halk deyişleri, halk türküleri bir alt yapı gibi sinmiştir.<br />Şairin, Adamın Biri, Rüzgar, Atatürk Kurtuluş Savaşında, Yeşeren Otlar, Süt, Şiirler, Yangın adlarında şiir kitapları vardır.<br />Şiirleri ve şiir üzerine düşüncelerini Şiir Her Zaman kitabında, anılarını Sevda Dolu Yolculuk adıyla yayınlamıştır.<br /><br />Necip Fazıl KISAKÜREK<br />Şiirde felsefik söyleyişlere büyük değer veren sanatçı, şiirlerinde metafizik, soyut konulara yer vermiştir.<br />Ona göre şiir, duygu ve düşüncenin tam bir uyuşmasıdır. Üstün sanatçı biçimden, kafiye ve ölçüden korkmaz. Onları atmaya kalkmaz, her dize ve kelimesinde eski kalıpları yenilemek gücü gösterir. Bütün mesele iç şekli bulmaktır; fakat bunun gerçeği dış şekildir.<br />Necip Fazıl’ın ilk şiirlerinde, Halk ve Tekke şairlerine ait biçim ve özlerin, çağdaş bir içerikle yenileştiği görülür. Bunlarda Faruk Nafiz’in üslubunun etkileri vardır.<br />Önceleri dini havadan uzak şiirler yazmış, sonraları ise Allah yolunu anlatmayı amaç edinmiş, sanatı inançlarının sesi haline getirmiştir.<br />Bütün şiirlerini heceyle yazmış ve biçime ısrarla bağlı kalmıştır. Felsefi duygularını fikir kuruluğuna düşmeden şiirde eritmiş, kolay anlaşılan ancak yorum gerektiren söyleyişler kurmuştur.<br />Döneminde düşüncelerinin kabullenilmediğini bildiği için, karşısındakileri kırıcı, rencide edici hatta bazen hakaretlere varan sözlerle aşağılamaya çalışmıştır.<br />Yazar birçok türde eser vermiştir. Örümcek Ağı, Kaldırımlar, Ben ve Ötesi, Çile, şiir kitapları; Tohum, Bir Adam Yaratmak, Künye, Satırbaşı, Para, Reis Bey, Ahşap Konak gibi tiyatro eserleri; Çöle İnen Nur, Büyük Doğu’ya Doğru, Çerçeve, İdeologya Örgüsü gibi fıkra ve makalelerinin toplandığı eserler ve daha birçok biyografi eserleri vardır.<br /><br />Peyami SAFA<br />Modern Türk romanının en usta yazarlarındandır. Özellikle psikolojik roman türüne ağırlık vermiştir.<br />Safa, bir tahlil romancısıdır. Yani kişilere ve eşyaya psikolojik bir dikkatle bakar. Şuur ile şuuraltını birleştirir. Maddi, manevi ıstırap dolu hayatları, hasta beden ve ruhları, ahlak bunalımlarını, kişi, toplum çatışmalarını, vicdan azaplarını, yalnızlık duygularını konu edinir.<br />Ona göre romanın yaşanmış olması gerekmez, yaşanırken meydana getireceği ruh ve düşünce hallerinin ifade edilmesi yeterlidir. Onun her romanında kendinden bir parça vardır.<br />9. Hariciye Koğuşu’nda yazar bir bakıma kendi başından geçen bir kemik hastalığını konu edinir.<br />Yeni bir dünya kurmak rüyası Safa’nın çoğu romanında vardır. Mahşer’de Nihat, Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nda Ferit, Yalnızız’da Samim ve Biz İnsanlar’da Orhan gibi.<br />Sözde Kızlar, Şimşek, Mahşer, Bir Akşamdı, Canan, Fatih-Harbiye, Bir Tereddütün Romanı, Yalnızız, Biz İnsanlar, Matmazel Noralya’nın Koltuğu, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu önemli romanlarıdır.<br />Geçimini kalemiyle sağlayan sanatçı aynı zamanda değişik gazetelere yazılar yazmış hatta Server Bedii takma adıyla romanlar, fıkralar yazmıştır.<br /><br />Arif Nihat ASYA<br />İkinci kuşak hececilere çağdaş olmakla birlikte, vezin bakımından bir kararlılık göstermeyerek, aruzu, heceyi ve serbest biçimleri aynı ustalıkla kullanmıştır. Her türlü yeniye açık olduğu gibi, her kıymetli eskiye de bağlı bu çok renkli sanatçıyı belli bir gruba dahil etmek zordur. Önceleri romantik bir Turancılık havası taşıyan milliyetçiliği, daha sonra Anadolu’nun cefa, çile, haksızlık dolu fakat aynı ölçüde mertlik, asalet, ruh ve şiir kaynağı olan varlığına yönelmiştir. Ayrıca Osmanlı tarihiyle ilgili şiirlerinin yanında dini şiirler de yazmıştır.<br />Sayısı otuzu bulan kitapları arasında, Heykeltraş, Yastığımın Rüyası, Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor önemli şiir kitaplarıdır.<br /><br />Muhsin ERTUĞRUL<br />Çağdaş Türk tiyatrosunun kurucusudur. Tiyatroyu bilinçli, sağlam temeller üzerine kuran; halka ulaştırmak için yılmadan emek harcayan en büyük tiyatro adamlarımızdan biridir. Tiyatro sanatçısı olmasının yanında, bu konuda en güçlü yazılar yazmış bir fikir adamımızdır. Türkiye’nin dört bir yanına tiyatro açarak halkı eğitmeyi amaçlamıştır. İnsan ve Tiyatro Üzerine Gördüklerim adlı kitabında yazılarını toplamıştır. Bunun dışında Renkli Fener, İhtilal, Baba, Söz Söyleme Sanatı adlı çeviri eserleri de vardır.<br /><br />Tarık BUĞRA<br />Cumhuriyet döneminin hikaye ve romancısıdır. Toplum çatışmalarını psikolojik açıdan görür. Sanatın gerçekliğini toplumsal gerçekliğin karşısına çıkarır. “Siz sanat toplum içindir, diyenlere aldırış etmeyiniz; onların en kabadayıları bile, sanat sanat içindir, diyenler kadar cemiyete mal olmamışlardır.” der. Sanatın amacı insanı yükseltmek olduğu halde, sosyal gerçekçilerin, sanatı bütün değerinden soyarak alçalttıklarını savunur. Toplumsal sorunları, bireysel ahlak yönünden alır. Şiirli, akıcı, yoğun bir anlatımla, izlenimlerle çevre, kişi ve olayların soyut derinliğine iner. “Hikaye de, roman da, tiyatro da dille yaşar. Dilin mükemmel, yani değişmez haline yaklaştıkça yaşar.” düşüncesiyle şive taklitlerinden, standart dilin dışında kalan, gelip geçici dil görüntülerinden kaçar. Fıkra, gezi notları, hikaye, roman ve oyun türlerinde eserleri vardır. Yalnızların Romanı, Küçük Ağa, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, İki Uyku Arasında, Siyah Kehribar, Oğlumuz gibi roman ve hikayeleri; Gagaringrad adlı gezi yazısı; Gençlik Türküsü adlı fıkralarını derlediği eseri; Düşman Kazanmak Sanatı adlı edebiyat yazıları vardır. Ayrıca İbiş’in Rüyası adlı romanı tiyatroya uyarlanarak sahnelenmiştir.<br /><br />Kemal TAHİR<br />Cumhuriyet döneminin köy ve köylü gerçeklerine eğilen romancılarındandır.<br />Köyü, köylüyü, kuvvetli bir gözlemle, şehirlilerle köylülerimizin evrimini, yöresel renkleriyle anlatır. Cezaevlerinde tanıdığı insanlar, sürgünde bulunduğu köy çevreleri, ele aldığı konuları yalnız sanatçı sezgisiyle değil, bilimsel bir yöntemle, köy gerçeklerini anlatmasıyla diğer romancılardan ayrılır. Romanları, “nehir roman” niteliği taşır.<br />Her romanı günümüzün köy - şehir yaşantılarını, tarihsel ve toplumsal gelişmeleri içinde ele alan bir diğer romanının devamı gibidir. “Sahici Türk romanı işçimizle köylümüzün realitesinden çıkacaktır.” görüşünü savunur. Not olarak derlediği sözcüklerle, deyimlerle, cümlelerle, araştırma ve kültür zenginliği ile İstanbul şivesinin kaynaşmasından doğan canlı, rahat bir anlatımla yazar.<br />Şiir denemeleriyle, dedektif ve macera romanlarıyla takma adla yaptığı çevirilerle yazı hayatına atılmış; hikaye ve romanda karar kılmıştır. Sağırdere, Esir Şehrin İnsanları, Körduman, Rahmet Yolları Kesti, Yediçınar Yaylası, Yorgun Savaşçı ve Devlet Ana en önemli romanlarıdır.<br /><br />Eflatun Cem GÜNEY<br />Halk masallarımızın, halk hikayelerimizin efsanelerimizin geleneksel yapısını, ruhunu bozmadan bunlara modern bir sanat niteliği kazandıran usta bir masalcımızdır. Taşra gazetelerinde fıkralar yazmış, sonunda folklorda, masalda karar kılmıştır. Yıllarca yurdun dört bucağından topladığı folklor malzemesini titiz sanatçı ruhuyla işleyip değerlendirmiştir. Yazdığı 60'ın üzerinde kitabın 30'u masaldır. En tanınmış eserleri şunlardır.<br />Meltem Sesleri (Şiir kitabı), Sabırtaşı, En Güzel Türk Masalları, Zümrütanka, Açıl Sofram Açıl, Bir Varmış Bir Yokmuş, Evvel Zaman İçinde, Dede Korkut Masalları, Kerem İle Aslı, Az Gittim Uz Gittim...<br /><br /><span style="color:#33ff33;">İKİNCİ YENİLER</span><br />Birinci Yeni, başka adıyla Garip Akımı, şiirselliği ve geleneksel kuralları, baştacı edilenleri yadsıyarak şiirde halka ve yalına yönelen, biçim, öz, söyleyiş yenilikleri getirmişti. Ne var ki yaklaşık on yıl sonra, şiirde, şiirsellik, duyarlık, duygu, düşlem ve imge aranır oldu. Batı’da geliştirilen “soyut”, “imgesel” benzeri niteliklerle yazmak gibi yeni arayışlara gidildi. Bu, İkinci Yeni’nin doğmasına zemin hazırladı.<br />Bu şiirin temsilcilerinden olan İlhan Berk şiirin özelliklerini şöyle açıklamaktadır. “Şiirin ögelerini, ilkelerini saptamak, kendi ilkelerinin dışındaki bütün öbür araçları atmak, şiiri şiir olarak düşünmek, İkinci Yeni Şiir, ilk bunu düşünüyor.”<br />“Şimdiye değin anlamın bir yönü biliniyordu: Akla bağlılık. Oysa şiirin en yüce ögesi aklı allakbullak etmesi, onu yıkmasıdır.”<br />Bu şiirin diğer bir temsilcisi Edip Cansever ise: “Şiirin değeri okuyucunun çağrışım gücüne bağlı olmalı.” der.<br />Ece Ayhan ise İkinci Yeni’nin ne yapmak istediğini şöyle özetler: “İkinci cepheyi açmak, akıl dışında da bir anlam olduğunu savunmak, şiirin kuralları konusunda yıkıcı davranmak, anlamsızlığın anlamına doğru gitmek. Bu gerçekleri dil kurallarıyla sınırlayamadığımız için dili aşmak, kelimeleri anlamından kurtararak, yeni özün sonucu olan yeni biçimi, yeni biçimin de zorunlu sonucu olan yeni özü getirmek.”<br />Başlangıçta bir topluluk olarak ortaya çıkmayan, bildirgesi bulunmayan, dahası kimi ilkeler üzerinde birleşmeden yalnızca Birinci Yeni’yi yeterli görmeyerek şiirde, herbirinin kendi aradığını gözettiği bu şairleri bir ad altında toplamak gerekiyordu; İkinci Yeni adı bulundu. Bu grup çok uzun soluklu olmadıysa da, geniş okuyucu bulamadıysa da Türk şiirine yeni boyutlar kazandırdı. Temsilcileri ise İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreyya, Ece Ayhan, Sezai Karakoç’tur.</p>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-5603549865433217952007-11-20T15:08:00.000-08:002008-07-28T03:27:45.191-07:00Türkçe Konu Anlatımları - Yeni Sınav Sistemine göre<span style="color:#33ff33;">KELİME ANLAMI<br /></span><br />GENEL BİLGİLER<br />Sözcük, çoğu zaman, dilin kendi başına anlamı olan en küçük parçası, diye tanımlanır. Ağaç, hayal, dost gibi sözcükler buna örnektir. Bazı sözcükler ise tek başına anlam taşımayıp diğer sözcüklerle bir araya geldiğinde belli bir anlam ifade eder: için, gibi, göre vs.<br />ÖSS’de sözcük anlamına dayalı sorular değişik soru biçimleriyle karşımıza çıkar. Kimileri “Aşağıdakilerden hangisinde altı çizili sözcük mecaz anlamıyla kullanılmıştır?” gibi bilgiye dayalı olduğu halde, kimileri “Aşağıdakilerden hangisinde “gün” sözü ötekilerden farklı anlamda kullanılmıştır?” gibi sözcüğün cümle içindeki yorumuyla ilgilidir. Hatta yoruma dayalı sorular sözcük anlamıyla ilgili soruların çoğunu oluşturur.<br /><br />GERÇEK, MECAZ VE YAN (YAKIŞTIRMA) ANLAM<br />Gerçek anlam, bir sözcüğün temel anlamıdır; buna sözcüğün ilk akla gelen anlamı ya da sözlükteki ilk anlamı da denir. Bir sözcüğün diğer anlamları gerçek anlamından yola çıkılarak oluşturulmuştur. Örneğin “Burun” dendiğinde aklımıza ilk gelen, insanın bir organıdır. Öyleyse; “Burnundaki benler onu öyle tatlı gösteriyordu ki...” cümlesindeki “burun” sözü insanın bir organı anlamında olduğundan gerçek anlamında kullanılmıştır. Ancak aynı söz; “Bugünlerde burnu büyüdü kimseleri gözü görmüyor.” cümlesinde insanın bir organı anlamını vermekten çok uzaktır. Temelde bu, gerçek anlamdan doğmuş ancak tamamen farklı bir özellik kazanmıştır.<br />İşte sözcüğün gerçek anlamından tamamen uzaklaşarak kazandığı bu anlama mecaz anlam diyoruz.<br />Bir de sözün, çoğu kaynağın mecaz anlama dahil ettiği ancak mecaz anlamdan biraz farklı olması yönüyle yan anlam ya da yakıştırma diye de anılan bir anlamı vardır. Yukarıda verdiğimiz “burun” sözünü “Ayakkabımı biraz küçük almışım; burnu ayağımı sıkıyor.” cümlesinde ele alalım. Buradaki “burun” sözü gerçek anlamda değildir; çünkü “insanın bir organı” ifadesini taşımıyor. Tam olarak mecaz anlama da girmez; çünkü temelde gerçek anlamla yakın bir ilgisi vardır. Ayakkabının o kısmına burun denmesinin nedeni insanın burnuna konum itibariyle benzemesindendir. İşte sözcüğün, gerçek anlamında karşıladığı varlığa şekil benzerliğinden dolayı başka bir varlığa verilmesine yan anlam ya da yakıştırma denir.<br /><br />SOMUT VE SOYUT ANLAM<br />Sözcükler varlıkları ve kavramları karşılar. Varlık, madde olarak bulunan yani duyu organlarıyla algılanabilen bir nitelik taşır. Örneğin; ağaç, yeşil, kalem gözle; soğuk, ıslak dokunmayla; ses, gürültü işitmeyle; koku koklamayla; acı, ekşi tatmayla algılanabilir. İşte duyu organlarımız yardımıyla algılayabildiğimiz bu sözcüklere somut anlamlı sözcükler denir.<br />Oysa üzüntü, sevgi, özlem, hasret, rüya gibi sözcükleri herhangi bir duyumuzla algılayamayız; bunların sadece kavram olarak var olduğunu kabul ederiz. İşte bu tür sözcüklere de soyut anlamlı sözcükler denir.<br />Bir sözcük her zaman somut olamayacağı gibi her zaman soyut da değildir. Bir cümlede somut olan sözcük başka bir cümlede soyut anlam taşıyabilir. Örneğin; “Bu iki çizgi arasındaki açı kırk beş derece vardır.” cümlesindeki “açı” sözcüğü ölçülebilen bir değer taşıdığından somut anlamlıdır. Aynı sözcük “ Sen bu sorunu hangi açıdan ele aldın?” cümlesinde, ölçülebilen bir değer olmaktan çıkmış, mecaz anlam kazanarak soyut bir kavramı karşılar duruma gelmiştir.<br /><br />TERİM ANLAM<br />Herhangi bir bilim, sanat ya da meslekle ilgili özel bir kavramı karşılayan sözcüklere terim denir. Yeni bulunan bir kavram, yeni bir terimle karşılanabileceği gibi, günlük hayatta kullanılan bir sözcüğe özel bir anlam verilerek de karşılanabilir. Örneğin “ağız” sözü “Adamın ağzında diş kalmamış, hala genç gibi davranıyor.” cümlesinde gerçek anlamında ve günlük kullanımıyladır. Aynı söz “İstanbul’da büyümüş; ama Karadeniz ağzıyla konuşuyor.” cümlesinde dilbilgisinde bir tanım olan “yöresel konuşmalara dilde verilen karşılık” anlamına gelerek bir terim oluşturmuş. Ya da “Irmağın ağzı toprakla dolmuştu.” cümlesinde olduğu gibi “ırmağın denize karıştığı yer” anlamında kullanılarak coğrafi bir terim olmuştur.<br /><br />EŞ ANLAM<br />Aynı kavramı karşılayan farklı sözcükler eş anlamlıdır. Örneğin “ayakkabı” sözü ile “kundura” sözü aynı nesneyi karşıladıkları için eş anlamlı sayılır. Ancak bir sözcük daima başka bir sözcükle eş anlamlı olmaz. Bazen aynı sözcük farklı cümlelerde eş ya da farklı anlamlar da taşıyabilir. Cümlenin gelişine göre eş anlamlılık durumu değişir. Örneğin; “Çocuğun kara gözleri, büyüleyiciydi.” cümlesindeki “kara” yerine “siyah” diyebiliriz. Ancak “Ah alnımın kara yazısı!” sözündeki “kara” yerine “siyah” getirilemez. Çünkü “kara” sözü cümlelerin ikisinde de farklı anlamlar veriyor. Dolayısıyla ikinci cümlede mecaz anlama geldiği için yerine “siyah” sözcüğünü getiremiyoruz.<br /><br />KARŞIT (ZIT) ANLAM<br />Birbirine karşıt kavramları karşılayan sözcüklerdir. Karşıt anlamlı sözcükler iki zıt noktayı belirtirler. Örneğin; “güzel” sözcüğünün karşıtı “itici” olamaz çünkü iticilikte sevimsizlik anlamı da vardır. Oysa “güzel” sözü sevgiyi beraberinde ifade etmez. Bunun karşıtı ancak “çirkin”dir. Aynı durum eylemlerde de görülür. Örneğin; “sevmek” eyleminin karşıtı “sevmemek” değildir. Çünkü “sevmek” iyi bir duygunun varlığını bildirir. Sevmemekte ise bu duygunun bulunmadığı anlamı vardır. Oysa karşıtlıkta, olan duygunun tam karşıtı olmalıdır; bu da “nefret etmek”tir. Bu nedenle karşıtlıkla olumsuzluğun farkını görmek önemlidir.<br /><br />DEYİM<br />En az iki sözcükten meydana gelen, sözcüklerden en az birisi mecaz anlamıyla kullanılan, cümlede eylem bildiren söz öbekleridir. Deyimi oluşturan sözcükler çoğu zaman kendi anlamlarından uzaklaşmış görülürler. Örneğin; “Haberi duyunca etekleri zil çaldı.” cümlesinde “etekleri zil çalmak” çok sevinmek anlamına gelen bir deyimdir. Ancak burada etek, zil, çalmak sözlerinin sevinmekle bir ilgisinin olmadığı açık.<br />Bazı deyimlerde ise sözcükler gerçek anlamlarını tamamen yitirmemiş olabilir. Örneğin; “Yükte hafif pahada ağır ne varsa getirin.” cümlesindeki altı çizili deyimde “yük” ve “paha” sözcüklerinin gerçek anlamlı olduğu açıktır.<br />Deyimler genellikle bir eylem bildirir. Bu nedenle bir eylem gibi çekimlenebilir. Bu yönüyle atasözlerinden farklılık gösterir. Atasözleri daima cümle halinde bulunup yargı bildirirlerken, deyimler mastar olarak da kullanılabilir. Örneğin “küplere binmek” deyimdir ve “sinirlenmek” anlamındadır. Mastar halinde de anlamlıdır. Ancak bu açıklamaya uymayan deyimler de vardır. Örneğin, “Dün az kalsın kaza yapıyordum.” cümlesinde altı çizili söz deyim olarak verilmiş. Biz bu deyimi “az kalmak” şeklinde mastar olarak kullanamayız. Aslında bir eylem de bildirmeyen bu tür sözler, deyimlerin genel niteliklerine pek uymaz.<br /><br />ATASÖZÜ<br />Yıllar önce söylenmiş, dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelmiş, öğüt bildiren, genel kural niteliği taşıyan söz öbekleridir. Genellikle kesin bir yargı bildiren cümleler biçiminde görülür.<br />Atasözlerinin söyleyeni belli değildir. Sadece mecaz anlam veren atasözü olabileceği gibi, sadece gerçek ya da hem gerçek hem mecaz anlam taşıyanlar da vardır. Örneğin; “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” atasözü sadece mecaz; “Dost ile ye iç, alışveriş etme.” sadece gerçek”; “Taşıma su ile değirmen dönmez.” hem gerçek hem mecaz anlam verir.<br /><br />SESTEŞ (EŞSESLİ) SÖZCÜKLER<br />Yazılışları aynı, anlamları arasında hiçbir ilgi bulunmayan sözcüklerdir. Örneğin;<br />Bir gül de içimiz aydınlansın.<br />Bu gül bahçesini çok severim.<br />cümlelerinde altı çizili sözlerin yazılışları aynıdır. Ancak birincisi eylem, diğeri çiçek ismi olan bu sözler arasında hiçbir anlam ilgisi yoktur. Öyleyse bunlar sesteş sözcüklerdir.<br /><br />ÖZDEYİŞ (VECİZE)<br />Kim tarafından söylendiği bilinen özlü sözlerdir. Genellikle evrensel nitelikler gösterir.<br />Düşünüyorum, öyleyse varım.<br />Descartes<br /><br />YANSIMA SÖZCÜKLER<br />Doğada duyulan seslerin taklit edilmesiyle oluşan sözcüklerdir. Bu sözcüklerde ses-anlam ilişkisi güçlüdür. Bu tür sözcükler sese dayalı olduğundan çoğu dilde benzerlik gösterir.<br />Çalılıktan çıtır çıtır sesler geliyordu.<br />Köpek acı acı havlıyordu.<br />Su şırıl şırıl akıyordu.<br />cümlelerinde altı çizili sözler yansımadır.<br />Yansıma sözcüklere benzeyen ancak ses ilgisi bulunmadığından yansıma denmeyen sözcükler de vardır.<br />Güneş pırıl pırıl parlıyordu.<br />Işıl ışıl bir güne merhaba dedik.<br />cümlelerinde altı çizili sözler sese dayalı olmadığından yansıma değildir.<br /><br />İKİLEME<br />Sözün anlamını pekiştirmek, onu zenginleştirmek ya da değişik anlam ilgileri oluşturmak için iki sözün bir araya getirilmesiyle oluşan söz öbeğidir. İkilemeler yapıca ve anlamca farklılıklar gösterir.<br />a. Aynı sözcüğün tekrarıyla yapılabilir.<br />Usul usul sınıfı terk etti.<br />Koşa koşa geldi.<br />b. Yakın anlamlı sözcüklerin tekrarıyla yapılabilir.<br />Yalan yanlış sözlerle ortalığı karıştırdı.<br />Artık kimsede ar namus kalmadı.<br />c. Karşıt anlamlı sözcüklerin tekrarıyla yapılabilir.<br />Aşağı yukarı iki aydır kimse uğramadı buraya.<br />İşin aslını er geç öğreneceğim.<br />d. Biri anlamlı biri anlamsız sözcüklerle yapılabilir.<br />Eğri büğrü yollardan denize ulaştık.<br />İçeriye ufak tefek bir adam girdi.<br />e. Her ikisi de anlamsız sözcüklerle yapılabilir.<br />Ivır zıvır eşyaları tavan arasına kaldırdık.<br />Böyle eften püften sebeplerle oyalama beni.<br />f. Sözcüklerden biri ya da her ikisine ekler getirilerek yapılabilir.<br />Beni baştan aşağı şöyle bir süzdü.<br />Onunla başa baş mücadele etti.<br />Her ikileme cümleye değişik bir anlam katar.<br />Yüzüme acı acı gülümsedi. (kuvvetlendirme)<br />Gideli aşağı yukarı iki gün oldu. (ihtimal)<br />Ivır zıvır eşyaları atın. (değersiz)<br />Caddede sıra sıra ağaçlar vardı. (çokluk)<br /><br />AD AKTARMASI<br />Benzetme ilgisi kurmadan bir sözün başka bir söz üzerine kullanılmasıdır. Bunda, parça söylenip bütün, genel söylenip özel çağrıştırılabilir.<br />“Biz hilale şan arayan gemicileriz.”<br />dizelerinde “hilal” sözü bayrak yerine kullanılmıştır.<br />“Bu derste Fikret’i okuyacağız.”<br />sözünde “Fikret” sözü Fikret’in şiirleri anlamında kullanılmıştır.<br /><br /><br /><br /><span style="color:#33ff33;">CÜMLE ANLAMI</span><br />Cümle, yargı bildiren sözcük ya da söz öbeğidir. Bir sözün yargı bildirmesi, şahıs ve kip bildirecek biçimde çekimlenmesine bağlıdır. Bu özelliği gösteren tek bir sözcük cümle olabileceği gibi birbirini tamamlayan birçok sözcük de cümle özelliği gösterebilir. Yani “geliyorum”, “hastayım” sözleri de cümledir; “Dün seni okulun bahçesinde arkadaşlarınla gezerken görmüştüm.” de cümledir. Daha uzun cümleler de kurulabilir.<br />Bizim burada üzerinde duracağımız konu cümlenin yapısal özellikleri değil anlamlarıdır. Sınavlarda çıkan cümle anlamıyla ilgili soruları iki grupta değerlendirebiliriz. Birincisi cümlelerin anlamca eşleştirilmesi şeklindedir. Bir bilgi gerektirmeyen bu tür soruların çözümünde cümlelerin ifade ettiği anlamların iyi kavranması gerekir. Kimi zaman ise bu şekilde eşleştirme sorulmaz da cümlede anlatılmak istenenin ne olduğu, sözü edilen düşünceyle, hangi cümlenin aynı doğrultuda olduğu ya da sözü edilen düşünceyle hangi cümlenin çeliştiği sorulabilir<br />Bazı cümle anlamı soruları da cümle tamamlama biçiminde olabilir.<br />İkinci grup cümle anlamı soruları ise kavramlar ve duygularla ilgilidir. “Tanım, üslup, değerlendirme, öznellik, nesnellik, karşıtlık, eşitlik, karşılaştırma, önyargı, neden-sonuç, koşula bağlılık, beğenme...” sorulan kavram ve duygulardan bazılarıdır. Bunlardan önemli gördüklerimizi açıklayarak konuyu pekiştirelim.<br /><br />TANIMLAMA<br />Bir şeyin ne olduğunu anlatan cümleler tanım cümleleridir. Bu tür cümleler “Bu nedir?” sorusuna cevap verir. Örneğin, “Sözcük, dilin anlamlı en küçük parçasıdır.” cümlesinde tanım yapılmıştır. Çünkü, “Sözcük nedir?” sorusuna cevap verir.<br /><br />ÜSLUP<br />Sanatçının dili kullanma biçimi, anlatım şekli üslupla ilgilidir. Cümlelerin uzunluğu, kısalığı, sözcük seçimi, sanatlı ya da yalın oluş, sanatçının üslubunu ortaya koyar. Örneğin, “Sanatçı eserinde gerçekleri dile getirir.” cümlesi üslupla ilgili değildir. Çünkü anlatımdan söz edilmemiş. Ancak “Sanatçı, eserinde gerçekleri kısa, yalın cümlelerle dile getirmiş.” sözü üslupla ilgilidir.<br /><br />KARŞILAŞTIRMA<br />Bir düşünceyi ya da kavramı daha anlaşılır hale getirmek için onu başka bir düşünce ya da kavramla herhangi bir yönden değerlendirmeye denir. Karşılaştırma, ortak ya da farklı yönlerden yapılabilir. Örneğin “Ahmet’in boyu Ali kadar uzundur.” cümlesinde Ahmet ve Ali boyları yönünden karşılaştırılmışlardır. “Ali, Ahmet’ten çalışkandır.” cümlesi de bir karşılaştırmadır. Karşılaştırma çalışkanlık yönünden yapılmış. “Ahmet gezmeyi çok sever, Ali ise ders çalışmayı tercih eder.” cümlesinde de karşılaştırma vardır. Ali ve Ahmet sevdikleri durumlar yönünden karşılaştırılmışlardır.<br />Karşılaştırmayla benzetmeyi karıştırmamalıyız. Karşılaştırmada üstünlük, aşağılık ya da aynı seviyede olmak gibi bir derecelendirme vardır. Benzetmede bu görülmez. “O aslan gibi bir delikanlıdır.” cümlesinde benzetme vardır. Ancak “O aslan kadar güçlüdür.” cümlesinde karşılaştırma vardır; çünkü birincisinde benzerlik, ikincisinde derecelendirme söz konusudur.<br /><br />ÖZNELLİK VE NESNELLİK<br />Kimi yargıların kişiden kişiye değişen göreli bir yanı vardır. Bu yargıların doğru ya da yanlış olduğu kanıtlanamaz. Söyleyenin yorumunu içeren bu tür yargılara öznel yargılar denir. Örneğin “En beğenilen edebiyat türü romandır.” cümlesinde beğeni ifadesi, söyleyenin yorumuna bağlıdır ve bu yorum kişiden kişiye değişir.<br />Doğruluğu ya da yanlışlığı kişiden kişiye değişmeyen, kanıtlanabilir bir bilgi özelliği taşıyan ve söyleyenin yorumunu içermeyen yargılar ise nesneldir. Örneğin, “En çok satan romanlar aşk romanlarıdır.” cümlesi nesneldir. Çünkü satış rakamları incelenerek kanıtlanabilecek bir bilgi cümlesidir.<br /><br />DEĞERLENDİRME<br />Bir sanat eserinin, sanatçının ya da herhangi bir durumun iyi ya da kötü yönlerini ortaya koymaya veya özelliklerini belirlemeye değerlendirme denir. Değerlendirmeler öznel ya da nesnel nitelik gösterebilir. Örneğin “Sanatçı şiirinde yabancı sözcüklere hiç yer vermemiş.” cümlesi nesnel bir değerlendirmedir. Ancak “Şiirde her insanı derinden etkileyen hayal alemlerine yer verilmiş.” cümlesi öznel bir değerlendirmedir.<br />Değerlendirme belli bir eser, kişi ya da durum üzerine yapılır ve genel kanı niteliği taşımaz.<br /><br />KOŞULA BAĞLILIK<br />Bir eylemin ya da durumun gerçekleşebilmesi için önceden olması gereken başka bir durumun varlığı, koşula bağlılıktır. Örneğin “Sizinle gelirim, ama önce bu işi bitirmeme yardım ederseniz.” cümlesinde “gelme” eyleminin olması “yardım etme” eyleminin gerçekleşmesine bağlıdır. Koşul olarak ileri sürülen durum gerçekleşmezse sonuç olacak durum da gerçekleşmez. Cümledeki koşulu bulabilmek için yükleme “hangi şartla, hangi taktirde” gibi sorular sorulabilir.<br /><br />NEDEN - SONUÇ<br />Bir eylemin hangi gerekçeyle ya da hangi nedenden dolayı yapıldığını bildiren cümlelerde neden-sonuç ilgisi vardır. Bunu bulmak için yükleme “niçin” sorusu sorulabilir. Bu tür sorularda neden-sonuç sorulabileceği gibi hangi gerekçeyle yapıldığı da sorulabilir.<br /><br /><br /><span style="color:#33ff33;">PARAGRAF</span><br />Paragraf, bir düşünceyi tam olarak anlatabilmek için bir araya getirilen cümleler topluluğudur. Yani paragrafın bütün cümleleri aynı konuyu işler ve aynı düşünceyi açıklar ya da destekler. Tek bir düşünce etrafında oluştuğundan kendi içinde bir bütünlük gösterir; kendinden önceki ya da sonraki paragraflara bir bağlılık göstermez.<br />Bu konudaki sorular paragrafın değişik özellikleriyle ilgilidir. Genellikle paragrafın ana düşüncesi, yardımcı düşünceleri, konusu, başlığı sorulur ya da paragrafın oluşturulmasıyla ilgili özellikler üzerinde durulur. Bir veya iki tane soruda da paragrafın anlatımıyla ilgili bilgiler sorulabilir.<br />Paragraf sorularının çözümünde bazı noktalara dikkat etmeliyiz. Bunlardan en önemlisi paragrafa yorum karıştırmamaktır. Paragrafı okurken önyargılarımızı, kabullerimizi bir kenara bırakıp paragrafta sözü edilenler üzerinde durmalıyız. Bazen bize göre çok yanlış bir düşüncenin doğruluğu savunulabilir. Paragrafta ne savunulursa onun doğru olduğu kabullenilerek soruya yaklaşmak gerekir.<br /><br />PARAGRAFIN KONUSU<br />Paragrafta hakkında söz söylenen düşünce, olay ya da durumlar konuyu verir. Konuyu bulmak için “Parçada neden söz ediliyor?” diye sorabiliriz. Yani üzerinde durulan neyse konu da odur. Bununla ilgili sorular değişik soru kökleriyle karşımıza çıkar.<br />“Bu parçada aşağıdakilerden hangisinden söz edilmektedir?”<br />“Bu parçanın konusu aşağıdakilerden hangisidir?”<br />“Bu parçada aşağıdakilerden hangisinden yakınılmaktadır?”<br />gibi sorular konuyu sorar.<br />Parçada konuyu soran bir diğer soru şekli de paragrafın bir soruya cevap olarak verilmesidir. Elbette bunlarda yazara sorulan sorunun konusu neyse cevap da o konuda olacaktır.<br />Konumuzun paragraf olması, konu, başlık, anadüşünce vs. gibi soruların sadece paragraftan olacağı anlamına gelmez. Bazen bir şiir parçası verilerek de bu tür özellikler sorulabilir.<br /><br />PARAGRAFIN BAŞLIĞI<br />Paragrafın bir düşünce etrafında döndüğünü ve daima bir konudan söz ettiğini söylemiştik. Bir bakıma paragraf, bir makalenin, bir denemenin, bir fıkranın küçültülmüş şekli gibidir. Öyleyse nasıl bu tür yazıların bir başlığı varsa, paragrafın da bir başlığı olur. Ancak yazı başlıklarının dikkati çekme, ilgi uyandırma ya da şaşırtma gibi özellikleri vardır. Oysa paragrafın başlığı bu amaçla seçilmez. Konuyu en iyi şekilde yansıtan bir veya birkaç söz başlık olarak belirlenir.<br /><br />PARAGRAFIN ANADÜŞÜNCESİ<br />Anadüşünce, parçada yazarın okuyucuya vermek istediği mesajdır. Buna yazarın paragrafı yazma amacı da diyebiliriz. Her paragrafın belli bir anadüşüncesi vardır. Bu düşünce bazen paragrafın herhangi bir yerinde bir cümle halinde verilir. Diğer cümleler bu düşünceyi açıklar ya da destekler. Bazen ise belli bir cümleyle verilmez, paragrafın bütününe sindirilir.<br />Paragrafın anadüşüncesini bulabilmek için kendimize “Yazar bu parçayı hangi amaçla yazdı?”, “Bize ne demek istedi?” gibi soruları sorabiliriz.<br />Anadüşünce, değişik soru biçimleriyle karşımıza çıkar.<br />“Bu paragrafın anadüşüncesi aşağıdakilerden hangisidir?”<br />“Bu paragrafta anlatılmak istenen aşağıdakilerden hangisidir?”<br />“Bu parçada aşağıdakilerden hangisi vurgulanmıştır?”<br />gibi sorular anadüşüncenin sorulduğu soru tiplerinden bazılarıdır.<br />Anadüşünceyi veren cümleler kesin bir yargı bildirir, açık ve anlaşılır bir anlam taşır.<br />Anadüşünce, parçada sözü edilenleri en kapsamlı bir biçimde bildirir. Parçada olmayan konular anadüşünce içinde yer almayacağı gibi, parçanın bir kısmını bildiren cümleler de anadüşünceyi vermez. Parçanın tümünü kapsayacak biçimde olması gerekir onun.<br />“Bir dilin söz dağarcığıyla o dili konuşan toplumun yaşama biçimi arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Sözgelimi sözcük sayısı Türkçeye oranla çok fazla olan İngilizcede yeşil için birkaç sözcük bulunurken, Türkçede, doğayla içli dışlı olmanın bir sonucu olarak yosun yeşili, çağla yeşili, tirşe, ördekbaşı gibi birçok sözcük vardır. Bunun gibi, söz dağarcığını oluşturan öğelerin somutluğu, soyutluğu da yine toplumun yaşama biçimine bağlıdır.”<br />Yukarıdaki parçaya baktığımızda toplumun yaşayış biçimiyle söz dağarcığı arasında ilgi kurulduğunu görürüz. Yazar bize vermek istediği mesajı ilk cümlede vermiş. Daha sonra “sözgelimi” diyerek ileri sürdüğü bu düşünceyi örneklendirmiş. İlk cümlenin genel ve kesin bir yargı bildirmesi de anadüşünceyi vermesinin diğer bu yanıdır. Bu parçadan “Türkler doğayla iç içe yaşadığı için doğayla ilgili birçok sözcüğe sahiptir.” yargısını çıkarabiliriz. Ancak bu yargı anadüşünce olmaz; çünkü parçanın sadece bir kısmını karşılar. “Söz dağarcığının genişliği toplulukların gelişmişlik düzeyini gösterir.” gibi bir yargı ise gerçekte doğru olsa bile parçada sözü edilmediğinden parçanın anadüşüncesi olamaz.<br /><br />PARAGRAFIN YARDIMCI DÜŞÜNCELERİ<br />Her paragrafın tek bir konu üzerinde durduğunu ve bir anadüşünce etrafında döndüğünü söylemiştik. Paragrafta bunun dışında, anadüşüncenin daha iyi açıklanmasını sağlayan, onu daha belirgin hale getiren, işlediği konunun sınırlarını çizen düşünceler de vardır. Bu düşüncelere de paragrafın yardımcı düşünceleri denir. Bir paragrafta anadüşünce bir tane iken yardımcı düşünce sayısı birden fazla olabilir.<br />Yardımcı düşünceyle ilgili sorular çoğu zaman olumsuz biçimdedir.<br />“Bu paragraftan aşağıdakilerden hangisi çıkarılamaz?”<br />“Bu paragrafta aşağıdakilerden hangisine değinilmemiştir?”<br />“Bu parçadan aşağıdakilerden hangisine ulaşılamaz?”<br />gibi sorular hep yardımcı düşünceleri sormaktadır. Bir parça üzerinde yardımcı düşünceleri inceleyelim.<br />Gündelik dil bilincimiz ile algımız, ister istemez birtakım toplumsal kalıplarla koşullanmıştır. Oysa şiirin, öykünün, romanın sunduğu kurmaca dünya, bizim yeni bir algı durumuna girmemizi gerektirir. Gerçekte, okuma sırasında bir beklentiden ötekine, bir varsayımdan ötekine geçerek sürdürdüğümüz bilinç etkinliği, bu yeni algı konumunun aranışından başka bir şey değildir. Haşim’in şiirindeki karanfil, bizim gündelik deneylerimizden tanıdığımız karanfil olmaktan çok uzaktır.”<br />Şimdi bu parçadan hangi düşüncelerin çıkabileceğine bakalım.<br />Toplumsal kalıplar algımızı ve bilincimizi koşullandırır.<br />Şiir, öykü, roman gibi türler bize kurmaca bir dünyanın kapılarını açar.<br />Şiirin kurduğu dünya ile romanınki birbirinden oldukça farklıdır.<br />Okuma sırasında bilinç etkinliğimiz sürekli değişir.<br />Şiirin etkileme gücü, düzyazıdan daha çoktur.<br />Gündelik hayatta karşılaştığımız nesneler, şiirde karşımıza farklı nesneler olarak çıkabilir.<br />Haşim şiirinde karanfili en güzel biçimde betimlemiştir.<br />Parçayı incelediğimizde, şiirle romanın karşılaştırmasının yapılmadığını görürüz. Öyleyse c’deki cümle parçadan çıkmaz. Eserlerin etkileme gücünden söz edilmediğinden e, Haşim’in karanfili nasıl betimlediğinden söz edilmediğinden g parçadan çıkarılamaz. Diğerlerine ise parçada yer verilmiştir.<br /><br />PARAGRAFIN YAPISI<br />Paragrafın; bir makalenin, denemenin ya da başka bir yazının küçültülmüş biçimi olduğunu önceki sayımızda söylemiştik. Nasıl bu tür yazıların giriş, gelişme ve sonuç bölümleri varsa, bir paragrafın da bu tür bölümleri vardır. İşte paragrafın yapısıyla ilgili sorular böyle bir bölümlemeyi ortaya çıkarmak için sorulur.<br />Paragrafın yapısı değişik soru biçimleriyle karşımıza çıkar.<br />Bazı sorular paragraf oluşturmayla ilgilidir. Yani bir paragraf oluşturabilecek cümleler dağınık olarak verilir ve öğrencinin bunlardan bir paragraf oluşturması istenebilir. Bu tip sorularda cümlelerin anlamca ve yapıca birbirine bağlanabilmesi aranmalıdır.<br />Bir paragraf kendi içinde bir bütünlük oluşturur. Bu yüzden kendinden önceki veya sonraki paragraflara yapıca bir bağlılık göstermez. Öyleyse paragrafın ilk cümlesi onu kendinden önceki cümlelere bağlayan herhangi bir anlam veya bağlayıcı öğe taşımamalıdır. Bir başlangıç ifade etmelidir. Aynı zamanda kendinden sonraki cümlelere de anlamca bağlılık göstermelidir.<br />Paragraf tamamlamanın sorulduğu bir diğer soru tipinde de son cümle sorulur. Parçanın son cümlesi bir bitiş bildirir. Ya anlatılanlardan bir sonuç çıkarılır ya da bir olayın bitişini gösterir. Bu soruların çözümünde cümlelerin anlamca bağlılığı yanında yapısal olarak bağlanmalarına da dikkat edilmelidir.<br />Son yıllarda sorulan paragraf oluşturmayla ilgili diğer bir soru tipi, paragrafın içine cümle yerleştirme şeklindedir. Bu tip sorularda cümlelerin hem anlam hem yapı bakımından uygun olduğu yer aranmalıdır.<br />Gittikçe soru sayısı artan diğer bir paragraf tipi, düşüncenin akışının bozulmasıyla ilgili olanlardır. Bir paragrafın tek bir düşünceyi aktardığını, cümlelerin hep bu düşünce etrafında döndüğünü önceki bölümlerde anlatmıştık. İşte bir paragraf içinde, paragrafın düşünce bütünlüğüne uymayan cümle varsa, bu cümle anlatımın akışını bozmaktadır.<br />Düşüncenin akışıyla ilgili bir diğer soru tipi de, parçanın iki paragrafa bölünebilmesiyle ilgilidir. Bu tip parçalarda, parçanın bir bölümünde bir düşünce, ikinci bölümünde başka bir düşünce işlenir.<br />Bazı tip sorularda ise düşüncenin akışı cümlelerin yanlış yerde bulunmasından dolayı bozulmuştur. Bu tür sorularda numaralanmış cümlelerin uygun bir biçimde düzenlenmesi istenir.<br /><br />PARAGRAFLARDA SORULAN KAVRAMLAR VE DUYGULAR<br />Bazı paragraf sorularında kişilerin nitelikleri üzerinde ya da yazının özellikleri üzerinde durulur. Bu tip sorularda seçeneklerde geçen kavramların duyu ve duyguların bilinmesi gerekir. Bunlardan bazıları şunlardır:<br />Özgünlük: Başkasına benzememe, kendine has olma demektir. Parçalarda genelde taklitçilikten kaçınma ve yenilikçi olmayla açıklanır.<br />Doğallık: Yapmacıksız, süs ve özentiden uzak, günlük hayatta olduğu gibi olma demektir.Duruluk: Açık ve anlaşılır olma, kapalı ifadelerden kaçınma, söylenmek isteneni imgeler arkasına gizlemeden anlatma demektir.<br />Akıcılık: Okuyucuyu sıkmayan, sürükleyici bir anlatıma sahip olma demektir.<br />Özlülük: Az sözle çok şey ifade edebilme, sözü uzatmaktan kaçınma demektir.<br />Yoğunluk: Birçok anlamı bir arada verme, anlam içinde anlam bulunması demektir.<br />Kimi zaman da parçada ağır basan duyu ve duygular sorulabilir. Duyu ve duyguyu birbirine karıştırmamak gerekir. Duyu dışarıdaki nesneleri algılama yolumuzdur. Nesneler beş duyu organıyla algılanır. Duygu ise içimizden geçen hislerdir. Sevinç, keder, hoşgörülü olma, alçak gönüllülük...<br /><br /><span style="color:#33ff33;">ANLATIM BİÇİMLERİ</span><br />Paragrafta yazarın herhangi bir düşünceyi ya da durumu ortaya koyma biçimine anlatım denir. Yazar aktaracağı duruma uygun bir anlatım biçimi seçemezse, yazısının etki gücü azalır. Bir bilgiyi aktarmakla bir olayı hikaye etmek ya da bir manzarayı betimlemek farklı bir anlatım gerektirecektir.<br /><br />Bu biçimleri şu şekilde açıklayabiliriz.<br />1. Açıklama<br />Öğretici özellik gösteren bir anlatım biçimidir. Yazarın amacı bilgiyi en kısa yoldan okuyucuya anlatmak olduğundan, yazar sanatlı söyleyişlere, imalı sözlere pek yer vermez. Açık, anlaşılır bir dil kullanır. Soyutluktan, kişisellikten kaçınır. Tanımlarla, örneklerle konunun en iyi biçimde anlaşılmasını sağlar. Ansiklopedilerde daha çok bu tür bir anlatım görülür.<br /><br />2. Tartışma<br />Yazarın, bir düşüncenin, bir önerinin doğru olmadığını ortaya koymak amacıyla hazırladığı yazılarda başvurduğu bir yöntemdir. Yazar okuyucuyla sohbet ediyormuş gibi bir üslupla yazısını oluşturur. Devrik cümlelerle, soru ve cevaplarla yazısına akıcılık kazandırır. Sonuçta burada da bilgi ortaya konmuş olabilir; ancak bir görüşün başka bir görüşe karşı savunuculuğunun yapılması onu açıklamadan ayırır. Yazar, görüşlerini inandırıcı kılmak için kanıtlama yoluna başvurur. Kanı niteliği taşıyan yargılardan kaçınır, nesnel olmaya çalışır.<br /><br />3. Betimleme<br />Yazarın, gördüklerini okuyucunun gözünde canlanacak biçimde anlatmasıyla oluşan bir anlatım biçimidir. Betimlemede asıl olan görselliktir. Bu nedenle gözle algılanan renk ve biçim ayrıntılarına büyük yer verilir.<br /><br />Betimlemeler iki grupta incelenir.<br />a. Ruhsal betimleme : İnsanların iç dünyasıyla tanıtıldığı, tavır ve davranışlarının ele alındığı betimleme türüdür. Görsellikten çok, izlenim ve sezginin ağır bastığı bu betimlemeler sadece insanlara özgüdür.<br />“İçli, çok duygulu bir adamdı; konuşurken hem ağlar hem ağlatırdı...” sözleri bu tür betimlemedir.<br />b. Fiziksel betimleme : Gözle görülenin anlatıldığı betimlemelerdir. Kişinin dış görünüşüyle betimlenmesi ya da dış dünyanın anlatılması bu türdendir.<br />Betimlemelerde yazar nesnel olabileceği gibi gözlemlerine duygularını da katabilir.<br /><br />4. Öyküleme<br />Belli bir zaman diliminde gelişen olayların anlatıldığı durumlarda başvurulan anlatım biçimidir. Olayın olmadığı yerde öyküleme olmaz. Anlatım yönüyle betimlemeye benzer; ancak betimlemelerde yazarın izlenimleri söz konusu olduğu halde, öykülemede olayın aktarımı, durumların değişmesi, zaman süreci söz konusudur.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">DÜŞÜNCEYİ GELİŞTİRME YOLLARI</span><br />Her paragrafın belli bir düşünceyi aktarmak için yazıldığını söylemiştik. Yazar bu düşünceyi okuyucuya değişik şekillerde ortaya koyarak anlatır. Burada anlatım biçimiyle düşünceyi geliştirme yollarının farklı şeyler olduğunu da söylemeliyiz. Ancak anlatım biçimi dört tane olduğundan bir soru haline getirilemez. Bu nedenle geliştirme yollarıyla birlikte sorulur.<br /><br />Şimdi sorularda karşımıza çıkan “düşünceyi geliştirme yolları”nı açıklayalım.<br />1. Tanımlama<br />Kavramların tanımlar halinde verilmesi şeklinde ortaya çıkar. Tanımın ne olduğunu cümle anlamında görmüştük. Parça içinde bir tanım cümlesi varsa, tanımlama var sayılır; bütün paragrafın tanım olması gerekmez.<br /><br />2. Karşılaştırma<br />İki farklı düşünce, kavram ya da durumun mukayese edilmesiyle ortaya çıkan bir yöntemdir. Karşılaştırmada, karşılaştırılan olgular arasında bir derecelendirme söz konusudur. Bir kavram diğerinden üstün, aşağı ya da diğeriyle aynı seviyede olması yönünden başka bir kavramla karşılaştırılır. Üslup olarak “Bu böyledir; şu ise şöyledir. “ ifadesi hakimdir.<br /><br />3. Örneklendirme<br />Anlatılan konuyla ilgili örneklerin verilmesiyle ortaya çıkar. Konuyu daha anlaşılır ve zihinde daha iyi kalıcı bir niteliğe kavuşturur. Verilen örneğin okur tarafından bilinen, çağrışım yaptırıcı bir nitelik taşıması gerekir.Bazen bir fıkra, bir öykücük bile örnek olarak verilebilir.<br /><br />4. Tanık Gösterme<br />Yazarın, düşüncesini inandırıcı kılmak için, o konuda sözüne güvenilir birinin sözünü parçasına alıntı yaparak almasıyla oluşur. Genellikle bu söz tırnak içinde verilir. Sözün olmadığı yerde tanık gösterme de olmaz.<br />5. Benzetme<br />Bir olguyu anlatırken başka olgularla benzerlik kurma şeklinde oluşur. İki olgu arasında sağlam bir benzerlik olmalıdır.<br /><br />6. İlişki Kurma<br />İki kavram arasındaki ilgiden üçüncü bir hüküm çıkarma durumudur. Genellikle kavramlar arasında ilişki kurulduğu için bu adla verilir.<br /><br /><br /><span style="color:#33ff33;">SÖZCÜK TÜRLERİ</span><br />Sözcükler tür bakımından üç ana gruba ve sekiz ayrı türe ayrılır:<br />a. İsim Soylu Sözcükler : İsim, sıfat, zamir, zarf<br />b. Edat Soylu Sözcükler : Edat, bağlaç, ünlem<br />c. Fiiller<br /><br /><span style="color:#33ff33;">A - İSİM SOYLU SÖZCÜKLER<br /></span>İSİM (AD)<br />Varlıkları, kavramları karşılayan sözcüklerdir. İsimlerle, karşıladıkları kavram ve nesneler arasında çok sıkı bir ilgi vardır. Bunlar daima birbirlerini çağrıştırır. Örneğin “kitap” sözü aklımızda hemen varlık olarak “kitap” nesnesini canlandırır. Ya da bir kitabı gördüğümüzde zihnimize hemen onu karşılayan isim gelir. Kavramlar için ise bu kadar belirgin bir ilişkinin varlığını söyleyemeyiz. Örneğin “dert” dendiğinde aklımızda bir nesne canlanmaz; ancak bunun insanı sıkıntıya sokan bir durum olduğu zihnimizde belirir.<br />İsim değişik yönlerden incelenir.<br />Varlıklara Verilişlerine Göre:<br />a. Cins İsmi : Aynı türden varlıkları karşılayan isimlerdir. Bu varlıkların benzerleri etrafta çoktur: ağaç, top, kitap vs.<br />b. Özel İsim : Tek olan, tam bir benzeri bulunmayan varlıkları karşılayan isimlerdir.<br />Yer adları (Samsun, Uludağ...)<br />Kişi adları (Ahmet, Mustafa...)<br />Ülke adları (Pakistan, Şili)<br />Kitap, dergi, gazete adları (Yaban, Tanin...)<br />Kurum adları (Marmara Üniversitesi, Kızılay)<br />Dil adları (Türkçe, İngilizce...)<br />Din ve mezhep adları (İslamiyet, Ortodoks...)<br />Hayvanlara verilen adlar (Boncuk, Tekir...)<br />Bir isim, her zaman cins ismi olmayacağı gibi her zaman özel isim de olmaz.<br />“Mevsimlerden baharı severim.” derken “bahar” cins ismidir. Ancak;<br />“Bugün Bahar sınıfta yoktu.” cümlesinde bu isim bir kişi adı olmuş ve özel isim haline gelmiş. Elbette bunun tersi de olabilir.<br />“Uzaydan Dünya’nın resmini çekmişler.”<br />cümlesinde “Dünya” özel bir isimdir. Çünkü bir gezegeni karşılar. Ancak;<br />“Dün, seni, dünyayı dolaştım, bulamadım.” cümlesinde “dünya” çok yer gezmek anlamında mecaz bir anlama gelmiş ve cins ismi olmuştur.<br />Not : Özel isimlerin baş harfleri daima büyük harfle yazılır.<br />Karşıladığı Varlığın Sayısına Göre:<br />a. Tekil İsim : Sayıca tek bir varlığı karşılayan isimlerdir: Kalem, silgi, ev...<br />b. Çoğul İsim : Sayıca birden çok varlığı karşılayan isimlerdir. İsimlere (-ler, -lar) eki getirilerek yapılır: Ağaçlar, evler, kitaplar...<br />c. Topluluk İsmi : Çoğul eki almadan birçok varlığı karşılayan isimlerdir: Toplum, halk, millet, ordu, bölük, sürü...<br />Topluluk isimleri de çoğul eki alabilir. Bu durumda grupların çoğulu bildirilmiş olur. Örneğin “Dünya milletlerinin yakınlaşması gerekir.” derken kendi içinde bir grup oluşturan “millet” sözüyle birden fazla grup anlatılmış olur.<br />İsimleri ayrıca somut ve soyut oluşlarına göre de gruplandırabiliriz. Ancak daha önce soyut, somut anlamı açıkladığımızdan, burada ayrıca üzerinde durmayacağız. Somut anlamlı olan “masa” sözcüğünün somut; soyut anlamlı olan “neşe” sözcüğünün soyut isim olduğunu bilmeliyiz.<br /><br />SIFAT (ÖNAD)<br />İsimleri niteleyen ya da belirten sözcüklerdir.<br />Sıfatlar ancak varlıklarla ortaya çıkar. Bu nedenle tek başlarına kullanılamaz. Sıfat olarak kullanılan çoğu sözcük bazen bir kavramın karşılığıdır. Örneğin “mavi”, bir renk ismidir, “iki”, bir sayı ismidir. Ancak bu sözcükler isimlerin özelliklerini bildirecek duruma gelirse sıfat olur. Yani;<br />“Mavi gözlerine bayıldım.” cümlesinde “mavi” göz isminin rengini bildirdiğinden sıfattır. Ya da “iki” sözü; “İki kalemi vardı.” cümlesinde kalemlerin sayısını bildirdiğinden sıfat olmuştur.<br />Ancak sıfatın mutlaka isimden önce gelmesi gerekmez. Bazen bir ismin niteliğini bildirmesine rağmen isimden önce gelmediği de olur.<br />“Elinde güzel bir çiçek vardı.” cümlesinde “güzel” sözü isimden önce gelerek onun sıfatı olmuş. Biz aynı cümleyi;<br />“Elindeki çiçek güzeldi.” diye de söyleyebiliriz. Bu durumda “güzel” sözü yine çiçeğin bir niteliğini bildirir. Öyleyse yine sıfat görevindedir.<br />Bu genel bilgilerden sonra, şimdi de sıfatların çeşitlerini görelim.<br /><br />a. Niteleme sıfatları<br />Varlıkların yapısal özelliklerini ortaya koyan sıfatlardır. Bunlar varlığın nasıl olduğunu bildirir ve isme sorulan “nasıl” sorusuna cevap verir.<br />“Kurumuş yapraklar yere döküldü.” cümlesindeki altı çizili sözcük, yaprağın nasıl olduğunu yani niteliğini bildiriyor. İsme “Nasıl yapraklar?” diye sorarsak cevap olarak “kurumuş” sözünün geldiğini görürüz.<br /><br />b. Belirtme sıfatları<br />Varlıkların diğer varlıklarla ilgileri sonucunda aldığı özellikleri belirten sıfatlardır. Kendi arasında dört gruba ayrılır.<br /><br />İşaret Sıfatı: Varlıkların bulunduğu yerleri gösteren sıfatlardır. Söyleyen kişinin, sözünü ettiği nesneye uzaklığına göre değişir.<br />“Bu evi biz aldık.” cümlesinde evin yakın olduğu;<br />“Şu evi biz aldık.” cümlesinde biraz uzak;<br />“O evi biz aldık.” cümlesinde çok uzak ya da, sözü edilen bir evin olduğu anlaşılır. Bu cümlelerde altı çizili sözcükler işaret sıfatıdır. Bu tür sıfatlar isme “hangi” sorusunun sorulmasıyla bulunur. “Hangi ev?”, “ “Bu ev” gibi...<br />Bazı işaret sıfatları ise yer bildirir. Bunlar çoğu zaman “-ki” ekini alarak kullanılır.<br />Buradaki evi biz aldık.<br />Şuradaki evi biz aldık.<br />Oradaki evi biz aldık.<br />cümlelerinde bulunan altı çizili sözcükler yer bildiren işaret sıfatlarıdır. Bunların dışında; öteki sokak, beriki ağaç gibi yer bildiren sıfatlar da vardır.<br /><br />Sayı Sıfatları : İsimlerin sayısal özelliklerini bildiren sıfatlardır. Birkaç türü vardır.<br />Sınıfta yedi öğrenci vardı. Asıl sayı sıfatı<br />Yedinci öğrenci gelsin.Sıra sayı sıfatı<br />Yedişer kişi geldi.Üleştirmesayı sıfatı<br />Yedi de bir ihtimal var.Kesir sayı sıfatı<br />Çeyrek ekmek aldı.Kesir sayı sıfatı<br />Bunların dışında bazı kaynakların topluluk sayı sıfatı diye adlandırdığı, ikiz çocuk gibi sıfatlar da vardır.<br /><br />Belgisiz Sıfat : İsimlerin nicelik yönüyle belirsizliklerini ifade eden sıfatlardır.<br />Bazı konularda bilgisi yoktur.<br />Birtakım yanlış fikirleri vardı.<br />Hiçbir öğrenci gelmemişti.<br />Bütün kitapları aldı.<br />Her yer tertemizdi.<br />Bir gün bu iyiliğinizi ödeyeceğim.<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler belgisiz sıfatlardır. İsimleri sayıca az çok belli etmişler ancak tam bir özellik bildirmemişlerdir.<br /><br />Soru Sıfatı : İsimlerin niteliğini, herhangi bir özelliğini soran sıfatlardır. Bu sözcüklerin yerine konan sözcükler de sıfattır.<br />Nasıl filmleri seversin?<br />Kaçar lira ayırmamız gerekiyor?<br />Hangi soruyu çözemedi?<br /><br />Adlaşmış Sıfat<br />Bazen kişinin tam olarak bilinmediği ya da niteliğinin vurgulanmak istendiği durumlarda isim söylenmeyip sıfat, ismin yerine geçirilebilir. Bu tür sözcüklere adlaşmış sıfat denir. Adlaşmış sıfatlar niteleme sıfatlarıyla yapılır.<br />“Korkak insanların kendine güveni yoktur.”<br />cümlesinde niteleme sıfatı olan “Korkak” sözcüğü,<br />“Korkakların kendine güveni yoktur.”<br />cümlesinde “insanlar” isminin düşmesiyle adlaşmış sıfat olmuştur.<br />Adlaşmış sıfat olan sözcükten sonra bir isim gelirse, anlam karışıklığını önlemek için iki sözcük arasına virgül (,) konur.<br />İhtiyar, adamlara şöyle bir baktı.<br />İhtiyar adamlara şöyle bir baktı.<br />Not : Sıfatla, onun nitelediği isim arasına hiçbir noktalama işareti konmaz.<br /><br />ZAMİR (ADIL)<br />İsim olmadıkları halde isim gibi kullanılan bu sözcüklere zamir diyoruz. Cümle içinde zamirin karşıladığı isim ya da söz öbeği bilinmiyorsa, cümle belirsiz bir anlam taşır.<br />Zamirler değişik bölümlere ayrılır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:<br />Şahıs zamirleri<br />Dönüşlülük zamiri<br />İşaret zamirleri<br />Belgisiz zamirler<br />Soru zamirleri<br />Şimdi bunları tek tek inceleyelim.<br /><br />1. Şahıs (kişi) Zamirleri<br />Şahıs isimlerinin yerine geçen zamirlerdir. Dilimizde altı şahıs olduğuna göre altı tane şahıs zamiri var demektir.<br />Ben biliyorum.<br />Sen biliyorsun.<br />O biliyor.<br />Biz biliyoruz<br />Siz biliyorsunuz.<br />Onlar biliyorlar.<br /><br />2. Dönüşlülük Zamiri<br />Bu zamir “kendi” sözcüğüdür. Şahıs isimlerinin yerine geçebileceği gibi hayvan isimlerinin ya da cansız varlıkların isimlerinin yerine de geçebilir. Çoğu zaman ek alarak kullanılır.<br />Kendim Kendimiz<br />Kendin Kendiniz<br />Kendi Kendileri<br />Bu sözcüklerdeki altı çizili ekler dönüşlülük zamirinin hangi şahsı ifade ettiğini gösterir.<br />Dönüşlülük zamirinin en önemli özelliği, diğer zamirlerle beraber kullanılabilmesidir. Böyle durumlarda zamir, pekiştirme anlamı taşır.<br />“Bu soruyu ben kendim çözdüm.”<br />cümlesinde hem “ben” hem “kendim” zamirleri kullanılmış; böylece “ben” zamirinin anlamı kuvvetlenmiş.<br /><br />3. İşaret Zamirleri<br />İsimleri, yerlerini işaret ederek karşılayan zamirlerdir. Bunlar işaret sıfatının zamirleşmesiyle oluşmuştur.<br />Bu geldi. Bunlar alındı.<br />Şu satıldı. Şunlar çağırdı.<br />O gidecek. Onlar beğenildi.<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler işaret zamirleridir. Burada üçüncü tekil şahıs için kullanılan “o” zamiriyle, işaret zamiri olan “o” zamirini karıştırmayalım. Şahıs zamirleri sadece şahıslarda kullanılır.<br />“O, ders çalışıyor.” cümlesinde şahıs zamiri olan “o” sözü “O, demirden yapılmış.” cümlesinde insan olamayacağından işaret zamiri olmuştur.<br />Ancak işaret zamirleri insanlar için de kullanılabilir.<br />“Bu benim kardeşim, şu da onun arkadaşı.”<br />cümlesinde altı çizili zamirler işaret zamiri oldukları halde şahıs isimlerinin yerlerine geçmiş. Bu durumda “o” işaret zamirinin de insanı karşılayacağı düşünülebilir. Örneğin sınıfta işaret ederek,<br />“Bu, tembel; şu, biraz çalışkan; o, sınıfın en iyisi.”<br />dersek “o” işaret zamiridir. Çünkü “o” şahıs zamiri sözü edilen kişinin yanımızda olmadığı yani bizim onu görmediğimiz durumlarda kullanılır.<br />Bunların dışında işaret bildiren başka zamirler de vardır. Ancak bunların yapısı biraz farklıdır.<br />Burası eskiden boştu.<br />Şurası sizin ev miydi?<br />Orası pek hoşuma gitmedi.<br />Buraları bize aitti.<br />Şuraları temizleyin.<br />Oraları unuttum bile ben.<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler de işaret zamirleridir. Bunların dışında,<br />“Bu kitap benim, öteki senin.”<br />cümlesindeki altı çizili zamir gibi daha birkaç işaret zamiri de vardır.<br /><br />4. Belgisiz Zamirler<br />İsimleri, tam olarak belli olmayan bir nicelik yönünden belirten belgisiz sıfatlar, isimler düşünce onları karşılar ve belgisiz zamir olur.<br />“Bazı insanlar çalışkandır.” cümlesinde altı çizili sıfat;<br />“Bazıları çalışkandır.” cümlesinde zamir olur. Çünkü “insanlar” isminin yerine geçer. Bunu birkaç örnekte daha gösterelim.<br />Birçok öğrenci bu konuyu bilmez. sıfat<br />Birçoğu bu konuyu bilmez. zamir<br />Hiçbir kalemi beğenmedim. sıfat<br />Hiçbirini beğenmedim. zamir<br />Birkaç yaşlı parkta oturuyordu. sıfat<br />Birkaçı parkta oturuyordu. zamir<br />Sıfat olarak kullanılmayan belgisiz zamirler de vardır:<br />Herkes senin burada olduğunu sanıyordu.<br />Kimse ben haber vermeden içeri girmesin.<br />Hepsi de çok ucuz fiyata satılmış.<br />Bu cümlelerdeki altı çizili sözcükler sadece zamir olarak kullanılabilir.<br /><br />5. Soru Zamirleri<br />İsimlerin yerlerine soru yoluyla geçen sözcüklerdir. Bu sözcüklerin yerine, sorduğu isimler getirilebilir.<br />“Bu çiçeği sana arkadaşından başka kim getirir?”<br />cümlesinde altı çizili söz, çiçeği getiren kişinin isminin yerine kullanılmıştır. Bu kişinin ismini “kim” zamirinin yerine koyabiliriz.<br />Çarşıdan ne aldın?<br />Nerede oturuyorsunuz?<br />Hangisi önce geldi?<br />Kaçı bizimle gelecek?<br />Zamirler, kendileri gibi ismin yerine geçen adlaşmış sıfatlarla karıştırılmamalıdır. Bunların ikisi de ismin yerine geçiyor. Ancak zamirler isimlerin herhangi bir niteliğini bildirmediği halde adlaşmış sıfatlar ismi niteliğiyle beraber karşılar.<br />Bu kadın dün de gelmişti.<br />Yaşlı kadın dün de gelmişti.<br />Bu cümlelerde altı çizili sözlerin ikisi de sıfattır. Birincisi işaret sıfatı, ikincisi ise niteleme sıfatıdır. Bu sıfatların belirttiği “kadın” isimleri cümleden çıkarılırsa,<br />“Bu dün de gelmişti.”<br />“Yaşlı dün de gelmişti.”<br />şekline gelen cümlelerde altı çizili sözler ismin yerine geçmişlerdir. Bu sözcüklerin anlamlarına baktığımızda “bu” sözcüğünün, yerine geçtiği ismin niteliğini bildirmediğini, “yaşlı” sözcüğünün ise bildirdiğini görüyoruz. Öyleyse birincisi zamir, ikincisi adlaşmış sıfattır.<br /><br />ZARF (BELİRTEÇ)<br />İsimlerin varlıkları ya da kavramları karşıladığını, fiillerin ise hareketleri, oluşları karşıladığını belirtmiştik. Varlıkların nasıl belli nitelikleri varsa, fiillerin de belli nitelikleri vardır. İsmin niteliğini bildiren sözcüklere sıfat demiştik. Fiillerin niteliğini bildiren sözcüklere de zarf diyoruz.<br />“Güzel bir evde oturmak istiyorum.” cümlesinde “güzel” sözcüğü “ev” isminin niteliğini bildiriyor, onun nasıl olduğunu açıklıyor. Öyle ise bu sözcük sıfat görevindedir.<br />Aynı sözcük;<br />“Bu ev uzaktan daha güzel görünüyordu.” cümlesinde “görünmek” fiilinin nasıl olduğunu bildiriyor. İşte bu durumda “güzel” sözü zarftır.<br />Kısaca zarflar fiillerle ilgili sözcüklerdir. Bunun dışında, sıfatın, adlaşmış sıfatın veya başka bir zarfın derecesini bildiren zarflar da vardır.<br /><br />1. Durum Zarfları<br />Fiilin durumunu yani nasıl yapıldığını bildiren sözcüklerdir. Fiile sorulan “nasıl” sorusuna cevap verir.<br />O, hızlı koşardı. (Nasıl koşardı?)<br />Çok tatlı gülümsüyor. (Nasıl gülümsüyor?)<br />Bu günler zor geçecek. (Nasıl geçecek?)<br />cümlelerinde altı çizili sözler durum bildiren zarflardır. Bu sözcüklerden sonra isim gelseydi sözcükler sıfat olacaktı.<br />Zarfın mutlaka fiillerden önce gelmesi şart değildir. Zarfla fiil arasına başka sözcükler girebilir.<br />“Dışarıdan kesik kesik köpek havlamaları geliyordu.”<br />cümlesinde “kesik kesik” zarfıyla onun nitelediği fiil arasına başka öğe girmiştir. Elbette bu zarfın özelliğini değiştirmez.<br /><br />2. Zaman Zarfı<br />Fiilin ne zaman yapıldığını bildiren sözcüklerdir. Fiile sorulan “ne zaman” sorusuna cevap verir.<br />Tatilden dün dönmüşler.<br />Akşama bizde toplanıyoruz.<br />Artık buradan gitmelisin.<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler fiilin zamanını bildirdiklerinden zarf görevindedirler.<br /><br />3. Yer - Yön Zarfı<br />Fiilin yöneldiği yeri bildiren sözcüklerdir. Fiile sorulan “nereye” sorusuna cevap verir ve ek almaz. Bu tür zarfların sayısı bellidir.<br />“Yukarı çık, ben de geliyorum.” cümlesinde, fiile “Nereye çık?” diye sorarsak, “yukarı” cevabı gelir. Ek de olmadığına göre yer - yön zarfıdır. Eğer cümle “Yukarıya çık.” şeklinde olsaydı, sözcük isim görevinde kullanılmış olacaktı.<br />Aşağı indi. Öte gitti.<br />Geri geldi. Beri geldi.<br />İleri gitti. Dışarı çıktı.<br />İçeri girdi.<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler yer zarflarıdır.<br /><br />4. Azlık - Çokluk (Miktar) Zarfları<br />Zarflar içinde çok değişik özellikler gösteren sözcüklerdir bunlar. Fiilin, sıfatın, zarfın, adlaşmış sıfatın miktarlarını bildirebilen geniş bir kullanım alanına sahiptir. Bu zarflar “ne kadar” sorusuna cevap verir.<br />“Pastadan biraz alabilir miyim?”<br />cümlesinde “alabilir miyim” fiiline “Ne kadar” sorusunu sorarsak “biraz” cevabı gelir. İşte fiilin miktarını bildiren bu sözcük zarftır.<br />Bu tür zarflar sıfata sorulan “ne kadar” sorusuna da cevap verebilir.<br /><br />Örneğin;<br />“Çok güzel bir kitaptı.” cümlesinde “kitap” isimdir. “Nasıl kitap?” diye sorarsak “güzel” sıfatı cevap verir. “Ne kadar güzel?” diye sorarsak “çok” cevabı gelir. İşte sıfatın derecesini bildiren “çok” sözcüğü zarftır. Çünkü burada çok olan güzelliktir.<br />Bu tür zarflar, başka bir zarfın derecesini de bildirebilir. Bu durumda zarfa sorulan “ne kadar” sorusuna cevap verir.<br />“Çok hızlı koşuyor.” cümlesinde “koşuyor” fiildir. “Nasıl koşuyor?” diye sorarsak “hızlı” zarfını buluruz. “Ne kadar hızlı?” diye sorduğumuzda ise “çok” cevabı gelir. Zarfın derecesini bildiren bu sözcüğe de zarf diyoruz.<br />Bunlar adlaşmış sıfatların da derecelerini bildirebilir.<br />“Bu plan en yaşlılar da göz önüne alınarak hazırlandı.”<br />cümlesinde “yaşlılar” adlaşmış sıfattır. Buna “Ne kadar yaşlı?” diye sorarsak “en yaşlılar” cevabı gelir. Yaşlıların derecesini bildiren “en” sözü zarftır. Örnekleri çoğaltalım.<br />O, bu derse pek çalışmadı. (Fiilin zarfı)<br />Pek sağlam bir ayakkabıya benzemiyor. (Sıfatın zarfı)<br />Pek akıllısın sen de! (Adlaşmış sıfatın zarfı)<br />“Ne kadar” sorusu elbette sadece zarfı buldurmaz.<br />“Fazla mal göz çıkarmaz.” cümlesinde altı çizili sözcük “mal” isminin miktarını bildirdiği için sıfattır. Çünkü isimlerin zarfı olmaz.<br />“Bu kadar çok arabayı nasıl taşıyor bu köprü?” derken “çok” sözü “araba” isminin sıfatı, “bu kadar” sözü de “çok” sıfatının zarfıdır.<br />Bazen cümlede birden fazla zarfın veya sıfatın olması, aklımızı karıştırabilir.<br />“Sevimli , sarışın bir çocuk içeri girdi.” cümlesinde “çocuk” isim, “sarışın” sıfat, “sevimli” sıfattan önce geldiği için zarfttır, gibi bir yanlış düşünceye kapılmayalım. Bir sözcüğün, zarfın ya da sıfatın zarfı olması sadece “ne kadar” sorusuna cevap vermesiyle, yani derece bildirmesiyle mümkündür. Bu cümlede ise altı çizili bütün sözcükler ismin sıfatlarıdır.<br /><br />5. Soru Zarfı<br />Cümlelerde zarfları bulmak için kullandığımız sorular vardı. Bunların hepsi - nereye hariç - soru zarflarıdır.<br />Nasıl bu kadar güzel konuşuyor?<br />Gittiği yerden ne zaman dönecek?<br />Ne kadar hızlı yüzüyor?<br />Neden söz vermesine rağmen gelmiyor?<br />Ne gülüp duruyorsun iki saattir?<br />cümlelerinde altı çizili sözcüklerin hepsi soru zarfıdır.<br /><br />İSİM ÇEKİM EKLERİ<br />İsim soylu sözcüklere gelerek onlara cümlede görev ve anlam kazandıran eklerdir. Sadece isimlerle ilgili olmayıp zamir, sıfat ve zarflarla da ilgili olduğundan isim soylu sözcüklerin sonunda işledik. Bu ekleri şöyle gösterebiliriz.<br />Çokluk eki<br />Hal ekleri<br />Eşitlik eki<br />İyelik eki<br />İlgi eki<br /><br />A. ÇOKLUK EKİ<br />Asıl işlevi isimlerin sayı bakımından çokluğunu bildirmektir.<br />Kalemler , çantalar , defterler alındı.<br /><br />B. HAL EKLERİ<br />İsim soylu sözcüklere gelerek onların yüklemle ya da diğer sözcüklerle ilgilerini sağlayan eklerdir. Bunları şu şekilde inceleyebiliriz.<br /><br />1. - i hal eki (yükleme hali)<br />“Ev - i gördüm.”<br />“Odun - u yardım.” cümlelerinde kullanılan eklerdir. Fiilin neyi etkilediğini gösterir. Fiile sorulan “kimi, neyi” sorularına cevap verir.<br /><br />2. - e hal eki (yönelme hali)<br />“Eve gitti.” cümlesinde yer bildirir.<br />“Yaza gelecekler.” cümlesinde zaman bildirir; zarf yapar.<br />“Beş bin liraya aldım.” cümlesinde miktar bildirerek zarf yapar.<br />“Başbaşa resim çektirmişler.” cümlesinde durum bildirerek zarf yapmış.<br />Bu ek “ben” ve “sen” şahıs zamirlerine geldiğinde, zamirlerin yapısını değiştirir ve onları “bana”, “sana” şekline çevirir.<br />Bu eki,<br />“Haberi duyunca koşa koşa olay yerine geldi.”<br />“Elindeki taşları oraya buraya rastgele atıyordu.”<br />“Saat üçü beş geçe istasyonda buluşacağız.” cümlelerinde altı çizili eklerle karıştırmayalım. “-e” hal eki fiillerin kök ya da gövdelerine eklenmez.<br /><br />3. - de hal eki (bulunma hali)<br />“Evde bekliyor.” cümlesinde yer bildirir.<br />“Ayakta bekliyor.” cümlesinde durum bildirerek zarf yapmış.<br />“3'te gelecek.” cümlesinde zaman bildirerek zarf yapmış.<br />“Onlar gözde insanlar.” cümlesinde eklendiği sözcüğün anlamını değiştirmiş ve sıfat yapmış. Elbette bu durumda yapım eki olmuş.<br />“Buralarda saz boyunda otlar biter.” cümlesinde sıfat yapmış ancak yapım eki olmamış.<br /><br />4. - den hali (çıkma durumu)<br />“Evden çıktı.” cümlesinde yer bildirmiş.<br />“Akşamdan gidelim.” cümlesinde zaman bildirmiş.<br />“Sıradan insanlardı onlar.” cümlesinde eklendiği sözcüğün anlamını değiştirerek sıfat yapmış ve yapım eki olmuş.<br />“Senden iyi arkadaş bulamam.” cümlesinde karşılaştırma bildirmiş.<br />“Sıkıntıdan tırnaklarını yerdi.” cümlesinde neden bildirmiş.<br />“Her taraf kağıttan uçaklarla doluydu.” cümlesinde bir şeyin neyden yapıldığını göstermiş.<br />“Birden ayağa fırladı.” cümlesinde durum bildirmiş. Bu tür örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan, eklerin cümle içindeki anlamını kavramaktır.<br /><br />C. EŞİTLİK EKİ<br />İsim soylu sözcüklere gelip onlara değişik anlamlar katan ve anlama bağlı olarak onları sıfat, zarf yapan - ce , -ca (-çe, -ça) ekleridir.<br />Böyle çocukça davranmamalısın. (benzerlik)<br />Sınıfça geziye gittik. (topluluk)<br />Kiloca o daha şişmandı. (karşılaştırma)<br />Bence bu kazak daha güzel. (kanaat)<br />Çocuğu iyice dövmüşler. (pekiştirme)<br />Onca işim arasında seni mi düşüneyim? (derecelendirme)<br />Bu ve buna benzer anlamlar katan eşitlik eki ayrıca sözcüğün görevini de değiştirir. Birinci cümledeki “çocukça” sözü zarftır. Ancak bu sözcük eşitlik eki almadan çocuk ismini karşılar. Ek alınca türü değişmiştir.<br /><br />D. İYELİK EKİ<br />Eklendiği ismin bir şahsa ya da nesneye ait olduğunu gösteren ektir. Aitlik ilgisini, kendinden önceki bir sözcüğe ya da söz öbeğine bağlayarak bildirir. Altı şahsa göre çekimlenir.defter - im silgi - m<br />defter - in silgi - n<br />defter - i silgi - si<br />defter - imiz silgi - miz<br />defter - iniz silgi - niz<br />defter - leri silgi - leri<br />İki ayrı sözcük üzerinde gösterdiğimiz ekler iyelik ekleridir. Görüldüğü gibi eklendiği isimlerin kime ait olduğunu bildiriyorlar.<br />İyelik eklerinin değişik işlevleri vardır. Bunlardan önemli olanları açıklayalım.<br />Belgisiz sıfatların, belgisiz zamir durumuna dönüşmeleri sırasında, düşen ismin yerine iyelik eki getirilir.<br />Bazı öğrenciler gelmedi.<br />Bazıları gelmedi.<br />Yer bildiren zamirlerde kullanılır.<br />Burası çok sıcak.<br />İsim tamlaması yapar. Bunu birazdan ayrıntılarıyla açıklayacağız.<br />Sıfat görevinde bulunan bazı sözcüklerde bulunur. Ancak bu durumda iyelik eki olma özelliğini tamamen kaybeder:<br />Güzelim memleketi ne hale getirdiler.<br />O canım ağaçları kesmişler.<br />İyelik eklerini benzer eklerle karıştırmamak gerekir.<br />Kitab - ı geri verdim.<br />Kitab - ı çok değerlidir onun.<br />cümlelerinde altı çizili eklerin şekil olarak aynı olduklarını görüyoruz. Bunlardan hangisinin iyelik eki olduğunu hangisinin olmadığını anlamak için sözcüğe “kimin” sorusunu soralım. İyelik ekleri aitlik bildirdiğinden bu soruya cevap verecektir. Buna göre “Kimin kitabı?” diye sorduğumuzda ikinci cümlenin cevap verdiğini ve “Onun kitabı kayboldu.” şeklinde söylenebildiğini görüyoruz. Öyleyse “- ı” eki ikinci cümlede iyelik eki, birinci cümlede ise “Neyi aldı?” sorusuna cevap verdiğinden “-i” hal eki olarak kullanılmıştır.<br />Öğretmenim beni severdi.<br />Öğretmenim artık ben de.<br />cümlelerinde de benzer ekleri görüyoruz. Hangisinin iyelik eki olduğunu aynı yöntemle bulalım. “Kimin öğretmeni?” sorusuna sadece birinci cümle cevap verir ve “Benim öğretmenim.” şeklinde söylenebilir. İkinci cümle ise öğretmen isminin ait olduğu kişiyi bildirmez. Bu cümleyi ancak “Ben öğretmenim.” şeklinde söyleyebiliriz; aitlik değil oluş bildirir. Bu anlamı veren eki ileride “ekeylem” olarak inceleyeceğiz.<br /><br />E. TAMLAYAN EKİ<br />İyelik ekiyle çok sıkı biçimde ilgisi olan bir ektir. Eklendiği isme ait olan başka bir sözün varlığını gösterir. Bağlı olduğu isim ilgi ekli isimden sonra gelir.Ben - im kitabım<br />Sen - in kitabın<br />O - nun kitabı<br />Biz - im kitabımız<br />Siz - in kitabınız<br />Onlar -ın kitapları<br />zamirlerde bulunan ve ayrı olarak gösterdiğimiz ekler ilgi ekleridir. İlgi ekli zamire ait olan “kitap” isminin ise iyelik eki aldığını görürüz. O yüzden bir sözcükte ilgi eki varsa, bu eke bağlı, iyelik ekli bir sözcük, gizli ya da açık, mutlaka vardır.<br /><br />İSİM TAMLAMALARI<br />Bir ismin aitlik ilgisi bakımından daha belirli hale gelmesi için başka bir isim tarafından tamlanmasıyla meydana gelen söz öbeğine denir.<br />“... camı kırıldı.” cümlesine baktığımızda aklımıza hemen “Neyin camı?” sorusu geliyor. Demek ki bu cümlede camın nereye ait olduğu belli değil.<br />Bu cümleyi,<br />“Arabanın camı kırıldı.” şeklinde söylersek aitlik ilgisi tamamlanmış olur. Bu şekilde oluşan söz öbeğine de isim tamlaması denir. İsim tamlamasında birinci isme “tamlayan”, ikinci isme “tamlanan” adı verilir.<br />İsim tamlamaları dört grupta incelenir.<br /><br />1. Belirtili isim Tamlaması<br />Tamlayanın ilgi, tamlananın iyelik eki aldığı tamlamalardır. Bu tür tamlamalarda son derece kuvvetli bir aitlik ilgisi vardır.<br />“Çiçeklerin kokusu etrafa yayıldı.”<br />cümlesinde altı çizili söz öbeği bir belirtili isim tamlamasıdır.<br />“- den” hal eki tamlayanda kullanılan ilgi ekinin yerine geçerek belirtili isim tamlaması kurabilir.<br />“Öğrencilerden ikisi burada beklesin, diğerleri bizimle gelsin.” cümlesinde “öğrencilerden ikisi” sözü belirtili isim tamlamasıdır. Biz bunu “öğrencilerin ikisi” biçiminde de söyleyebiliriz.<br />Bir tamlayan birden fazla tamlanana bağlanabileceği gibi, bir tamlanan birden fazla tamlayana da bağlanabilir.<br />“Ağaçların yaprakları, dalları, gövdesi öyle görkemliydi ki....”<br />cümlesinde “ağaçların” tamlayan; “yaprakları, dalları, gövdesi” tamlanandır.<br />“Kırların, çiçeklerin, kuşların, böceklerin neşesi hepimizi coşturmuştu.” cümlesinde “kırların, çiçeklerin, kuşların, böceklerin” tamlayan; “neşesi” tamlanandır.<br />Bu tür tamlamalar belirtili isim tamlaması sayılır.<br /><br />2. Belirtisiz İsim Tamlaması<br />Tamlayanın ilgi eki almayıp tamlananın iyelik eki aldığı tamlamalardır. Bu tür tamlamalarda bir ismin başka bir isme aitliğinden çok bir nesne ya da kavram ismi oluşturmak esastır.<br />“Ayakkabının bağını alabilir miyim?”<br />cümlesindeki “ayakkabının bağı” tamlaması belirtilidir ve belli bir ayakkabıya ait olan bir bağdan söz etmektedir. Biz bu tamlamayı “ayakkabı bağı” şeklinde söylersek yani “- nın” ekini kaldırırsak tamlama belirtisiz olur. Bu durumda belli bir ayakkabıya ait olan bir bağdan değil de bir bağ türünden söz edilmiştir. Bu özelliğinden dolayı tamlayanla tamlanan arasına başka bir öğe giremez.<br /><br />3. Takısız İsim Tamlaması<br />Takısız isim tamlamalarında tamlayan ilgi eki almadığı gibi tamlanan da iyelik eki almaz. Bunlar anlamlarına göre iki gruba ayrılır.<br /><br />a. Bir şeyin neyden yapıldığını gösterir.<br />“Demir kapı gıcırdayarak örtüldü.”<br />cümlesindeki “demir kapı” sözü kapının demirden yapıldığını gösterir. “Porselen vazo”, “taş duvar”, “çelik kasa” tamlamaları da bunlara örnektir.<br /><br />b. Bir şeyin neye benzediğini bildirir.<br />“Menekşe gözlere bayıldım.” sözünde “Menekşe gözler” buna örnektir ve “gözün menekşeye benzediğini” bildirir. Aslında “menekşe” bir çiçek ismidir, burada da bir çiçek olma özelliğini kaybetmemiştir. Aşağıdaki tamlamalar da buna benzer.<br />“Aslan askerler geldi.”<br />“Gül yanağa vuruldum.”<br /><br />4. Zincirleme İsim Tamlaması<br />Tamlayanın, tamlananın veya her ikisinin kendi içinde başka bir isim tamlaması olduğu söz öbekleridir.“Macera romanlarının okuyucusu çoktur.” cümlesinde “macera romanları” belirtisiz isim tamlamasıdır. Bu tamlamaya “-nın” ilgi eki eklenmiş ve tamlama “okuyucusu” tamlananına bağlanmış. Böylece iki tamlama iç içe girmiş ve zincirleme isim tamlaması olmuştur.<br /><br />SIFAT TAMLAMASI<br />Bir ismin, bir veya daha fazla sıfat tarafından nitelendiği ya da belirtildiği söz öbeklerine denir. Tamlamada sıfat daima isimden önce gelir.<br />“Yeşil gözleri beni derinden etkiledi.” cümlesinde “göz” isim, “yeşil” sıfattır.<br />“O tatlı, yeşil gözler beni derinden etkiledi.” şeklinde söylersek , bu durumda "göz” isminin, “o”, “tatlı”, “yeşil” sıfatları tarafından belirtildiğini ve nitelendiğini görürüz.<br /><br />Sıfat Grubu (Bileşik Sıfat)<br />Sıfat görevinde bulunan söz öbeği kendi içinde isim tamlaması, sıfat tamlaması, ikileme, pekiştirilmiş sıfat, derecelendirilmiş sıfat gibi özellikler taşıyorsa, bu sıfata “bileşik sıfat” ya da “sıfat grubu” denir.<br />“Uzun boylu bir öğrenci seni sordu.”<br />cümlesinde altı çizili söz “öğrenci” isminin sıfatıdır. Bu sıfatı incelediğimizde “uzun boy” sıfat tamlamasına “- lu” eki getirilerek yeni bir sıfat oluşturulduğunu görürüz. Buna bileşik sıfat denir.<br />Bazen bu tür bileşik sıfatlarda isimle sıfatın yeri değiştirilip isme bir iyelik eki eklenir. Bu durumda sıfat “boyu uzun” biçiminde söylenir. Buna iyelik ekli sıfat grubu denir.<br />“El işi örtüyü masaya serdiler.”<br />cümlesinde “el işi” tamlaması belirtisiz bir isim tamlamasıdır ve “örtü” isminin sıfatı olarak kullanılmıştır. Bu da bileşik sıfattır.<br />Aşağıdaki altı çizili sözler de bileşik sıfat sayılır.<br />“Çok çalışkan bir kadındır o.”<br />“Güzel mi güzel bir şiir yazmış.”<br />“İrili ufaklı evler dağın yamacına dizilmişti.”<br />“Roman daha etkili bir türdür.”<br /><br /><br />Türkçe<br />Sözcük Türleri<br />SÖZCÜK TÜRLERİ<br /><br />B - EDAT SOYLU SÖZCÜKLER<br /><br />EDAT (İLGEÇ)<br />Kendi başına bir anlamı olmayan, diğer söz ve söz öbekleriyle kullanıldığında anlam kazanan, çoğu zaman eklendiği söz öbeğine sıfat, zarf gibi görevler kazandıran sözcüklerdir. Kimi edatlar cümlede tek başına kullanılıyor olsa bile, anlamlı olması ancak cümle içinde kullanılmasına bağlıdır. Edatlar, sözcük türü olarak bağlaçlara yakın olduğundan bazen onlarla karıştırılabilir. Önce karışan edatlardan başlayarak önemli olanları inceleyelim. Sınavlarda çıkan edat, bağlaç sorularının daha çok anlama yönelik olduğunu da söyleyelim.<br />İle<br />Edat olarak cümlede değişik anlamlar verecek biçimde kullanılır. Daha çok kendinden önceki sözcüğe eklenerek “- le, - la” biçiminde görülür.<br />“Seyahate tren ile gidecekmiş.”<br />cümlesinde vasıta bildirir.<br />“Bu gece arkadaşlarla bizim evde toplanıyoruz.”<br />cümlesinde birliktelik bildirir.<br />“Ona yaptığının doğru olmadığını güzellikle anlattım.”<br />cümlesinde durum bildirir.<br />Burada “ile”nin edat ve bağlaç oluşu arasındaki ayrımı da belirtelim.<br />Cümlede “ile” sözünün olduğu yere "ve” sözünü koyduğumuzda anlam bozukluğu oluyorsa “ile” edat; olmuyorsa bağlaçtır.<br />“Elindeki sopayla gelene geçene vuruyordu.” cümlesini;<br />“Elindeki sopa ve gelene geçene vuruyordu.”<br />şeklinde söyleyemeyiz. Öyleyse buradaki “ile” edattır.<br />“Çantadaki kitapla defteri masanın üzerine koydu.” cümlesini;<br />“Çantadaki kitap ve defteri masanın üzerine koydu.” şeklinde söyleyebiliriz; anlamda bozulma olmaz. Öyleyse buradaki “ile” bağlaçtır.<br />Bağlaçlarla ya da diğer sözcük türleriyle karışan başka edatlar da vardır. Bunlar “yalnız, ancak, bir, tek” gibi edatlardır. Bu sözcükler kullanıldıkları cümlelerde “sadece” anlamını veriyorlarsa edat; “fakat” anlamını veriyorlarsa bağlaç görevindedirler. Bunları cümleler üzerinde gösterelim.<br />“O kadından şikayet eden yalnız sen değilsin.”<br />“Benim sözümü bir sen dinlemezsin zaten.”<br />“Bu odaya ancak beş kişi sığar.”<br />“Tek bu olay değil, daha birçok sebep var beni kızdıran.”<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler “sadece” anlamına geldikleri için edat göreviyle kullanılmışlardır. Aynı sözcükleri değişik görevlerde de kullanabiliriz.<br />“Ben gelirim, yalnız yol parasını siz ödersiniz.”<br />“Söylediklerine inanmıyorum, ancak benim yapabileceğim bir şey yok.”<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler “fakat” anlamına geldiklerinden bağlaç olarak kullanılmışlardır.<br />Bunların dışındaki edatları cümlelerle gösterelim.<br />“Buz gibi suyu vardı bu dağların.”<br />“Bu kitabı geri vermek üzere alabilirsiniz.”<br />“Aslında onu tanımıyor değilim.”<br />“Sabaha karşı kapı usul usul açıldı.”<br />“Şimdiye dek tek bir gün bile dediğin gibi davranamadı.”<br />“O günden sonra onu bir daha görmedim.”<br />“Senin bu inadın yüzünden aç kalacağız.”<br />“Ben oyumu senden yana kullandım.”<br /><br />BAĞLAÇ<br />Kendi başına bir anlamı olmayan, cümlede eş görevli söz ya da söz öbeklerini hatta cümleleri birbirine bağlayan sözcüklerdir. Bağlaçlar edatlardan farklı olarak cümle içinde bağladıkları sözlerin görevlerinde herhangi bir değişme yapmazlar, cümleden çıkarıldıklarında anlamda değişme olsa bile bozulma olmaz.<br />Kimi bağlaçlar bağlayacakları sözcüklerin arasında kullanılır.<br />“Çiçekçiden karanfil ve gül aldım.”<br />Bazı bağlaçlar ise bağladıkları sözcük sayısınca artarak kullanılır. Cümleye değişik anlamlar katar.<br />“Bana ne kalem ne defter verdiler.” (hiçbiri)<br />“Bana hem kalem hem defter verdiler.” (hepsi)<br />Bazı bağlaçlar da cümleleri bağlamakla görevlidirler. Bunlar tek yüklemle kullanılamazlar.<br />“Mademki o bunu biliyor...”<br />sözü yüklemi olmasına rağmen anlamca tamamlanmış bir cümle değildir. Çünkü altı çizili bağlaç cümlede başka bir yüklemi daha gerekli kılıyor. Yani cümle;<br />“Mademki o bunu biliyor, niçin yanında konuşmuyoruz?”<br />şeklinde tamamlanabilir. Aynı özelliği aşağıdaki altı çizili bağlaçlarda da görebiliriz.<br />“Kitabı aldı, fakat bir daha geri vermedi.”<br />“Bilmiyorum, çünkü bu konuya çalışmadım.”<br />“Kimse onu dinlemiyor, oysa anlattıkları çok ilginç.”<br />“Gelecek, ama davet edilmeyi bekliyor.”<br />“Koşarak gara geldi, lakin tren gitmişti.”<br />“Yemek çok güzeldi, üstelik tatlı da yapmışlardı.”<br />“Okulu bitirdi, hatta dereceye bile girdi.”<br />Bazı bağlaçlar ise bir sözcük olmaktan çıkmış, bir söz öbeği haline gelmiştir.<br />“Herkes onunla alay ediyordu, ne var ki o bunu hiç önemsemiyordu.”<br />“Verdiği görevi yapamayacağımı anlayınca bana yardıma geldi; ne de olsa o halden anlayan biriydi.”<br />Bu bağlaçların dışında özelliği olan, yazımı yönünden eklerle karışan bağlaçlar da vardır. Bunların en önemlileri “de” ve “ki” bağlaçlarıdır.<br />“De” bağlacı<br />Cümlede başka şeylerin de olduğu anlamını veren ya da çekimli fiillerden sonra gelen “de”ler bağlaçtır. Kendinden önceki sözcükten ayrı yazılır, kendinden sonra hiçbir ek almaz. Cümleden çıkarıldığında cümlenin anlamı bozulmaz, ancak biraz daralır. Hal eki olan “-de” eki ise yer ve zaman bildirir, cümleden hiçbir zaman çıkarılamaz.<br />“Bahçede meyve ağaçları da vardı.”<br />cümlesinde “Bahçede” sözündeki “-de” hal ekidir. Çünkü yer bildiriyor; “nerede” sorusuna cevap veriyor. “meyve ağaçları da” sözündeki “da” bağlaçtır.<br />Çünkü cümlede ağaçlardan başka şeylerin de olduğunu bildiriyor. Ayrıca,<br />“Bahçe meyve ağaçları da vardı.” dediğimizde anlam bozulduğu halde, “Bahçede meyve ağaçları vardı.” cümlesinde anlam bozulmaz.<br />“Size geldim de seni bulamadım.”<br />“Çok çalıştı da kazandı.”<br />“Ki” bağlacı<br />Türkçede iki tür “ki”nin olduğunu biliyoruz. İsmin yerine geçene ve sıfat görevinde bulunana, ilgi eki denir. Bağlaç görevinde bulunan “ki” daha çok, açıklama yapılırken kullanılır ya da çekimli fiillerden sonra gelerek cümleye değişik anlamlar kazandırır. Daima ayrı yazılır ve kendinden sonra hiçbir ek almaz.<br />“Baktı ki çalışmak zor, işi bıraktı.”<br />“Bildiğini anlat ki gerçekleri görelim.”<br />“Üsküdar ki en eski yerleşim yerlerindendir, hala çok sakindir.”<br />cümlelerinde “ki”ler bağlaçtır.<br />“De” ve “ki” bağlaçları daha çok yazım kurallarında sorulur.<br />“İse” bağlacı<br />Cümlede daha çok karşılaştırma anlamı veren bir bağlaçtır. Bazen kendinden önceki sözcüğe eklenerek kullanılır.<br />Örneğin;<br />“ Hediyeyi annem beğendi, babamsa hiç önemsemedi.”<br />cümlesinde altı çizili ek bağlaçtır. Bu bağlacı şart anlamı veren “-se, -sa” ekiyle karıştırmamalıyız. Şart anlamı veren ek kendinden sonra ek aldığı halde, bağlaç, kendinden sonra hiç ek almaz. Üstelik şart anlamı da vermez.<br />“Sattıkları ev bu ev ise satın alalım.”<br />cümlesinde “ise” şart anlamında olduğu için bağlaç değildir. Ancak;<br />“Sattıkları bahçe güzeldi, ev ise pek işe yaramazdı.”.<br />cümlesindeki “ise” bağlaçtır. Çünkü şart bildirmeyip karşılaştırma bildiriyor.<br /><br />ÜNLEM<br />Kendi başına bir anlamı olmayan, söz içinde, sevinme, korku, özlem, kızma gibi duyguları anlatan ya da seslenme bildiren sözcüklerdir. Söyleyişe göre anlam değişmesine uğrar.<br />– Yoo, ona dokunma!<br />– Eh, ben sana gösteririm!<br />– Ah haddini bilmez!<br />cümlelerindeki altı çizili sözcükler ünlemdir.<br /><br /><br /><br />Türkçe<br />Sözcük Türleri<br />SÖZCÜK TÜRLERİ<br /><br />C - FİİLLER<br />FİİL (EYLEM)<br />Fiiller, kalıcı kavram ya da varlıkları karşılamaz. Bunlar hareketleri, oluşları, durumları karşılar. Mastar halinde bir hareketin adı olurlar: “yürümek, olmak, düşünmek vs.”<br /><br />FİİL ÇEKİMİ<br />Fiillerin kip ve şahıs bildirecek biçimde düzenlenmesine denir. Bir çekimde kip mutlaka bulunur, ancak şahıs bazen bulunmayabilir. Çekimin daha iyi anlaşılabilmesi için “kip, zaman, şahıs” kavramlarının bilinmesi gerekir.<br /><br />Fillerde Kip<br />Eylemlerin bir hareketi, oluşu, durumu ortaya koyuşu farklı şekillerde olur. Bazen bunlar bir başkasına haber verme şeklinde aktarılır, bazen bir koşula bağlanır, bazen istenen bir durum anlatılır. Buna fiilin kipi denir.<br />Türkçe’de kipler iki grupta incelenir. Bunlar haber kipleri ve dilek kipleridir.<br /><br />1. Haber (Bildirme) Kipleri<br />Fiilin çekiminde kesin bir zaman ifadesi varsa, fiil haber kipindedir. Biz bunu fiilin çekimini adlandırırken açıklarız aslında. Örneğin; “gelecek” fiilinin çekimini söylerken “gelecek zamanla çekimlenmiş” deriz. İşte çekimi adlandırırken “zaman” ifadesini kullanıyorsak fiilin kipi “haber kipi”dir.<br />Bu kipin beş çekimi vardır. Bunları çekimleriyle birlikte gösterelim.<br /><br />a. Bilinen Geçmiş Zaman (-di’li)<br />Eylemin yapılışının kesin olarak bilindiğini gösterir.<br />I. Tekil Şahıs al - dı - m<br />II. Tekil Şahıs al - dı - n<br />III. Tekil Şahıs al - dı<br />I. Çoğul Şahıs al - dı - k<br />II. Çoğul Şahıs al - dı - nız<br />III. Çoğul Şahıs al - dı - lar fiil kip eki şahıs eki<br />Görüldüğü gibi fiiller altı şahsa göre çekimlenir. Bundan sonraki çekimlerimizde sadece örnekleri yazacağız; şahıs sırasını siz bu örneğe göre belirleyin.<br /><br />b. Öğrenilen Geçmiş Zaman<br />Bildirilen işin yapıldığını, başkasından duyma şeklinde ifade eden çekimdir.<br />al - mış - ım al - mış - ız<br />al - mış - sın al - mış - sınız<br />al - mış al - mış - lar<br />“-miş” eki her zaman başkasından duyulma anlamı taşımayabilir.<br />“Elin kanamış, ne yaptın yine?”<br />cümlesinde “-mış” eki görülen bir durumu anlatmaktadır.<br />“Sıcak sobanın başında uyuyakalmışım.”<br />cümlesinde ise sonradan farkına varılan bir durum anlatılmaktadır.<br /><br />c. Şimdiki Zaman<br />Eylemin söylendiği anla yapıldığı ânın bir olduğunu gösterir.<br />Çalış - (ı)yor - um Çalış - (ı)yor - uz<br />Çalış - (ı)yor - sun Çalış - (ı)yor - sunuz<br />Çalış - (ı)yor Çalış - (ı)yor - lar<br />Parantez içinde gösterilen ses, ünlüyle biten fiillerde görülmez: “uyu - yor”<br />Fiile şimdiki zaman anlamı veren, hatta “-yor” ekinden daha kesin bir biçimde “işin üzerinde olma” anlamını veren bir diğer ek de “-makta, -mekte” ekidir. Mastar ekiyle “-de” hal ekinin kaynaşmasından oluşan bu ek günümüzde tamamen şimdiki zaman anlamı veriyor.<br />Gel - mekte - y - im<br />Gel - mekte - sin<br />Gel - mekte<br />Gel - mekte - y - iz<br />Gel - mekte - siniz<br />Gel - mekte - ler<br />Hatta bazı kullanımlarda bu ekin “-mada, -mede” şekillerine dönüştüğü görülür.<br />“Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer”<br />dizesinde altı çizili fiiller bu şekilde çekimlenmiştir.<br /><br />d. Gelecek Zaman<br />Eylemin, söylendiği andan sonra yapılacağını ifade eder.<br />Sor - acak - ım (soracağım)<br />Sor - acak - sın<br />Sor - acak<br />Sor - acak - ız (soracağız)<br />Sor - acak - sınız<br />Sor - acak - lar<br /><br />e. Geniş Zaman<br />Fiilin herhangi bir zamanda yapılabildiğini gösterir.<br />Koş - ar - ım<br />Koş - ar - sın<br />Koş - ar<br />Koş - ar - ız<br />Koş - ar - sınız<br />Koş - ar - lar<br /><br />2. Dilek (isteme) Kipleri<br />Bu kiplerde zaman anlamı yoktur. Örneğin; “gitmeliyim” sözünde bu işin ne zaman yapılacağı değil, gitmenin arzu edildiği anlatılmak isteniyor. Dilek kiplerinin dört çekimi bulunuyor.<br /><br />a. Gereklilik Kipi<br />Eylemin yapılması gerektiğini anlatan kiptir. Bazen cümleye ihtimal anlamı da katabilir. Ancak daha çok zorunluluk bildirir.<br />Sor - malı - y - ım<br />Sor - malı - sın<br />Sor - malı<br />Sor - malı - y - ız<br />Sor - malı - sınız<br />Sor - malı - lar<br />“Bu yazıyı iki saatte bitirmeliyim.” cümlesinde gereklilik,<br />“Şimdiye dek eve gelmiş olmalı.” cümlesinde ihitimal anlamı verir.<br /><br />b. Şart Kipi (Dilek- Koşul)<br />Bazı cümlelerde dilek, bazılarında koşul anlamı katan fiil çekimidir.<br />Bul - sa - m<br />Bul - sa - n<br />Bul - sa<br />Bul - sa - k<br />Bul - sa - nız<br />Bul - sa - lar<br />“Şu okul bir bitse de rahatlasak.” cümlesinde istek,<br />“Kapıyı açsa beni görecekti.” cümlesinde koşul anlamı verir.<br /><br />c. İstek Kipi<br />Eskiden çok kullanılan ancak günümüzde oldukça sınırlı bir kullanım alanı bulunan fiil kipidir. “-a, -e” eki kullanılarak yapılır.<br />Bil - e - y - im (-eyim)<br />Bil - e - sin<br />Bil - e<br />Bil - e - lim<br />Bil - e - siniz<br />Bil - e - ler<br />Bunlardan en çok birinci tekil ve birinci çoğul şahıslar kullanılır.<br />“Son yazdığım şiiri getireyim.”<br />“Anlat da neler olduğunu, biz de bilelim.”<br />cümlelerinde bu kipi görüyoruz.<br /><br />d. Emir Kipi<br />Eylemin yapılması gerektiğini buyruk şeklinde bildiren çekimdir. Birinci tekil ve birinci çoğul şahsın emir çekimi yoktur. Emir kipinin çekimi şahıs ekleri ile yapılır.<br />----- -----<br />gel gel - in (gel - iniz)<br />gel - sin gel - sin - ler<br />Görüldüğü gibi emir kipinin birinci tekil ve birinci çoğul şahıslarında çekimi yoktur.<br />“Yarın bize biraz erken gel.”<br />“Çıkın odadan hepiniz.”<br />cümlelerinde altı çizili fiiller emir kipiyle çekimlenmiştir.<br /><br />Fiil Çekimlerinde Olumsuzluk<br />Fiillerin olumsuz biçimleri, kip eklerinden önce “-ma, -me” olumsuzluk ekinin getirilmesiyle yapılır.<br />Koş - tum ® Koş - ma - dı - m.<br />Gel - miş - sin ® Gel - me - miş - sin<br />Bırak - acak ® Bırak - ma - y - acak<br />Sor - malı - y - ım ® Sor - ma - malı - y - ım<br />Olumsuz çekimde tek özel durum, geniş zamanın çekiminde görülür.<br />Bunda olumsuzluk eki, zaman eki ve şahıs eki tamamen kaynaşmış durumdadır.Bil - ir - im<br />Bil - ir - sin<br />Bil - ir<br />Bil - ir - iz<br />Bil - ir - sin - iz<br />Bil - ir - ler ®<br />®<br />®<br />®<br />®<br />® Bil - mem<br />Bil - mezsin<br />Bil - mez<br />Bil - meyiz<br />Bil - mezsiniz<br />Bil - mezler<br /><br />Fiil Çekiminde Soru<br />Fiil çekiminin soru şekli “mı, mi” ile yapılır. Buna soru eki diyenler olduğu gibi soru edatı diyenler de vardır. Fiil çekiminde “mi” bazen kip ekiyle şahıs eki arasında, bazen şahıs ekinden sonra gelir.Geldin<br />Gelmişiz<br />Geliyorsun<br />Gelmeliyim<br />Gitsek<br />Gideyim ®<br />®<br />®<br />®<br />®<br />® Geldin mi?<br />Gelmiş miyiz?<br />Geliyor musun?<br />Gelmeli miyim?<br />Gitsek mi?<br />Gideyim mi?<br />altı çizili çekimlerde şahıs ekinden sonra diğerlerinde kip ve şahıs ekleri arasına girmiştir.<br /><br />FİİLLERDE ANLAM (ZAMAN) KAYMASI<br />Fiil çekimlerinde kullanılan kip ve zaman ekleri her zaman kendi anlamlarında kullanılmaz. Bu ekler birbirlerinin yerlerine de geçebilir. Elbette bu, cümlenin anlamıyla ilgilidir. Kısaca, cümlede yüklemin çekimlendiği kip veya zamanla işin yapıldığı kip veya zamanın farklı olmasına anlam kayması denir.<br />“Sizi yarın burada bekliyorum.” cümlesinde “bekliyorum” yüklemi şimdiki zamanla çekimlendiği halde iş “yarın” yani gelecek zamanda yapılacaktır. Öyleyse burada zaman kayması vardır.<br />“O her gün aynı saatte yola çıkıyor.”<br />cümlesinde fiil şimdiki zamanla çekimlenmiş, iş “her gün” yani geniş zamanda yapılıyor.<br />“O daha üç yaşındayken babasını kaybediyor.”<br />cümlesinde fiil şimdiki zamanla çekimlenmiş, iş geçmiş zamanda olmuş.<br />“Bu dilekçeyi sonra yazarsınız.”<br />Cümlesinde fiil geniş zamanda çekimlenmiş, iş gelecek zamanda yapılacak.<br />“Keloğlan’ın yolu bir gün bir kasabaya düşer.”<br />cümlesinde geniş zaman, geçmiş zaman yerine kullanılmış.<br />Bazı cümlelerde ise haber kipleri dilek kipleri yerine kullanılır.<br />“Bu cami de bize Selçuklulardan kalma bir eser olacak.”<br />cümlesinde gelecek zaman, gereklilik kipi (olmalı) anlamında kullanılmıştır.<br />Bazen dilek kipleri de birbirleri yerine kullanılır.<br />“Gelsen de şu işleri birlikte yapsak.” cümlesinde şart kipi, istek anlamında kullanılmıştır.<br />“Şöyle buyrun efendim!” cümlesinde emir, istek anlamındadır.<br />Örnekler çoğaltılabilir. Sonuç olarak, önce yüklemin kip veya zamanına daha sonra işin yapıldığı kip veya zamana bakarsak ve bunların farklı olduğunu görürsek, cümlede anlam (zaman) kayması vardır.<br />Zaman kaymasının olduğu cümleler anlamca bozuk değildir. Bu sadece Türkçe’nin bir söyleyiş zenginliğidir.<br /><br />EKFİİL (EKEYLEM)<br />Mastar olarak bir anlamı olmayan, isim ve isim soylu sözcüklere gelerek onları cümlede yüklem olarak kullandıran ve çekimlenmiş fiillere gelerek bileşik çekimli fiiller oluşturan “imek” fiiline denir.<br />Bu fiilin dört basit çekimi bulunur. Basit çekimli durumda sadece isim soylu sözcüklerde bulunur. Üç bildirme (haber), bir dilek kipi bulunan bu fiilin çekimini şu şekilde gösterebiliriz.<br /><br />a. Bilinen Geçmiş Zaman (idi)<br />Öznenin önceden içinde bulunduğu bir oluşu bildirir.<br />Öğrenciydim (Öğrenci idi - m)<br />Öğrenciydin<br />Öğrenciydi<br />Öğrenciydik<br />Öğrenciydiniz<br />Öğrenciydiler<br />Sadece isme değil zamire, edata, tamlamalara da eklenebilir.<br />“Seni buraya çağıran bendim.” cümlesinde zamire,<br />“Dün biraz rahatsız gibiydi.” cümlesinde edata,<br />“Elinde taşıdığı paket, düğün hediyesiydi.” cümlesinde isim tamlamasına,<br />“Yeni aldığım ev bahçeli bir evdi.” cümlesinde sıfat tamlamasına gelerek onlara zaman anlamı kazandıran “-di” ekleri hep ekfiildir.<br /><br />b. Öğrenilen Geçmiş Zaman (imiş)<br />Öznenin başkasından duyulan bir oluş içinde bulunduğunu gösterir.<br />Doktormuşum (Doktor imiş - im)<br />Doktormuşsun<br />Doktormuş<br />Doktormuşuz<br />Doktormuşsunuz<br />Doktormuşlar<br />Bu da zamire, edata vs. eklenebilir.<br /><br />c. Şart Kipi (ise)<br />Hastaysam (Hasta ise - m)<br />Hastaysan<br />Hastaysa<br />Hastaysak<br />Hastaysanız<br />Hastaysalar<br />şeklinde çekimlenir ve isim soylu söcüklere şart anlamı yükler.<br /><br />d. Geniş Zaman<br />Bu zaman çekiminde ekfiil diğer çekimlerinde olduğu kadar belirgin değildir. Diğerleri, eklendiği sözcükten “idi”, “imiş”, “ise” diye ayrılabileceği halde, geniş zamanda ayrılmaz.<br />Ben şair - im<br />Sen şair - sin<br />O şair(dir)<br />Biz şair - iz<br />Siz şair - siniz<br />Onlar şairler(şairdirler)<br />“Sensin beni hasta eden.” cümlesinde zamire,<br />“Sen tam bana göresin.” cümlesinde edata,<br />“Elmaların en iyisi Amasya elmasıdır.” cümlesinde isim tamlamasına gelmiş ve onları yüklem yapmıştır.<br /><br />Ekfiilin Olumsuzu<br />Ekfiille çekimlenmiş sözcükler “değil” edatıyla olumsuz yapılır.Öğretmendim<br />Doktormuş<br />Hastaysa<br />Şairim ®<br />®<br />®<br />® Öğretmen değildim.<br />Doktur değilmiş.<br />Hasta değilse.<br />Şair değilim.<br />örneklerinde ekfiilin olumsuz çekimi görülmektedir. Diğer fiillerin “-ma, -me” ile, ekfiilin “değil” ile olumsuz yapılması, ekfiilin bulunmasını oldukça kolaylaştırır.<br />“Karnım iki gündür açtı.”<br />“Kapıyı ardına kadar açtı.” cümlelerinde altı çizili sözcüklerden hangisinin ekfiil aldığını bulmak için cümleleri olumsuz yaparız.<br />“Karnı iki gündür açmadı.” olmayıp<br />“aç değildi.” olacağına göre birincide ekfiil kullanılmıştır.<br />“Beni aramış doktorum.”<br />“İki yıldır doktorum.” cümlelerinde de benzer ekler görülüyor. Ayrı yöntemle bunu da ayırabiliriz.<br />“Beni aramış doktor değilim.” denmez, ancak “İki yıldır doktor değilim.” olur. Öyleyse ikinci cümledeki, ekeylemdir.<br />Burada “değil” edatının zaman eklerinden önce geldiğini de söyleyelim. Yani “hastaydı” sözü “hastaydı değil” şeklinde olumsuz yapılmaz; “hasta değildi” şeklinde yapılır.<br /><br />Ekfiilin Soru Şekli<br />Bu fiilin soru şekli de diğer fiillerde olduğu gibi “mi” ile yapılır. “mi” sözü isimle ekfiil arasına girerek kullanılır.Öğretmendim<br />Doktormuş<br />Şairim ®<br />®<br />® Öğretmen miydim?<br />Doktor muymuş?<br />Şair miyim?<br />Ekfiilin geniş zamanında kullanılan ekler çekimlenmiş fiillerden sonra gelmez. Ancak üçüncü tekil şahısta kullanılan “-dir” eki çekimli fiillerden sonra gelerek onlara ihtimal ya da kesinlik anlamı katabilir. Bu görevi üstlendiğinde bu ekin adı bildirme eki olur.<br /><br />BİLEŞİK ZAMANLI FİİLLER<br />Basit zamanlı fiil, fiilin tek bir zaman veya kip bildirecek şekilde çekimlenmesiydi. Bileşik zamanlı fiil ise, fiilin birden çok kip ve zaman bildirecek biçimde çekimlenmesiyle oluşur. Basit çekimli fiillere ekfiilin getirilmesiyle yapılır. Üç grupta incelenir.<br /><br />a. Hikaye Bileşik Zamanı<br />Fiilin basit çekiminden sonra ekfiilin “idi” şekli getirilerek yapılır.<br />gel - miş - idi - m ® gelmiştim Fiil Birinci İkinci Şahıs<br />zaman zaman eki<br />örneğinde, fiilin çekimini adlandırırken “gelmek fiilinin öğrenilen geçmiş zamanının hikayesi” deriz.<br />Biliyorduk (Bilmek fiilinin şimdiki zamanının hikayesi)<br />Çözmeliydik (Çözmek fiilinin gereklilik kipinin hikayesi)<br />Bazen ekfiille çekimli fiil arasına başka ekler girebilir.<br />“Alacak mıydı?” sözünde araya “mi” soru edatı girmiş, “açmışlardı” sözünde ise araya“-ler” çoğul eki gelmiştir.<br /><br />b. Rivayet Bileşik Zamanı<br />Fiilin basit çekiminden sonra ekfiilin “imiş” şekli getirilerek yapılır.<br />Gel - ecek - miş ® Gelecekmiş Fiil Gelecek Rivayet zaman ZamanGeliyormuşum ® (gelmek fiilinin şimdiki zamanının rivayeti)<br />Gitmeliymişiz ® (gitmek fiilinin gereklilik kipinin rivayeti)<br />Sorarmış ® (sormak fiilinin geniş zamanının rivayeti)<br />Çözmüş müymüş ® (Çözmek fiilinin öğrenilen geçmiş zamanının rivayeti)<br /><br />c. Şart Bileşik Çekimi<br />Fiilin basit çekiminden sonra ekfiilin “ise” şekli getirilerek yapılır.<br />Gel - ecek - se - k ® Geleceksek Fiil Gelecek Şart kipi zaman Geliyorsanız ® (gelmek fiilinin şimdiki zamanının şartı)<br />Gelmişseniz ® (gelmek fiilinin öğrenilen geçmiş za- manının şartı)<br />Gelmeliyseler ® (gelmek fiilinin gereklilik kipinin şartı)<br />Ekfiilin geniş zamanda kullanılan eklerle bileşik zamanlı fiil yapılamaz.<br />Bileşik zamanlı fiillerde anlam kayması aranmaz: çünkü fiilin çekiminde daima ekfiilin zamanı hakimdir.<br /><br />BİLEŞİK FİİLLER<br />İki veya daha fazla sözün bir araya gelerek kendi anlamlarından farklı bir anlam verecek ve bir hareketi karşılayacak biçimde kalıplaşmasıyla oluşan fiillerdir. Yapılışına göre üç grupta incelenebilir:<br /><br />a. Yardımcı Fiille Yapılan Bileşik Fiiller<br />Bir yardımcı fiille ondan önce gelen adsoylu bir sözcükten oluşur. Yardımcı fiil olarak “etmek, olmak, eylemek, kılmak” gibi fiiller kullanılır.<br />Etmek<br />“Bu olay beni çok tedirgin etti.”<br />“Gelmeden önce mutlaka telefon ederdi.”<br />“Akşamki yemek beni rahatsız etti.”<br />“Her şey yoluna girer, biraz sabret.”<br />cümlelerinde altı çizili sözler bileşik fiildir. Bu fiillerde daha çok isim görevindeki sözcüğün anlamı hakimdir.<br />“Etmek” yardımcı eylemi bazı cümlelerde kendi anlamında da kullanılabilir.<br />“Bu ev söylendiği kadar etmez.”<br />cümlesinde “etmek” eylemi “değer, tutar” anlamında kullanılmıştır.<br />Bazen “etmek” yardımcı fiiliyle isim arasına başka sözcükler girebilir.<br />“Çok ağır işler yüklendi sırtına, ama şikayet bile etmedi adam.”<br />Bu tür fiillerde isim soylu sözcük çoğu zaman çekim eki alamaz. Ancak bazen istisnalar görülebilir.<br />“Hele bir dediğini yapma, sana ne işler eder görürsün.” cümlesinde “işler” sözcüğü çoğul eki almıştır.<br />Olmak<br />“Adam birden ortalıktan yok oldu.”<br />“Soğukta uzun süre kalınca hasta olmuş.”<br />“Konuşmacının sözlerine herkes mest oldu.”<br />“Bu küçük odaya iki gündür hapsolduk sanki.”<br />cümlelerinde altı çizili eylemler bileşik eylemdir.<br />“Kardeşim bu yıl doktor olacak.”<br />cümlesinde “olmak” eylemi meslek bildirmiş. Bu tür kullanımlarda da bileşik fiil yapmıştır.<br />“Olmak” yardımcı eylemi kendi anlamında da kullanılabilir.<br />“Benim de bazen hayallere daldığım olmuştur.”<br />“Olmak” fiilinin bileşik eylem yapıp yapmadığını anlamak için onu kendinden önceki sözcükle kullanabiliriz. Örneğin “doktor olmak” anlamlı bir fiildir de “daldığım olmak” anlamlı değildir.<br />Bunların dışında kullanılan “eylemek, kılmak” gibi yardımcı eylemler günümüzde yerlerini “etmek” eylemine bırakmışlardır.<br />Seyreyledim eşkal-i hayatı<br />Ben havz-ı hayalin sularında<br />dizelerinde altı çizili eylem “eylemek” yardımcı eylemiyle yapılan bir bileşik eylemdir.<br />“Sözü etkili kılmak için sözcükleri iyi seçmek gerekir.”<br />cümlesindeki “etkili” sözcüğü de “kılmak” yardımcı eylemiyle yapılmıştır.<br /><br />b. Kurallı Bileşik Fiiller<br />Bunlar belli kurallara göre yapılan ve her birinin özel bir adla karşılandığı fiillerdir. Yardımcı eylemden önce bir fiil unsurunun getirilmesiyle yapılır. Dört grupta incelenir.<br /><br />Yeterlik Fiili<br />Yapmaya gücü yetmek anlamında olan bu fiilin yapılışı “fiil + a(e) + bilmek” şeklindedir.<br />“Kapıyı biraz açabilir miyiz?”<br />“Sizinle ben de gelebilirim.”<br />cümlelerinde altı çizili fiiller yeterlik fiilleridir. Bu fiilin olumsuzunda yardımcı eylem tamamen ortadan kalkar.<br />“Soruyu kimse çözemedi.”<br />“Çok aradım, ama bulamadım.”<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler yeterlik fiilinin olumsuz şekilleridir. Görüldüğü gibi yardımcı eylem yoktur. Fiile “-ama-, -eme-" şeklinde bir ek getirilerek oluşturulmuştur.<br />Bazen bir fiile yeterlik fiilinin hem olumlu hem olumsuz şekilleri getirilebilir.<br />“Bu soruyu o da çözemeyebilir.”<br /><br />Tezlik fiili<br />Anlamında bir çabukluk ifadesi olan tezlik fiilinin yapılışı “fiil + ı (i, u, ü) + vermek” şeklindedir.<br />“O kadar soruyu bir saatte çözüverdi.”<br />“Şu paketleri üçüncü kata çıkarıver.”<br />cümlelerinde altı çizili fiiller tezlik fiilidir. Bu fiilin olumsuzu, az da olsa kullanılır:<br />“O kadar bekledim, bana bir mektup bile yazıvermedin.”<br />Olumsuz bir fiilin tezlik fiili olması durumunda ise, fiil “vazgeçme, bırakma” anlamları verir:<br />“Adamın üzerine fazla gitmeyin, sonra bir daha gelmeyiverir.”<br /><br />Sürerlik Fiili<br />Anlamında bir devamlılık görülen bu fiilin yapılışı<br />şu şekildedir: Fiil + a(e) + kalmak durmak gelmek<br />“Kavga edenlerin haline bakakaldı.”<br />“Sen olayı düşünedur, ben şu yazıyı müdüre verip geleyim.”<br />“Asırlar öncesinden süregelen bu adetleri bırakmak kolay değil.”<br />cümlelerinde altı çizili fiiller sürerlik fiilleridir. Bu fiillerin olumsuzları kullanılmaz.<br /><br />Yaklaşma Fiili<br />Anlamında “az kalsın olacaktı” ifadesi görülen bu fiilin yapılışı “fiil + a(e)+ yazmak” şeklindedir; yazı dilinde pek kullanılmaz, yerel bir söyleyiştir.<br />“İşe giderken yolda düşeyazdım.”<br />cümlesinde altı çizili sözcük yaklaşma fiilidir.<br /><br />c. Anlamca Kaynaşmış Bileşik Fiiller<br />Belli bir yardımcı fiili olmayan, sözcüklerin kendi anlamları dışında bir anlam verecek biçimde kaynaştıkları bileşik fiillerdir. Bunların büyük çoğunluğunu deyimler oluşturur.<br />“Tüm canlılar dile gelmişti sanki.”<br />“Her yeni düşünceye karşı çıkman doğru değil.”<br />“Burada geçen yıl meydana gelen olayda, iki kişi ölmüştü.”<br />“Bu davranışı, onu herkesin gözünden düşürdü.”<br />cümlelerinde altı çizili sözler birer anlamca kaynaşmış bileşik fiildir.<br /><br />FİİLİMSİLER<br />Fiillerden türemiş olmakla birlikte bir fiil gibi çekimlenemeyen olumlu, olumsuz şekilleri yapılabilen ve cümlede isim, sıfat, zarf gibi görevlerde kullanılan sözcüklerdir. Üç grupta incelenir.<br /><br />a. İsim - Fiil<br />Fiillere “-mak, -mek” , “-ma, -me”, “-ış, -iş, -uş, -üş” eklerinin getirilmesiyle yapılır.<br />“O şimdi romanını bitirmekle meşguldür.”<br />“Size gelmeyi ben de çok istemiştim.”<br />“Onun yemek hazırlayışını gördün mü hiç?”<br />cümlelerinde altı çizili sözler isim-fiildir. Bu ekleri benzer eklerle karıştırmamak gerekir.<br />“Sana, bir daha buraya gelme, demiştim.”<br />cümlesinde altı çizili sözcükteki ek isim-fiil eki değil, olumsuzluk ekidir.<br />Bazı sözcükler aslında isim-fiil ekleriyle türediği halde, zamanla isimleşmiş, yani fiilimsi özelliğini kaybetmiş olabilir.<br />“Biraz ekmek alabilir miyim?”<br />“Bugün gelmediğini danışmadan öğrendim.”<br />“Derste yağış türlerini inceledik.”<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler isim-fiil değildir.<br />“Deneme sınavlarıyla bu öğrencileri denememiz doğru değil.”<br />cümlesinde altı çizili birinci sözü “denememe” şeklinde kullanamayız; çünkü bu sözcük artık isimleşmiştir. Ancak altı çizili ikinci sözcük “denemememiz” şeklinde kullanılabilir; yani olumsuz yapılabilir, öyleyse fiil anlamı devam ediyor; yani bu isim-fiildir.<br /><br />b. Sıfat - Fiil<br />Fiillere “-an, -ası, -mez, -ar, -dik, -ecek, -miş” eklerinin getirilmesiyle yapılır. Çoğu zaman sıfat görevinde kullanılır.<br />“Kışta açan çiçeklerin ömrü az olur.”<br />“Öpülesi elleri vardı analarımızın.”<br />“Senin ne bitmez çilen varmış böyle.”<br />“Buralarda bir akar çeşme yok galiba.”<br />“Size biraz bilinmedik fıkralar anlatayım.”<br />“Bana gazetemi getirecek biri yok mu burada?”<br />“Onda ne yakası açılmamış sözcükler vardır.”<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler sıfat-fiildir.<br />Sıfat-fiil eklerinden “-dik” ve “-ecek” ekleri çoğu zaman kendinden sonra iyelik eki alarak kullanılır.<br />“Çözdüğüm soruları niçin yeniden soruyorsun?”<br />“Gideceğin gün belli mi?”<br />cümlelerinde altı çizili sıfat-fiiller iyelik eki almıştır.<br />Bu ekler aynı zamanda sıfatla hiç ilgisi olmayan kullanımlarda da görülür. Bu, daha çok dolaylı anlatımda karşımıza çıkar.<br />“Kitabımı sana verdiğimi unutmuşum.”<br />“Senin de bizimle geleceğini bilmiyorduk.”<br />cümlelerinde sıfat-fiil ekleri sıfatla ilgisi olmayan bir kullanımda görülüyor.<br />Sıfat-fiiller niteledikleri isimler düştüğünde onların yerine geçebilir.<br />“Benden aldıklarını ne zaman geri göndereceksin?”<br />“Beni arayanların adreslerini almayı unutma.”<br />cümlelerinde altı çizili sıfat-fiiller ismin yerine geçecek şekilde kullanılmıştır.<br />Kimi zaman sıfat-fiiller çekimli fiillerle karışabilir.<br />“Gideceğim bu şehirden artık.”<br />“Gideceğim herkes tarafından biliniyor.”<br />cümlelerinde altı çizili sözcüklerin yazılışları aynıdır. Ancak birincisinde “Ben gideceğim” ifadesi olduğundan çekimli fiildir. İkincisinde ise “benim gideceğim” anlamında olduğundan, yani fiilin sonunda iyelik eki kullanıldığından fiil, sıfat-fiildir.<br />Elbette fiilden türeyip sıfat olan her sözcük de fiilimsi değildir.<br />“Yıkık duvarların resmini çektik.”<br />cümlesinde altı çizili sözcük “yıkmak” fiilinden türemiştir. Ancak fiilimsi değildir. Çünkü fiilimsilerin fiil anlamı devam ettiğinden olumsuz şekilleri de kullanılabilir. Biz bu sözü “yıkmayık” şeklinde kullanamayız.<br />Aynı cümleyi biz;<br />“Yıkılmış duvarların resmini çektik.”<br />şeklinde söyleseydik, bunu “yıkılmamış” şeklinde de ifade edebilirdik. Çünkü bu sözcük fiilimsidir.<br /><br />c. Bağ-Fiil (zarf-fiil)<br />Fiillere, bağ-fiil eki dediğimiz eklerin getirilmesiyle yapılır; cümlede daima zarf olarak kullanılır.<br />“Kapıyı açınca karşımda onu gördüm.”<br />“Soruları çözdükçe konuyu daha iyi anlıyorum.”<br />“Bize haber vermeden gitmeyin sakın.”<br />“Bu kağıdı müdüre imzalatıp geri getirin.”<br />“Televizyon seyrederken çoğu kez uyuyakalırdı.”<br />“Gezdiği yerleri anlata anlata bitiremiyordu.”<br />“Sınıfa girer girmez öğrencileri azarlamaya başladı.”<br />“Sadece kitap okuyarak bu kadar bilgi kazanılamaz.”<br />“Köyden ayrılalı yaklaşık on yıl oldu.”<br />“Ders çalışmaksızın sınavı kazanacağını mı sanıyorsun?”<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler bağ-fiildir. Görüldüğü gibi yüklemin durumunu ya da zamanını bildirerek onun zarfı olmuşlardır.<br />Bunlar arasında yapı bakımından diğerlerine benzemeyen bağfiil eki “-ken” ekidir.<br />Bu ek diğer fiilimsi eklerinin aksine kendinden önce bir çekim eki alarak kullanılır. Bunun nedeni “-ken” ekinin, ekfiilin bir bağ-fiil eki olmasındandır. Hatta bu özelliğinden dolayı isimleri bile zarf yapabilir.<br />“Ben çocukken burada yaşlı bir çınar ağacı vardı.”<br />cümlesinde “-ken” eki “çocuk” ismini zarf yapmıştır. Elbette bu, bir fiilimsi değildir. Çünkü fiilimsiler fiillerden türeyen sözcüklerdir.<br />Bağ-fiil eklerinin diğer fiilimsi eklerinden önemli bir farkı vardır. Diğer fiilimsilerden sonra isim çekim ekleri kullanılabildiği halde bağ-fiillerden sonra hiçbir çekim eki kullanılamaz. Bazı bölgelerde “koşaraktan” gibi kullanımlar görülse de yazı dilinde böyle bir kullanım yoktur.<br />Fiilimsilerin cümledeki en önemli görevi yan cümlecik yapmasıdır. Bunu ileride “cümle çeşitleri” konusunda göreceğiz.<br /><br /><br />Türkçe<br />Ekler ve Sözcük Yapısı<br />EKLER VE SÖZCÜK YAPISI<br />EKLER<br />Sözcüklerin kök veya gövdelerine gelerek onların cümledeki görevlerini belirleyen, onlara değişik anlamlar katan ya da onlardan yeni sözcükler türeten ses veya ses bileşimlerine ek denir.<br />Bunlardan çekim eklerini daha önce gördüğümüz için yapım ekleri üzerinde duracağız.<br /><br />Yapım Ekleri<br />İsim ve fiillerin kök veya gövdelerine gelerek onlardan başka isim ya da fiil türeten eklerdir.<br />Burada kök sözünü de açıklamakta fayda var.<br /><br />Kök<br />Bir sözcüğün anlamı ve yapısı bozulmadan parçalanamayan en küçük parçasıdır. Köklerde yapım eki bulunmaz, ancak çekim eki bulunabilir.<br /><br />Örneğin;<br />“Evimiz” sözünde “ev”; sözcüğün, anlamlı ve parçalanamayan en küçük parçasıdır. “-(i)-miz” eki iyelik ekidir; yani isim çekim ekidir. Öyleyse bu sözcük yapım eki almamıştır, kök halindedir. Kökler iki türde bulunur; İsim kökleri ve Fiil kökleri. “Geldi” sözcüğündeki kök “gel-” fiil kökü; “sözlük” sözcüğünün kökü olan “söz” isim köküdür. Ancak bazen ses taklidi yoluyla oluşan yansıma kökler de vardır.<br />Örneğin;<br />“ağaçlık” sözcüğünün kökünü bulurken en anlamlı olarak gördüğümüz “ağ” sözünü kök olarak düşünebiliriz. Ancak “ağaçlık” sözüyle balık tutmakta kullanılan “ağ” sözünün herhangi bir anlam ilişkisi yoktur. Öyleyse bu sözcüğün kökü “ağ” olamaz. Ondan sonra "ağa” sözcüğünü görüyoruz. Yine “ağaçlık” sözüyle “ağa” sözcüğü arasında bir anlam ilgisi yoktur. Öyleyse bunu da kök olarak alamayız. Alabileceğimiz kök elbette “ağaç” köküdür. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz; sözcüğün köküyle, ek aldıktan sonraki şekli arasında mutlaka bir anlam ilgisi olmalıdır.<br />Sözcüğün yapım eki aldıktan sonraki durumuna gövde denir.<br />Bir sözcük birden çok yapım eki alabilir. İlk yapım eki köke diğerleri gövdeye eklenir.<br /><br />Çekim Ekiyle Yapım Ekinin Farkları:<br />Çekim ekleri eklendiği sözcüğün anlamında bir değişiklik yapmaz; yapım ekleri ise anlamı, köke bağlı olmak şartıyla, değiştirir.<br /><br />Örneğin;<br />“Yolda bekliyor.” cümlesindeki “yol” sözü “geçilen yer” anlamındadır. “-de” hal ekini alarak “yolda” şekline geldiğinde de geçilen yer olma anlamı değişmemektedir.<br />“Yolcu bekliyor.” cümlesinde ise “geçilen yer” olan “yol” sözü “-cu” yapım ekini alarak bu anlamını yitirmiş “yoldan gelen” ya da “yola giden” kişi anlamına gelmiştir. Yani yolla bir anlam ilgisi vardır; ama yer ismi, kişinin niteliği anlamını ifade edecek hale gelmiştir.<br />Çekim ekleri bir sözcüğe yapım ekinden sonra eklenir. Yani önce yapım ekleri, sonra çekim ekleri gelir. İstisnaları olsa da bu genel bir kuraldır.<br />Ek ve kök hakkındaki bu genel bilgilerden sonra şimdi eklerin önemlileri üzerinde durabiliriz.<br /><br />a. İsimden İsim Yapan Ekler<br />İsim kök veya gövdelerine gelerek onlardan yeni isimler türeten eklerdir. Ancak bu sözcükler sıfat, zarf gibi görevlerde de kullanılabilir.<br />Bu eklerden bazıları şunlardır:<br />“-lık - lik” eki<br />“Buraya bir odunluk yapmıştık.”<br />cümlesinde ek, “odunların koyulacağı yer” anlamında bir sözcük türetmiş.<br />“Pencereye güneşlik almamız gerekiyor.”<br />cümlesinde güneşten korunmak için kullanılan alet ismi yapmış.<br />“Sendeki bu gençlik bir gün gidecek.”<br />cümlesinde soyut bir isim yapmış.<br />“Kiralık ev arıyoruz.” cümlesinde “kiraya verilecek” anlamında sıfat yapmış.<br />“Benlik özenle korunmalıdır.”<br />cümlesinde zamire gelerek ondan soyut bir isim türetmiştir.<br />Yukarıdaki örnekte olduğu gibi bir ek eklendiği sözcüğe değişik anlamlar katabilir. Bundan sonraki ekleri cümle içinde gösterip geçeceğiz. Ne anlama geldiğini cümle içindeki kullanımlardan çıkarabilirsiniz.<br />“Artık biz de şehirli olduk.”<br />“Kimse evsiz yaşayamaz.”<br />“Her noktaya bir gözcü koyalım.”<br />“Bu yaz İngilizce kursuna gideceğim.”<br />“Gençleri çağdaş bir insan olarak yetiştirelim.”<br />“Yarışmada üçüncü olduğumu söylediler.”<br />“Her sınıftan üçer kişi gelsin.”<br />“O çocuksu gülüşüne bayılıyorum.”<br />“Bu yemeğin acımsı bir tadı var.”<br />“Onun kendine özgü bir anlatımı var.”<br />“Sen çok bencil birisin.”<br />“Şu gelen sarışın çocuğu tanıyor musun?”<br />“Seninle yaşıt olduğumu bilmiyordum.”<br />Bunların dışında, az da olsa, kullanılan isimden isim yapma ekleri de vardır. Önemli olan kök halindeki sözcüğü bulup eklerini inceleyebilmektir.<br />Küçültme eki olarak kullanılan “-cık, -cağız, -cak” eklerini kimi kaynaklar çekim eki olarak değerlendirir. Ancak sorulardan anladığımız kadarıyla bu ek yapım ekidir.<br />“Kış gününde bu incecik gömlekle gezilir mi?”<br />“Bu hayvancağız bu kadar yükü nasıl taşısın?”<br />cümlelerinde gördüğümüz bu ekin, acıma, pekiştirme, sevgi gibi birçok anlamlar taşıdığı görülür.<br />Küçültme eki eklendiği sözcükte bazen ses düşmesine, bazen ses türemesine sebep olabilir.<br />“Küçücük elleriyle öyle güzel resim yapıyordu ki!”<br />cümlesinde “küçük” sözü “-cik” ekini aldığında, sondaki “k” sesi düşüyor.<br />“minik ® minicik”<br />“ufak ® ufacık”<br />“yumuşak ® yumuşacık” sözcüklerinde de aynı özelliği görebiliriz.<br />Bazen de ses türemesi olabilir.<br />“Azıcık aşım, kaygısız başım.” atasözünde “az” sözcüğüne “-cık” ekini getirdiğimizde “azcık” olması gerekirken “azıcık” olmuş; yani arada bir “ı” sesi türemiş.<br />“Bu gencecik yaşında ne sıkıntılar çekti zavallı.”<br />cümlesinde ise ekten önce “e” sesinin türediğini görüyoruz.<br />Kimi sözcüklerde bu ek, fiilden sözcük türetmiş gibi görülebilir.<br /><br />Örneğin;<br />“Bebek, etrafındakilere gülücükler yolluyordu.”<br />cümlesinde “gülücük” sözü sanki gülmek fiiline “-cik” eki getirilerek yapılmış; oysa sözcük aslında “gülüş-cük” şeklindeymiş, daha sonra “ş” düşerek “gülücük” olmuş.<br />Bazı durumlarda “-cık” eki küçültmeyle ilgisi olmayan, bir nesne, bir kavram adı da yapabilir.<br />“Onun bu yıl kulakçık ameliyatı olması gerekiyor.”<br />“Yaşlılıktan elmacık kemikleri dışarı çıkmış adamın.”<br />cümlelerinde bu ekin küçültme anlamından sıyrıldığını ve nesne ismi yaptığını görüyoruz.<br />Bazı isimden isim yapma ekleri de yansıma sözcüklere gelerek onlardan isim türetebilir.<br />“Bu gürültü nereden geliyor?”<br />cümlesinde “gürül” yansıma sözcüğü “-tü” eki alarak isim olmuştur.<br />“Dün geceki horultu kimden geliyordu öyle?”<br />“Bu mahallede fısıltı gazetesi iyi çalışıyor galiba.”<br />cümlelerinde altı çizili sözcükler yansımadan isim olan sözcüklerdir.<br /><br />b. İsimden Fiil Yapan Ekler<br />İsim kök veya gövdelerine gelerek onlardan fiil türeten eklerdir.<br />“Bahçedeki çiçekleri suladı.”<br />cümlesindeki altı çizili sözü incelediğimizde “su” ismine getirilen “-la-” eki, ismi “sulamak” şeklinde bir fiile dönüştürmüştür.<br />İsimden fiil yapan önemli ekleri cümlelerde gösterelim.<br />“Yol, buradan sonra gittikçe daralıyor.”<br />“Yaşlı adam yerinden doğruldu.”<br />“Parmağu uzun süre kanadı.”<br />“Yaptığı fedakarlığı duyunca gözleri yaşardı.”<br />“Derste kulağıma bir şeyler fısıldadı, gitti.”<br />“Neden bu kadar geciktin?”<br />“Sıkıntılara dayanamayıp delirdi zavallı.”<br />“Bu sözlerimi neden bu kadar garipsediniz?”<br />“Konuşmacının düşüncelerini pek benimsemedim.”<br />Ekler bazı sözcüklerde ses düşmesine sebep olabilir.<br />“Haberi duyunca rengi sarardı.”<br />cümlesinde altı çizili sözcük “sarı” ismine “-ar” eki getirilerek yapılmıştır. Bu sırada “sarı” sözcüğünün sonundaki “ı” sesi düşmüştür.<br /><br />c. Fiilden İsim Yapan Ekler<br />Fiil kök veya gövdelerine gelerek onlardan isim türeten eklerdir. Bunlar da cümlede sıfat, zarf görevlerinde kullanılabilir.<br />“Burada eskiden bir durak vardı.”<br />cümlesinde altı çizili sözcük, “dur-” fiiline “-ak” eki getirilerek yapılmıştır.<br />En çok kullanılan fiilden isim yapma eklerini cümle içinde gösterelim.<br />“Bu istek bende eskiden beri var.”<br />“Gereksiz bir yığın eşya var bu evde.”<br />“Herkese sevgi duymam gerekmiyor.”<br />“Büyük bir dalga, kuma yazdıklarımı sildi, götürdü.”<br />“O, babasına çok düşkün bir çocuk.”<br />“Bu kadar alıngan olmana gerek yoktu.”<br />“Her dalgıç bu kadar derine dalamaz.”<br />“Yeni aldığım süzgeç ortalıkta görünmüyor.”<br />“Doğa durağan değil değişkendir.”<br />“Bu eserin okuyucu bulması çok zor.”<br />“Artık aynı şeyleri yapmaktan usanç duydum.”<br />“Bu yazı geçen gün dergide yayınlandı.”<br />“Bir ay da kesinti olmasa maaşlarda.”<br />“Geldiklerine dair bir belirti var mı?”<br />“Dağlar bize artık geçit vermiyor.”<br />“Işıl ışıl bir güne daha merhaba dedik.”<br />Türkçe’de sayı bakımından en çok yapım eki fiilden isim yapma ekleridir. Biz burada ancak çok önemlilerini verdik.<br /><br />d. Fiilden Fiil Yapma Ekleri<br />Fiil kök veya gövdelerine gelerek onlardan yeni fiiller türeten eklerdir.<br />“Buradan iki yıl önce taşındı.”<br />“Müzeyi gezmeden buradan gidilmez.”<br />“Ortalık iyice karıştı.”<br />“O sudan sana da mı içirdiler?”<br />“Bu sözümüz onu mutlaka darıltmıştır.”<br />“Yeni takılan sokak lambalarını söktürmüşler.”<br />“Çiçekleri dalından koparmayın.”<br />“Bu suçlama karşısında biraz şaşaladım.”<br /><br />SÖZCÜĞÜN YAPISI<br />Sözcüğün yapısını üç grupta inceleyebiliriz: Basit sözcük, türemiş sözcük, bileşik sözcük.<br />Şimdi bunları ayrıntılarıyla görelim.<br /><br />1. Basit Sözcük<br />Yapım eki almayan sözcüklerdir. Bu tür sözcükler çekim eki almış olabilir. Yapım eki almadıklarından bunlar daima kök halinde bulunur.<br />“Her tarafı bembeyaz karlar örtmüştü.” cümlesindeki bütün sözcükler basittir.<br /><br />2. Türemiş Sözcük<br />Yapım eki alan sözcüklerdir. Türemiş sözcükler cümledeki görevlerine göre belli türleri karşılar. Böylece sözcük hem yapı hem görevce adlandırılır; yani türemiş isim, türemiş sıfat, türemiş fiil.... gibi.<br />“Bu köşeye bir kitaplık kurmak lazım.”<br />“Bana bir silgi verebilir misin?”<br />“Sınıfımızın başkanı çok dalgın biriydi.”<br />“O her zaman büyük düşünürdü.”<br />“Yolda çok hızlı yürürdü.”<br />“O her zaman yanında çalışanları gözetirdi.”<br />“Çocuklar asla sevgisiz yaşayamaz.”<br />“Çok acıktım, haydi yemeğe gidelim.”<br />cümlelerindeki altı çizili sözcükler türemiştir.<br />cümlesinde altı çizili sözcük, “aç” ismine”-ık” isimden fiil yapma eki getirilerek türetilmiştir. Buna türemiş fiil diyoruz.<br />“Yaprakların hışırtısı, kuşların cıvıltısına karışmış, tatlı bir musıki oluşturmuştu.”<br />cümlesinde altı çizili sözcükler “hışır”, “cıvıl” yansıma sözcüklerine “-tı” eki getirilerek yapılmıştır ve yansımadan türeyen isim oluşturulmuştur.<br />* * *<br />Bazı pekiştirmeli sözcüklerde sözcüğün başına bir hece eklendiği görülür.<br />“Etraf bembeyaz olmuş, göz kamaştırıyordu.”<br />cümlesinde altı çizili sözcük incelendiğinde “beyaz” sözcüğünün ilk hecesinden oluşturulmuş “bem” hecesinin sözcüğün başına geldiğini görüyoruz. Bu bir ek olmadığından sözcük yapım eki almamıştır; yani basittir.<br />Diğer taraftan, Türkçe sondan çekimli bir dildir, ekler daima sözcüğün sonuna eklenir.<br />Bir sözcük sadece kökten türetilmez; gövdelerden de türetilebilir.<br />“Şuralarda bir gözlükçü vardı eskiden.”<br />cümlesinde altı çizili sözcük “göz” isminden “gözlük”, “gözlük” isminden “gözlükçü” olmuştur. Görüldüğü gibi “-lük” eki sözcüğün köküne, “-çü” eki gövdesine eklenmiştir. Elbette sözcük yine türemiş bir isimdir.<br /><br />3. Bileşik Sözcük<br />İki farklı sözcüğün bir araya gelerek kendi anlamlarından az çok farklı bir anlam oluşturacak biçimde kaynaşmasıyla oluşan sözcüklerdir.<br />Bileşik sözcükler değişik şekillerde oluşur. Kimileri isim tamlamalarının, kimileri sıfat tamlamalarının, kimileri cümle özelliği gösteren söz öbeklerinin kaynaşmaları sonucunda oluşmuştur.<br />Bu kaynaşma sırasında sözcüklerin her ikisi anlamını kaybedebilir.<br />“Bahçeden çok güzel hanımeli kokusu geliyordu.”<br />Sözcüklerden sadece biri anlamını kaybetmiş olabilir.<br />“Yeryüzü yemyeşil olmuştu yine.”<br />Sözcüklerden hiçbiri anlamını tam olarak kaybetmemiş olabilir.<br />“Bu kış yeni bir ayakkabı almam gerek.”<br />* * *<br />Bileşik sözcükler yapılışlarına göre değişik özellikler gösterir. Bunları şu şekilde gruplandırabiliriz.<br /><br />a. İsim Tamlaması Yoluyla<br />“Komşunun çocuğu kuşpalazına yakalanmış.”<br />“Onlar düğünden sonra balayına gidecekler.”<br />“Üzerinde camgöbeği renginde bir kazak vardı.”<br />“Bahçenin bir köşesine aslanağzı ekmişlerdi.”<br />cümlelerinde altı çizili bileşik sözcükler isim tamlaması yoluyla oluşmuştur. Sözcükleri ayrı düşündüğümüzde bu, açık olarak anlaşılır.<br />Bazen bu yolla oluşan isimlerin - özellikle yer isimleri - sonunda iyelik ekinin düştüğü görülür.<br />“Edirnekapısı ® Edirnekapı”<br />“Kadıköyü ® Kadıköy”<br />sözcüklerinde altı çizili eklerin düştüğünü görüyoruz.<br /><br />b. Sıfat Tamlaması Yoluyla<br />“O ne açıkgöz adamdır bilsen.”<br />“Buradan Acıgöl’e gidebilir miyiz?”<br />“Buralarda eskiden çok sivrisinek olurdu.”<br />“Bu mevsim tam karatavuk avlama mevsimidir.”<br />cümlelerinde altı çizili bileşik sözcükler sıfat tamlamalarının kalıplaşmasıyla oluşmuştur.<br /><br />c. İyelik Ekinin Kaynaştırması Yoluyla<br />“Burası bağrıyanık insanların diyarıdır.”<br />“Çocukları fazla başıboş bırakmamalıyız.”<br />“O sütübozuk adama güvenir miyim hiç?”<br />cümlelerindeki altı çizili sözcüklerde, birinci sözcük isim, ikinci sözcük sıfat özelliği gösteriyor ve isim olan sözcük iyelik eki almıştır.<br /><br />d. İki Çekimli Fiilin Kaynaşması Yoluyla<br />“Odaya yeni bir çekyat alalım.”<br />“Bu denizlerde gelgit olayı pek görülmez.”<br />“Ekinler biçerdöverlerle biçilip ambarlara doldurulurdu.”<br />“Onunla uyurgezer diye dalga geçerlerdi.”<br />cümlelerinde her iki sözcük de çekimlidir. Birleşerek kendi anlamlarından farklı bir anlam ifade etmişler, ya da tür değişikliğine uğrayıp ad ve sıfat görevinde sözcükler oluşturmuşlardır.<br /><br />e. Bir İsimle Bir Çekimli Fiilin Kaynaşması Yoluyla<br />“Onun gibi mirasyedi birinden, başka ne beklenir.”<br />“Yeni bir ateşkes imzalanacakmış.”<br />“Bu lokantada imambayıldı güzel yapılır.”<br />cümlelerinde altı çizili sözcüklerin birincisi isim, ikincisi çekimli bir fiildir. Sözcükleri gerçek anlamlarında düşündüğümüzde bunların bir cümle özelliği gösterdiğini söyleyebiliriz.<br /><br />f. İsim ve Fiilimsinin Kaynaşması Yoluyla<br />“Bu bölgede günebakan yetişmiyormuş.”<br />“Ahmet karakaçanın sırtına binmiş gidiyordu.”<br />“Böyle oyunbozanlık edersen seninle geçinemeyiz.”<br />“Bu limana bir dalgakıran yapmak lazım.”<br />“Onun gibi çöpçatan birini görmedim, doğrusu.”<br />cümlelerinde birincisi isim soylu sözcük, ikincisi sıfat-fiil olan bu sözcüklerden bir bileşik sözcük meydana gelmiştir.<br />Bunlardan başka yollarla da bileşik sözcük oluşturulabilir. Önemli olan iki ayrı sözcüğün kaynaştığını anlayabilmektir.<br />Bileşik sözcüklerin kimileri oluşurken ses kaybı olabilir.<br />“Pazartesi günü size geleceğim.”<br />cümlesindeki sözcüğün oluşmasına bakalım.<br />Pazar - ertesi ® Pazartesi<br />Görüldüğü gibi “er” hecesi düşmüştür.<br />Bazı bileşik sözcüklerin oluşumunda ise iki ayrı sözcüğün varlığı bile hissedilemez.sütlü aş<br />ne asıl<br />bu öyle ®<br />®<br />® sütlaç<br />nasıl<br />böyle<br />Bu sözcüklerin artık iki ayrı sözcükten oluştuğunu düşünemiyoruz bile.<br /><br /><br />Türkçe<br />Cümlenin Öğeleri<br />CÜMLENİN ÖĞELERİ<br />CÜMLENİN ÖĞELERİ<br />Bir duygu, düşünce veya durumu tam olarak anlatan sözcük ya da söz öbeklerine cümle denir. Şimdi birbirini tamamlayan öğeleri inceleyeceğiz.<br />Bir cümlenin oluşması için en önemli şart, kip ve şahıs bildiren bir unsurun bulunmasıdır. Yani eğer cümle içinde herhangi bir söz, haber veya dilek kiplerinden herhangi biriyle çekimli halde bulunuyorsa o, bir yargı bildiriyor demektir. Yargı bildirmek ise cümle olmanın en önemli koşuludur. Şahıs bildirmek, cümle olmak için her zaman gerekli değildir.<br />Cümlede bulunabilecek öğeler, yüklem, özne, nesne ve tümleçlerdir. Bunların özelliklerinin neler olduğunu şimdi ayrı ayrı görelim.<br /><br />Yüklem<br />Cümlede kip ve zaman bildirerek yargıyı ortaya koyan temel unsurdur. Tek başına cümle özelliği gösterir. Diğer öğeler yüklemin tamamlayıcı öğeleridir.<br />Cümlede yüklemi bulmak için herhangi bir öğeye soru soramayız. Onu çekimli durumda bulunan sözcüklerden anlarız.<br /><br />Örneğin;<br />“Biliyorum” sözü “bilmek” eyleminin şimdiki zamanla çekimlendiğini gösteriyor. Öyleyse yargı bildiriyor demektir. Dolayısıyla bir cümledir.<br />“Biraz önce gelen çocuk, kapıcının kızıydı.”<br />cümlesindeki altı çizili söz isim tamlaması olduğundan;<br />“O, eskiden, yaramaz bir çocuktu.”<br />cümlesindeki altı çizili söz sıfat tamlaması olduğundan birbirinden ayrılmaz ve birlikte yüklem olur.<br /><br />Özne<br />Cümlede yüklemin bildirdiği işi, hareketi yapan ya da oluş içinde bulunan öğedir. Cümlenin temel öğesidir. Ancak her cümlede bulunmak zorunda değildir.<br />Cümlede özneyi bulmak için yükleme “kim” ve “ne” sorularını sorarız. Ancak özellikle “ne” sorusu, nesneyi bulmak için de sorulduğundan, biz özne sorusunu yükleme değişik biçimde sorarız.<br /><br />Örneğin;<br />“Öğretmen soruyu bana sordu.”<br />cümlesinde “sordu” yüklemdir. Özneyi bulmak için yükleme “Soran kim?” diye soruyoruz. Cevap olarak “Öğretmen” geliyor. Öyleyse cümlenin öznesi bu sözcüktür.<br />Cümlede özne yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, açık olarak verilebileceği gibi, yüklemin çekiminden de çıkarılabilir. Cümlede olmayan, yüklemdeki şahıs eklerinden anlaşılan bu tür öznelere “gizli özne” adı verilir. “Sana bu kitabı iki günlüğüne verebilirim.”<br />cümlesinin yüklemi “verebilirim” sözüdür. Özneyi bulmak için “Veren kim?” diye soruyoruz, “Ben” cevabı geliyor; ancak bu söz cümlede yok, biz bunu yüklemin bildirdiği şahıstan çıkarıyoruz. Öyleyse bu cümlenin öznesi gizli öznedir. Bu özne cümlede var olan öğelerden biri sayılmaz. Yani “Geldim.” cümlesinde öznenin “ben” olduğu görülse bile bu cümle sadece yüklemden oluşmuş sayılır.<br />Her cümlede özne bulunmaz. Yani eylemi yapan bazen belli değildir.<br />“Kasabaya bu yoldan gidilmez.”<br />cümlesinde “Gidilmeyen ne, gidilmeyen kim?” gibi sorulara cevap alınmaz. Öyleyse cümlenin öznesi yoktur.<br /><br />Nesne<br />Cümlede yüklemin bildirdiği işten etkilenen öğedir. Yükleme sorulan “kimi, neyi, ne” sorularına cevap verir.<br />Nesneler hal ekini alıp almamalarına göre iki grupta incelenir.<br /><br />1. Belirtili Nesne<br />Nesne görevinde bulunan söz, “-i” hal ekini almışsa, nesneye belirtili nesne denir.<br />“Çiçekleri annesine verdi.”<br />cümlesinde “Çiçekleri” nesnesi “-i” hal eki aldığından belirtili nesnedir.<br /><br />2. Belirtisiz Nesne<br />Nesne görevinde bulunan söz “-i” hal ekini almamışsa nesne, belirtisiz nesnedir.<br />“Annesi için çiçek topladı.”<br />cümlesinde “çiçek” nesnesi bu eki almamış ve belirtisiz nesne olmuştur.<br /><br />Dolaylı Tümleç<br />Yüklemin yöneldiği, bulunduğu, çıktığı yeri gösteren öğedir. Yükleme sorulan “-e”, “-de” ve “-den” hal eklerini alan sorulara aynı ekleri alarak cevap veren sözcük ya da söz öbekleri dolaylı tümleç görevinde bulunur. Soruların ve cevapların aynı ekleri alması zorunluluğu bunun diğer öğelerle karışmasına engel olur. Bunu örneklerle açıklayalım.<br />“Elindeki kitap ve defterleri bana verdi.”<br />cümlesinde altı çizili öğeyi bulabilmek için yükleme “kime” sorusunu soruyoruz. Soru da cevap da aynı eki almış. Öyleyse “bana” sözü dolaylı tümleçtir.<br />“Sizinle ancak yaza görüşürüz.”<br />cümlesinde altı çizili sözcük de “-e” hal ekini almıştır. Ancak bu öğeyi bulmak için yükleme “ne zaman” sorusunu soruyoruz. Görüldüğü gibi soru hal eki almadan soruluyor. Öyleyse bu, “-e” hal eki almış olmasına rağmen dolaylı tümleç değildir.<br />“Kimseye sormadan dışarı çıktı.”<br />cümlesinde ise altı çizili öğeyi bulmak için yükleme “nereye” sorusunu soruyoruz. Bu durumda soru, “-e” hal eki almış, ancak “dışarı” sözü aynı eki almamış. Öyleyse buna da dolaylı tümleç diyemeyiz.<br />Görüldüğü gibi sorular ve cevapların aynı ekleri alması koşulu, birbiriyle karışan öğeleri ayırt etmemizi sağlıyor.<br />Aynı durumu “-de” ve “-den” eklerinde de görebiliriz.<br />“Beni sınıfta iki saattir bekliyormuş.”<br />cümlesindeki altı çizili öğeyi cevap olarak almak için, yükleme “nerede” sorusunu soruyoruz. Öyleyse bu öğe dolaylı tümleçtir.<br />“Hepimiz iki saattir ayakta bekliyoruz.”<br />cümlesinde ise altı çizili öğeyi bulabilmek için yükleme “nasıl” sorusunu sormamız gerekiyor. Görüldüğü gibi soru “-de” ekiyle sorulmamış. Demek ki öğe dolaylı tümleç değil.<br />“O, iki gün önce buradan ayrıldı.”<br />cümlesinde altı çizili öğe “nereden” sorusuna cevap vererek dolaylı tümleç olmuş.<br />“Senin de gelmeni yürekten isterdim.”<br />cümlesinde altı çizili öğe “nasıl” sorusuna cevap verdiğinden dolaylı tümleç değildir.<br />“Şu elmadan üç kilo verir misin?”<br />cümlesinde altı çizili öğeyi bulmak için “neyden” sorusunu yükleme soruyoruz. Cevap geldiğinden öğe dolaylı tümleçtir.<br />“Hastalandığından gelmedi.”<br />cümlesinde altı çizili öğeyi ise “niçin” sorusuyla buluyoruz. Öyleyse bu, dolaylı tümleç değildir.<br />Örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Burada unutmamamız gereken, soruyla cevabın aynı ekleri (-e, -de, -den) almasıdır. Dolaylı tümleci bulduran soruları ezberlemek yerine, bunu kavramak daha avantajlı bir yoldur.<br /><br />Zarf Tümleci<br />Yüklemin zamanını, durumunu, miktarını, yönünü, koşulunu vb. bildiren öğelerdir. Bunların her biri değişik bir soruyla bulunur.<br />“Hava kararmadan köye inmeliyiz.”<br />cümlesindeki altı çizili zarf “ne zaman”;<br />“Dosta düşmana muhtaç olmadan yaşamalıyız.”<br />cümlesinde altı çizili zarf “nasıl”;<br />"Aldığı notlar şaşılacak kadar yüksekti.”<br />cümlesindeki altı çizili zarf “ne kadar”;<br />“Tek bir söz bile söylemeden içeri girdi.”<br />cümlesindeki altı çizili zarf “nereye”;<br />“Zamanımız kalırsa bir örnek daha çözeriz.”<br />cümlesindeki altı çizili zarf “hangi takdirde” sorularına cevap vermişlerdir. Yükleme sorulan bu sorulara cevap veren öğeler daima zarftır. Ancak burada “nereye” sorusuna dikkat etmeliyiz. Dolaylı tümleç konusunda da söylemiştik, bu soru dolaylı tümleci de buldurur. Ancak cevabın da aynı eki alması gerekir. Örnekteki “içeri” sözü ise bu eki almamıştır. Bu özelliği, yani hal eki almadan yön bildirme özelliğini yer-yön zarfları gösterir.<br />Cümleyi öğelerine ayırırken dikkat edilmesi gereken bir husus, azlık - çokluk zarflarının kullanımıdır.<br />“O, çok çalışkan bir öğrencidir.”<br />cümlesinde yüklem, altı çizili sözün tamamıdır. Çünkü “öğrenci” isimdir, “çalışkan” öğrencinin sıfatıdır. “çok” da çalışkan sıfatının zarfıdır. Dolayısıyla, “çok çalışkan bir öğrenci” sıfat tamlaması olduğundan bunlar birbirinden ayrılmaz. Oysa biz aynı cümleyi;<br />“O, çok çalışkandır.”<br />şeklinde kullansak, “çalışkandır” yüklem “çok” zarf tümleci olacaktır. Kısaca adlaşmış sıfatlar yüklem olduğunda, onun derecesini bildiren zarflar zarf tümleci olur. Çıkmış soruların birinde,<br />“Kafesteki kuşların tüyleri, şaşılacak kadar parlaktı.”<br />cümlesi verilmiş ve “şaşılacak kadar” öğesine zarf tümleci denmiştir.<br /><br />Edat Tümleci<br />Çıkmış sorularda, seçeneklerde bile olsa, edat tümleci adının geçtiği görülmemiştir. Ancak bazı soruların çözümünde yardımcı olduğu söylenebilir. Eğer seçeneklerde “edat tümleci” adı geçmiyorsa, siz “edat tümleci” olarak gördüğünüz söz öbeklerine zarf tümleci de diyebilirsiniz.<br />Yüklemin ne ile, kimin ile, hangi amaçla, yapıldığını gösteren söz öbeklerine edat tümleci denir.<br />“O, bütün yazılarını, dolma kalemle yazar.”<br />“Bu araştırmayı arkadaşlarıyla yapmış.”<br />“Bu yemekleri sizin için hazırladım.”<br />cümlelerindeki altı çizili söz öbekleri edat tümleci sayılır.<br />Cümle içinde her söz, cümlenin bir öğesi durumunda değildir. Yükleme sorulan sorulara cevap vermeyen söz veya söz öbekleri cümle dışı unsur sayılır. Örneğin aşağıdaki cümleyi öğelerine ayıralım.<br />“Ahmet, sana defalarca geç kalmamanı Dolaylı Zarf Nesne<br />söylemedim mi?” yüklem<br />Görüldüğü gibi “Ahmet” sözü cümlede yükleme sorulan herhangi bir soruya cevap vermiyor yani cümle dışı unsurdur.<br /><br />CÜMLE VURGUSU<br />Cümlede asıl anlatılmak istenen öğe vurgulanır. Biz konuşurken, önemsediğimiz öğeyi cümlenin herhangi bir yerinde ses tonumuzu yükselterek vurgulayabiliriz. Ancak yazıda bunu yapamayacağımızdan, vurgulamak istediğimiz öğeyi yükleme yaklaştırırız. Yani cümlede yükleme en yakın öğe, en çok vurgulanan öğedir.<br />“O, beni, hep burada bekler.”<br />Özne Nesne Zarf Dolaylı Yüklem<br />Tümleci Tümleç<br />cümlesinde yükleme en yakın öğe dolaylı tümleç olduğundan, en çok vurgulanan öğe de odur.<br /><br />ARASÖZ<br />Cümleyi söylerken söz arasına sıkıştırılan, bazen bir öğenin açıklayıcısı, bazen cümle dışı unsur olan söz veya söz öbeklerine arasöz denir. Eğer bu söz bir cümle ise “aracümle” diye de adlandırılır.<br />Açıklamadan da anlaşılacağı gibi arasözün iki işlevi vardır.<br />“O kasabayı, doğduğum yeri, bu kitapta tanıttım.” Nesne Dolaylı Yüklem<br />Tümleç<br />cümlesinde “doğduğum yeri” sözü, kasaba hakkında söylenmiştir ve kasabayı açıklamaktadır. Öyleyse bu öğe nesneyi açıklayan bir arasözdür.<br />Arasöz daima açıkladığı öğeden sonra gelir.<br />“Ahmet, siz de çok iyi bilirsiniz, derslerine pek çalışmaz.” özne Dolaylı Zarf Yüklem Tümleç Tümleci<br />cümlesinde “siz de çok iyi bilirsiniz” sözü cümlenin geneli üzerinde açıklama yapan, ancak herhangi bir öğeyle ilgili olmayan bir arasözdür. Cümle dışı unsur olarak kabul edilir.<br />Arasöz ve aracümleler iki virgül arasında ya da iki kısa çizgi arasında verilir.<br />“Anneme, hayatını bana adayan kadına, saygıda kusur etmem.” D.Tümleç Dolaylı Tümleç Yüklem<br />“Odaya girdiğimde, neden olduğunu bilmiyorum, içim garip bir hüzünle doldu.”<br />Zarf Tümleci Özne Zarf Tümleci Yüklem<br />cümlelerinde koyu renkle gösterilen sözler de arasözdür.<br /><br /><br />Türkçe<br />Fiil Çatısı<br />FİİL ÇATISI<br />FİİL ÇATISI<br />Çekimli bir fiilden oluşan yüklemin nesne ve özneye göre gösterdiği durumlara çatı denir. Bundan hareketle, yüklemin isim soylu sözcüklerden oluştuğu cümlelerde çatının aranmayacağını söyleyebiliriz.<br />Çatı; yüklemin nesne ve özneyle ilgisi olduğundan, sorularda karşımıza çoğu kez, nesne-yüklem ve özne-yüklem ilişkisi olarak çıkar. Şimdi bunları ayrı ayrı inceleyelim.<br /><br />NESNE - YÜKLEM İLİŞKİSİ<br />Fiiller nesne alıp almamalarına göre değişik şekillerde adlandırılır. Bunları dört grupta inceleyebiliriz.<br /><br />1. Geçişli Fiil<br />Nesne alabilen fiillerdir. Bir fiilin nesne alıp almadığının nasıl anlaşılacağını cümle öğelerinde “nesne” konusunda işlemiştik. Buna göre, fiil nesne alıyorsa geçişli olacaktır.<br /><br />Örneğin;<br />“Etrafı daha iyi görebilmek için ışığı yaktı.”<br />cümlesinde “yaktı” yüklemdir; “o” gizli öznedir. Nesneyi bulmak için “O neyi yaktı?” diye soruyoruz. “ışığı” cevabı geliyor. Öyleyse yüklem nesne almıştır; “yakmak” fiili geçişli bir fiildir.<br />Fiilin geçişli olması için cümlede mutlaka nesnesinin bulunması gerekmez. Bazen fiil geçişli olduğu halde cümlede nesne kullanılmamış da olabilir.<br /><br />Örneğin;<br />“Ahmet mutlaka senden öğrenmiştir.”<br />cümlesinde “öğrenmiştir” yüklemine “Neyi öğrenmiştir?” diye sorduğumuzda cümlede herhangi bir öğenin cevap vermediğini görüyoruz. Ancak biz cümleye “onu” gibi bir nesne ilave edebiliriz. Öyleyse bu cümlenin yüklemi geçişlidir, ancak cümlede nesne yoktur. Böyle cümlelerde bir tür “gizli nesne” nin varlığı söz konusudur. Bu durumun görüldüğü cümleleri daima “onu” sözüyle kontrol edin, çünkü bu söz yalnızca nesne olabilir.<br /><br />2. Geçişsiz Fiil<br />Nesne almayan fiillerdir. Bu fiillerin yüklem olduğu cümlelere dışarıdan da herhangi bir nesne getirilemez.<br /><br />Örneğin;<br />“Eve dönünce, yorgunluktan, uzandığım yerde uyuyakalmıştım.”<br />cümlesinin yüklemine “Neyi uyuyakalmıştım?” diye sorduğumuzda mantıklı bir soru olmadığını görüyoruz. Çünkü bu fiiil nesne almaz; yani geçişsizdir.<br />Fiiller değişik eklerle çatı özelliğini değiştirebilir. Bu durumda “oldurganlık, ettirgenlik” durumu ortaya çıkar.<br /><br />ÖZNE - YÜKLEM İLİŞKİSİ<br />Öznenin yüklemle ilişkisi beş grupta incelenir.<br /><br />1. Etken Fiil<br />Yüklem durumundaki fiilin bildirdiği işi, öznenin kendisi yapıyorsa fiil etkendir.<br /><br />Örneğin;<br />“Masanın üzerini güzelce temizledi.”<br />pan kim?” diye sorduğumuzda yine “o” cevabı geliyor. Yani özne, yüklemin bildirdiği işi kendisi yapmıştır. Öyleyse fiil etkendir.<br />“Yağmur yağıyor yine ince ince.”<br />“Taş bu yola nereden düşmüş?”<br />“Yapraklar gittikçe daha çok sararıyor.”<br />“Yaşlı kadının elleri bir hayli buruşmuştu.”<br />cümlelerinin yüklemleri de etken fiildir.<br /><br />2. Edilgen Fiil<br />Fiilin bildirdiği işi özne değil de başkası yapıyorsa, özne bu işten etkileniyorsa, fiil edilgendir. Bu fiiller, etken fiillere “-l-” ve “-n-” eklerinin getirilmesiyle yapılır. Etken fiilin nesnesi olan öğe, fiil edilgen yapıldığında özne durumuna geçer ve bu öznelere “sözde özne” adı verilir. Örneğin etken fiilde örnek verdiğimiz cümleyi edilgen yapalım;<br />“Masanın üzeri güzelce temizlendi.”<br />cümlesini incelersek; “temizlendi” yüklemdir. “Temizlenen ne?” diye sorduğumuzda “Masanın üzeri” öznesi cevap veriyor. “İşi yapan kim?” diye sorduğumuzda, “başkası” cevabı gelir. Yani işi yapan özne değil,<br />başkasıdır. Çünkü masa kendi kendini temizleyemez. Öyleyse fiil edilgendir, öznesi de sözde öznedir.<br /><br />3. Dönüşlü Fiil<br />Fiilin bildirdiği işi özne kendi üzerinde yapıyorsa, yani özne hem işi yapan, hem de yaptığı işten etkilenense, bu anlamı veren fiil dönüşlüdür. Dönüşlü fiiller de etken fiillere “-l-” ve “-n-” ekleri getirilerek yapılır.<br />“Tarağı eline alıp bir süre tarandı.”<br />cümlesinde tarama işini öznenin kendi üzerinde yaptığı bellidir. Dolayısıyla fiil dönüşlüdür.<br /><br />4. İşteş Fiil<br />En az iki özne tarafından yapılabilen fiillerdir. Bu fiiller, fiillere “-ş-" eki getirilerek türetilir. Bazı fiiller ise kök olarak “-ş-" ile bitmiştir ve işteş özellik gösterir.<br />İşteş fiiller işin yapılışına göre iki grupta incelenir.<br /><br />a. Karşılıklı yapılma bildirir<br />Yüklem durumundaki fiilin anlamında öznelerin işi birbirlerine karşı yaptıkları görülür.<br />“Yolda karşılaşınca mutlaka selamlaşırlardı.”<br />cümlesine baktığımızda “selamlaşmak” eyleminin kişilerin karşılıklı yaptıkları bir iş olduğunu görürüz. İki kişi birbirine selam vermiştir.<br />“Ortadaki elmaları paylaştılar.”<br />“Boş yere saatlerce tartıştılar.”<br />“Boksörler çok yaman dövüştüler.”<br />cümlelerindeki yüklemler karşılıklı yapılan işteş fiillerdir.<br /><br />b. Birlikte yapılma bildirir<br />Bunlarda özneler işi birbirlerine karşı değil hep birlikte yaparlar. Yani karşıdan bir hareketin olduğu görülmez.<br />“Çocuklar odaya girer girmez yemeklerin başına üşüştüler.”<br />cümlesinde “üşüşme” işini çocuklar hep birlikte yapmışlardır.<br />“Kuzular otların arasından meleşiyor.”<br />“Kuşlar etrafta sevinçle uçuşuyor.<br />“Çocuklar ağaçların arasında koşuşuyor.”<br />cümlelerindeki yüklemler birlikte yapılma bildiren işteş fiillerdir.<br />“Okula bu sabah birlikte gittiler.”<br />cümlesinde de yüklem birlikte yapılma bildirir, ancak biz buna işteş diyemeyiz. Çünkü işteş fiiller, önceden de söylemiştik, mutlaka “-ş-" ile bitmelidir.<br />Yapıca “-ş-" ile biten her fiil elbette işteş değildir.<br />“Adam genç yaşında dünyayı dolaştı.”<br />cümlesinde yüklem işteş değildir; çünkü karşılıklı ya da birlikte yapılma anlamı yoktur.<br />* * *<br />Bazı kaynaklarda “nitelikte eşitlik” adıyla işteş sınıfına alınan, oluş bildiren fiiller de vardır.<br />“Elleri çalışmaktan nasırlaşmış.”<br />“Görmeyeli bir hayli güzelleşmiş.”<br />“Pantolonu, yerde oturmaktan kırışmış.”<br />cümlelerindeki yüklemler bu türdendir. Ancak bunlarda herhangi bir iş bildirme olmadığından “işteş” mantığına pek uygunluk görülmez. Sorularda da bunun işteş olduğuna dair bir ipucu verilmemiştir.<br /><br />5. Ettirgen Fiil<br />Konumuzun başında, nesne-yüklem ilişkisini verirken, ettirgenliğe de değinmiştik. Bu tür fiillerde işi özne bir başkasına yaptırır.<br />“Oğluna terliklerini getirtti.”<br />cümlesinde getirme işini yapan “oğlu” dur, özne ona işi yapmasını söylemiştir.<br />“Masayı bir güzel temizletti.”<br />“Soruyu ablasına çözdürdü.”<br />cümlelerinin yüklemleri de aynı özelliği göstermektedir.<br /><br /><br />Türkçe<br />Cümle Çeşitleri<br />CÜMLE ÇEŞİTLERİ<br />CÜMLE ÇEŞİTLERİ<br />Cümleler, kendini oluşturan sözcüklerin anlamlarına, cümlede bulundukları yerlere, türlerine göre değişik özellikler gösterir. İşte bu özelliklere göre cümleler değişik gruplar altında incelenir. Bu grupları biz dörde ayırabiliriz.<br />A. Yüklemlerine Göre Cümleler<br />B. Öğe Dizilişlerine Göre Cümleler<br />C. Anlamlarına Göre Cümleler<br />D. Yapılarına Göre Cümleler<br /><br />A. YÜKLEMLERİNE GÖRE CÜMLELER<br />Buna “yükleminin türüne göre” de denilebilir. Çünkü cümleyi yüklemine göre incelerken yüklemi oluşturan sözcüklerin türüne bakılır.<br /><br />1. Fiil Cümlesi<br />Yüklem durumunda bulunan söz, çekimlenmiş bir fiilse, cümle fiil cümlesidir.<br />“Soğuk günler artık geride kaldı.”<br />cümlesinde “kaldı” yüklemdir. Bu yüklem “kalmak” fiilinin bilinen geçmiş zamanda çekimlenmesiyle oluştuğundan, cümle, yüklemine göre fiil cümlesi olur.<br /><br />2. İsim Cümlesi<br />Yüklem çekimli bir fiil değilse, ister isimden ister edattan isterse fiilimsiden oluşsun isim cümlesi sayılır. Yani adına aldanıp sadece ismin yüklem olduğu cümleler olarak anlamamak lazım bunu.<br />“Bu roman, yazarın okuduğum ilk kitabıydı.”<br />cümlesinde yüklem “kitabıydı” sözü üzerine kuruludur ve “kitap” ismi “idi” ekfiilini alarak yüklem olmuştur. Elbette yüklem bu cümlede “yazarın okuduğum ilk kitabıydı” şeklinde bir isim ve sıfat tamlamasından oluşan söz öbeğidir.<br /><br />B. ÖĞE DİZİLİŞİNE GÖRE CÜMLELER<br />Türkçe’de cümleyi oluşturan öğeler belli bir mantık dizilişine göre sıralanır. Hatta tamlamayı oluşturan sözcüklerin bile bir sıraya göre dizilmesi gerekir.<br />Bu dizilişlerde en önemli unsur yüklemdir. Çünkü dilimizde yüklemin daima sonda bulunması gerekir. İşte öğelerin bu sıralanışına göre, cümleler iki grupta incelenir.<br /><br />1. Kurallı Cümle<br />Yüklemi sonda bulunan, yani öğelerin Türkçe’nin kurallarına göre sıralandığı cümlelerdir.<br />“Buralarda eskiden çok güzel evler vardı.”<br />cümlesinde “vardı” yüklemi sonda bulunduğu için cümle kurallıdır.<br /><br />2. Devrik Cümle<br />Yüklemi sonda bulunmayan cümlelerdir.<br />“Bu kitabı iki yıl önce okumuştum ben.”<br />cümlesinde yüklem “okumuştum” öğesidir. Ondan sonra “ben” öznesi geldiğinden yüklem sonda değildir. Öyleyse cümle devriktir.<br />Bazı cümlelerde ise cümlenin temel öğesi olan yüklemin bulunmadığı görülür. Gerçi “öğe dizilişine göre” dendiğinde sadece kurallı, devrik anlaşılır, ancak yüklemin bulunmaması da cümlede öğe dizilişini etkiler. Yüklemin bulunmadığı cümlelere ise eksiltili cümle denir.<br /><br />Eksiltili Cümle<br />Yüklemi bulunmayan cümlelerdir. Yargının ne olduğu okuyucunun yorumuna bırakılır.<br /><br />Örneğin;<br />“Karşımızda geniş ve yemyeşil bir ova... Onun tam ortasında küçük ama çok güzel bir göl...”<br />cümlelerinde yüklem yoktur. Üç noktalar yüklemin eksik olduğunu gösterir. Ancak biz cümlede “vardı, görünüyordu, bulunuyordu” gibi bir yargının verilmek istendiğini anlıyoruz. Öyleyse bu cümleler eksiltili cümlelerdir.<br /><br />C. ANLAMINA GÖRE CÜMLELER<br />Elbette her cümlenin bir anlamı vardır. Ancak cümleler bu anlamı değişik yapılarla bildirir. Bazen bir yargıyı haber verir. Bazen anlamı, soruyla bildirir. Bazense bir duyguyu aktararak ifade eder. İşte bu bildirme şekillerine göre cümleyi üç grupta inceliyoruz.<br /><br />1. Haber Cümlesi<br />Bir yargıyı olumlu ya da olumsuz biçimde aktaran cümlelerdir. Bir eylemin yapıldığını, yapılabileceğini, bir varlığın bulunduğunu ifade eden cümleler olumlu, tersini ifade edenler olumsuzdur. Olumlu cümlelerde mantıkça istenen bir durumun bulunması gerekir.<br />Aşağıdaki yüklemleri inceleyerek bunu açıklayalım.Olumlu<br />geldi<br />koşmalı<br />var<br />paralı<br />güzel Olumsuz<br />gelmedi<br />koşmamalı<br />yok<br />parasız<br />güzel değil<br />Görüldüğü gibi olumlu yüklemler “-ma, -me” olumsuzluk ekiyle, “değil” olumsuzluk edatıyla, “-sız” gibi olumsuz anlam veren eklerle olumsuz hale getirilebiliyor.<br />Bazı cümlelerde ise yapıca yukarıdaki olumsuzluklar bulunduğu halde cümle anlamca olumlu olabilir. Bu, çoğu kez iki olumsuzluğun bir arada bulunduğu yargılarda görülür.<br /><br />Örneğin;<br />“Aslında o seni tanımıyor değildi.”<br />cümlesinde “tanımıyor değil” yükleminde iki olumsuzluk vardır ve bunlar yüklemin “tanıyor” şeklinde olumlu bir yargı vermesini sağlamışlardır.<br />Bazı cümlelerde ise olumsuzluk, soru yoluyla sağlanır.<br />“Ben onu unutabilir miyim hiç?”<br />cümlesinde yüklem olumlu olduğu halde cümlenin anlamı soru yoluyla olumsuz hale getirilmiştir.<br />Bazı cümlelerde olumsuzluk bağlaçlarla sağlanır.<br />“Ne konuyu biliyor ne soruyu soruyor.<br />cümlelerinde ne... ne.... bağlacı,<br />“Sanki o seni seviyor da.”<br />cümlesinde “sanki” bağlacı cümleye olumsuz anlam katmıştır.<br /><br />2. Soru Cümlesi<br />Cevap almak amacıyla hazırlanan cümlelerdir. Bunlar değişik soru sözcükleriyle sağlanır.<br />“Siz de bizimle gelir misiniz?”<br />“Sana bu ceketi kim almıştı?”<br />“Ne zaman bizi ziyaret edeceksiniz?”<br />cümleleri birer soru cümlesidir.<br />Soru cümlelerinde de olumluluk-olumsuzluk olabilir. Bunu yüklemin yapıca olumlu ya da olumsuz olması belirler.<br /><br />Örneğin;<br />“Bu olayı o da biliyor mu?”<br />cümlesinde yüklem olumlu olduğundan cümle olumlu soru cümlesidir.“Dünkü davete o da gelmedi mi?”<br />cümlesi yüklemi olumsuz olduğu için, olumsuz soru cümlesidir.<br /><br />3. Ünlem Cümlesi<br />Yargıyı bir duygu aktararak ortaya koyan cümlelerdir. Çoğu zaman kızgınlık, sevinme, alınma, heyecan gibi bir duygu aktarır ya da seslenme bildirir.<br />“Ne güzel bir kitap bu!”<br />“Hey, bana baksana sen!”<br />cümleleri ünlem cümlesidir.<br />Bunların dışında bazı kaynaklarda istek cümlesi, şart cümlesi, emir cümlesi, gereklilik cümlesi gibi anlamına göre cümleler de verilmiştir. Ancak bu, cümlenin yapısıyla ilgili olmayan sadece anlama bağlı özelliktir. Eğer bunu göz önüne alırsak, her cümleye bir ad bulmak gerekebilir.<br />“Konuşabilirsin ama biraz alçak sesle.”<br />cümlesi şart,<br />“Şimdi bir soğuk su olsa da içsek.”<br />cümlesi istek,<br />“Yarına kadar bu ödevler bitecek.”<br />cümlesi emir,<br />“Bugünün işini yarına bırakmamalısın.”<br />cümlesi gereklilik anlamı veren cümlelerdir.<br /><br />D. YAPILARINA GÖRE CÜMLELER<br />Her cümle bir yargı bildirir. Ancak bazı cümlelerde birden fazla yargı bildiren unsur bulunur. Bunlar bazen iki ayrı yüklemle, bazen yan cümleciklerle sağlanır. Cümlenin yapısına geçmeden önce yapıyı belirleyen temel ve yan cümleleri görelim.<br /><br />Temel Cümle<br />Bir cümlenin yüklemi temel cümledir. Cümlenin bildirmek istediği asıl yargı da bu cümleyle verilir. Diğer öğeler temel cümleyi açıklayan tamamlayıcı öğelerdir.<br /><br />Örneğin;<br />“Akşama geleceğim.”<br />cümlesinde “geleceğim” yüklemi temel öğe, “akşama” sözü de onun tamamlayıcı öğesidir.<br />Yan Cümle<br />Tam bir yargı bildirmeyen, temel cümlenin bir öğesi durumunda bulunan ve kendi içinde değişik tamamlayıcı öğeler de alabilen söz öbeğidir.<br />Yan cümleler iki şekilde yapılabilir: Fiilimsilerle ve çekimli fiillerle.<br /><br />• Fiilimsilerle yapılanlar:<br />Cümle içinde temel cümlenin bir öğesi olan ya da bir öğenin tamamlayıcısı olan fiilimsiler yan cümlecik yapar.<br /><br />Örneğin;<br />“Öğretmen sınıfa girince herkes ayağa kalktı.”<br />cümlesinde “ayağa kalktı” yüklemdir. “Ne zaman ayağa kalktı?” sorusuna “Öğretmen sınıfa girince” cevabı geliyor. Cümlede zarf tümleci olan bu öğe “girince” bağfiili üzerine kuruludur. Görüldüğü gibi fiilimsi, bir öğe durumundadır. Öyleyse zarf tümleci bir yan cümleciktir.<br />“Bana fotoğrafını gönderen okuruma teşekkür ederim.”<br />cümlesinde ise “teşekkür ederim” yüklemdir. “Kime teşekkür ederim?” sorusuna “Bana fotoğrafını gönderen okuruma” dolaylı tümleci cevap verir. Cümlede “gönderen” sıfat-fiilini görüyoruz. Bu söz “okur” isminin sıfatı durumundadır. Yani dolaylı tümlecin tamamlayıcı öğesidir. Tamamladığı öğeyle birlikte yan cümle yapmış ve dolaylı tümleç görevini üstlenmiştir.<br />“Karadeniz’de denize fazla açılmak tehlikelidir.”<br />“Davetime gelmeyişine çok üzüldüm.”<br />“Onunla nerede buluşacağınızı biliyor musunuz?”<br />“Babasını görmeden okuluna gitmezdi.”<br />“Kapıyı açar açmaz karşımda onu gördüm.”<br />cümlelerinde altı çizili söz öbekleri fiilimsiyle yapılan yan cümleciklerdir.<br /><br />• Çekimli Fiillerle yapılanlar :<br />Fiilin yüklem olabilmesi için çekimli olması gerektiğini söylemiştik. Ancak her çekimli fiil yüklem olmaz, bazen cümlenin tamamlayıcı öğesi olur. İşte bu durumda, yani çekimli bir fiilin bir öğe olduğu durumda, bu fiil yan cümlecik olur.<br /><br />Örneğin;<br />“O da gelirse gideriz.”<br />cümlesinde “gideriz” yüklemdir; “O da gelirse” zarf tümlecidir. Bu tümleci oluşturan “gelirse” sözü “gelmek” fiilinin geniş zamanının şartıyla çekimlenmiştir. Görüldüğü gibi çekimli bir fiil temel cümlenin öğesi durumundadır ve yan cümlecik oluşturmuştur.<br />“O bana, ben de geleceğim, dedi.”<br />cümlesinde ise “dedi” yüklemdir; "ben de geleceğim” sözü ise nesnedir. Bu öğe aynı zamanda “geleceğim” sözünün çekimli olmasından dolayı bir cümle özelliği de gösteriyor. Bu yüzden nesne görevindeki bu cümle, bir yan cümlecik oluşturmuştur.<br />Şimdi cümleleri yapılarına göre inceleyerek konuyu daha da pekiştirelim.<br /><br />1. Basit Cümle<br />İçinde yan cümlecik bulunmayan cümlelerdir. Bu cümleler tek bir yargı bildirir.<br />“Bu sıcakta evde oturulur mu?”<br />cümlesi basit bir cümledir. Çünkü “oturulur mu” yükleminden başka yargı bildiren öğe yoktur. Yan cümlecik kullanılmayan bir cümle basit demektir.<br />Basit cümle demek, kısa cümle demek değildir.<br />“Bahçenin ana kapısından, üstü başı perişan, zavallı bir adam, elinde eski, yırtık bir torbayla içeriye girdi.”cümlesi uzun bir cümledir. Ancak tek bir yargı bildirdiğinden, yani içinde yan cümlecik bulunmadığından basittir.<br />“Kalabalıktan biri yavaşça kürsüye doğru ilerledi.”<br />“İri iri şeftalileri büyük bir zevkle dalından kopardı.”<br />“Sözlerime içten içe gülüyorlardı.”<br />cümleleri yapısına göre basit cümlelerdir.<br /><br />2. Bileşik Cümle<br />Tek bir yüklemi olan ve içinde yan cümlecik bulunan cümlelerdir. Yan cümlenin özelliğine ve yükleme bağlanışına göre değişik gruplara ayrılır.<br /><br />a. Girişik Cümle<br />Yan cümleciğin fiilimsi olduğu cümlelerdir.<br />“Çocukların sağlıklı büyümesi için gayret gösterilmeli.”<br />cümlesinde “gayret gösterilmeli” yüklemdir. Diğer söz öbeği zarf tümlecidir. Bu tümleç içindeki “büyümesi” isim-fiili yan cümle yapmıştır. Fiilimsi hangi öğe içindeyse, görevi o öğeyle özdeştir. Bu cümlede zarf tümleci içinde olduğundan kendisi de zarf tümlecidir.<br />“Çiçekleri koparan çocukları sonunda yakaladım.”<br />cümlesinde “yakaladım” yüklemdir. “Çiçekleri koparan çocukları” nesnedir. Nesne içindeki “koparan” sıfat-fiili yan cümlecik yapmış, yan cümleciğin görevi de nesnedir.<br />“Kimsenin kalbini kırmadan görevini yaptı.”<br />cümlesinde “yaptı” yüklem, “kimsenin kalbini kırmadan” zarf tümlecidir. “Kırmadan” fiilimsi olduğundan yan cümleciktir.<br />Bazen yan cümlecik yüklemin içinde de olabilir.<br />“Kimsenin bilmediği, ıssız güzel bir yerdi.”<br />cümlesi bir sıfat tamlaması olduğundan, olduğu gibi yüklemdir. Yüklem içindeki “bilmediği” sıfat-fiili sıfat görevindedir. Yani yüklemin temel unsuru olan “yer” isminin tamamlayıcı öğesi olduğundan yan cümleciktir.<br />Bazı cümlelerde ise fiilimsi yüklem görevindedir.<br />“Romancının görevi okuyucuyu aydınlatmaktır.”<br />cümlesinde “aydınlatmaktır” fiilimsisi, temel cümleyi oluşturduğundan cümlede yan cümlecik yoktur. Cümle basit bir cümledir.<br /><br />b. Şart Cümlesi<br />Temel cümleye şart koşan bir yan cümlecikten oluşan cümlelerdir.Yan cümle daima -se, -sa şart kipiyle çekimlenir.<br />“Bir kişi daha olursa kadroyu tamamlıyoruz.”<br />cümlesinde “tamamlıyoruz” yüklemdir. “Bir kişi daha olursa ” öğesi ise şart bildiren yan cümleciktir.<br />“Sınava iyi hazırlanmışsa, onu mutlaka kazanır.”<br />cümlesinde “kazanır” yüklemdir, “sınava iyi hazırlanmışsa” öğesi ise temel cümleye şart koşan bir yan cümleciktir.<br />Şart anlamı veren her cümle yapıca şart cümlesi değildir.<br />“Yarın gelmek üzere şimdi dağılabilirsiniz.”<br />cümlesinde şart anlamı olmasına rağmen cümle yapısına göre şart cümlesi değildir. “Gelmek” sözü fiilimsi olduğundan cümle girişik bileşik cümledir.<br /><br />c. İlgi Cümlesi<br />Çekimlenmiş bir fiilden oluşan yan cümleciğin, temel cümleye “ki” bağlacıyla bağlandığı cümlelerdir. Temel cümle çoğu zaman “ki” den önceki öğedir.<br />“Anladım ki o da beni seviyormuş.”<br />cümlesinde “anladım” yüklemdir. “Neyi anladım?” diye sorarsak “o da beni seviyormuş” sözü gelir; bu nesnedir. Aslında bir cümle olabilen söz öbeği nesne görevinde kullanıldığı için yan cümlecik oluşturmuştur. Yükleme “ki” bağlacıyla bağlandığı için cümle ilgi bileşik cümlesidir.<br /><br />d. İç İçe Bileşik Cümle<br />Cümle içinde bulunan başka bir cümlenin yüklemin bir öğesi durumunda bulunduğu ya da bir öğenin tamamlayıcısı olduğu cümlelerdir.<br />“İçeriye girerken duyduğum, dışarıda bekle, sözü beni korkuttu.”<br />cümlesinde “korkuttu” yüklemdir. “Korkutan ne?” sorusuna “dışarıda bekle, sözü” cevap veriyor. Özne olan bu öğenin içinde bulunan “dışarıda bekle” söz öbeği aslında bir cümle olabilir; çünkü “bekle”, çekimlenmiş bir fiildir. Cümle olabilecekken temel cümlenin öğesi durumunda bulunan bu öğe, bir yan cümleciktir.<br />Cümlenin yüklemine göre gösterdiği durum da çoğu zaman yapıyla birlikte adlandırılır.<br /><br />Örneğin;<br />“Bu konuyu iyi bilmek çok önemlidir.”<br />cümlesi yüklem isim soylu olduğu için isim cümlesi, “bilmek” yan cümleciğinden dolayı bileşik cümledir. İkisini birden ifade edecek olursak, cümle bileşik isim cümlesidir.<br /><br />3. Sıralı - Bağlı Cümle<br />En az iki yüklemi bulunan cümlelerdir.<br /><br />Örneğin;<br />“Kalktı, gitti.”<br />cümlesinde “kalktı” ve “gitti” yüklemleri birbirinin öğesi durumunda bulunmayan ayrı yüklemlerdir ve sıralı cümle oluşturmuşlardır.<br />Eğer yüklemler birbirlerine bir bağlaçla bağlanmışlarsa buna bağlı cümle denir.<br />“Aradım, fakat evde yoktun.”<br />cümlesinde “aradım” cümlesiyle “evde yoktun” cümlesi birbirine “fakat” bağlacıyla bağlanmıştır. Dolayısıyla bağlı cümle oluşturmuştur.<br />“Seni çağırdım, çünkü sana bir haberim var.”<br />“Mademki sen de gelecektin, niçin bana haber vermedin?”<br />“Ne konuyu biliyorsun ne de öğrenmeye çalışıyorsun.”<br />cümleleri değişik bağlaçlarla bağlanan bağlı cümlelerdir.<br />Sıralı cümlelerde yüklemlerin ortak öğesi bulunabilir. Bu tür cümlelere bağımlı sıralı cümle denir.<br /><br />Örneğin;<br />“Öğrenciler kitaplarını aldılar, çantalarına koydular.”<br />cümlesinde “aldılar” birinci cümlenin yüklemidir. “Öğrenciler” özne, “kitaplarını” nesnedir. İkinci cümlenin yüklemi “koydular” dır. Bu cümlenin de öznesi “öğrenciler”; nesnesi “kitaplarını”dır. Görüldüğü gibi hem “aldılar” hem “koydular” yüklemlerinin özneleri ve nesneleri ortaktır. Bu nedenle cümle bağımlı sıralı cümledir.<br />Sıralı cümlede yüklemlerin hiçbir ortak öğesi yoksa cümle “bağımsız sıralı cümle” adını alır.<br />“Çocuklar bahçede oynuyordu; anneleri onları bekliyordu.”<br />cümlesinde “oynuyordu” ve “bekliyordu” yüklemlerinin hiçbir ortak öğesinin olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla cümle bağımsız sıralı cümledir.S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-24548030168398386272007-11-20T13:40:00.000-08:002007-11-20T15:54:09.250-08:00Ses Olayları<span style="font-size:130%;color:#cc33cc;"><em><strong>SES BİLGİSİ VE SES OLAYLARI</strong></em></span><br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Dil ve Ses :</span> Dil, seslerden oluşan bir işaretler dizgesi olup duygu, düşünce ve istekleri aktarmaya yarayan araçtır.<br /><br />Türkçenin Sesleri : Kulağın duyabildiği titreşimler ses olarak adlandırılırken seslerin yazıdaki hallerine harf denir. Türkçe’nin yazı dilinde 29 harf vardır. Bu harfler, ses özellikleri yönünden ünlü ve ünsüz harfler olmak üzere iki grupta incelenir.<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Ünlüler (sesliler) :</span> Ses yolunda herhangi bir engele uğramadan çıkan seslerdir. Ünlüler tek başlarına söylenebilen, tek başlarına hece ya da sözcük olabilen seslerdir.<br />Türkçede bütün ünlüler aynı değerdedir. Uzun ya da kısa ünlü olmaz. Bu nedenle içinde uzun ünlü bulunan sözcükler Türkçe olamaz.<br />Ünlüler, kalın-ince, düz yuvarlak, geniş-dar olma özelliklerine göre aşağıdaki şemada olduğu biçimde gruplandırılır:<br /><br /><span style="color:#3333ff;">Dilin Durumuna Göre<br />Kalın:<br />a, ı, o, u<br />İnce:<br />e, i, ö, ü<br /><br />Dudakların Durumuna Göre<br />Düz:<br />a, e, ı, i<br />Yuvarlak:<br />o, ö, u, ü<br /><br />Alt Çenenin Durumuna Göre<br />Geniş:<br />a, e, o, ö<br />Dar:<br />ı, i, u, ü<br /></span><br /><span style="color:#cc33cc;">Büyük Ünlü Uyumu :</span> Ünlü harflerin, kalınlık-incelik yönünden uyumudur.<br /><em>İlk hece Diğer heceler<br /></em>a,ı,o,u a,ı,o,u<br />e,i,ö,ü e,i,ö,ü<br />Örnek : <em><span style="color:#009900;">Uyan </span><br /></em>kalın ağaç<br />ince çiçek<br /><em><span style="color:#009900;">Uymayan<br /></span></em>domates vücut<br />sürahi insan<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Büyük Ünlü Uyumuyla İlgili Kurallar :</span><br />Büyük ünlü uyumuna uymayan çok az Türkçe sözcük vardır.<br />Örnek : ana (anne), alma (elma), kangı (hangi), karındaş (kardeş)<br />Büyük ünlü uymuna aykırı sözcükler genellikle yabancı kökenlidir.<br />Örnek : Silah, gazete, mevcut, insan<br />Sözcüklere eklenen ekler de genellikle bu kurala uyar Ancak Türkçedeki altı ek büyük ünlü uyumuna uymaz.<br />Örnek : akıl-lı, çimen-ler, çocuk-da, eviniz-de, yürü-yor, bakar-ken, akşam-ki, sabah-leyin, yeşil-imtrak, turunç-gil<br />Bileşik sözcüklerde büyük ünlü uyumu aranmaz. Örnek : Atakule, Kadıköy<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Küçük Ünlü Uyumu :</span> Bir sözcükteki ünlülerin düzlük-yuvarlaklık yönünden uyumudur. Türkçe bir sözcüğün ilk hecesinde düz ünlülerden (a,e,ı,i) biri bulunuyorsa, diğer hecelerdeki ünlülerde düz olur.<br /><em>İlk hece Diğer heceler</em><br />a,e,ı,i a,e,ı,i<br />Örnek : bilge, ıslak, azgın, incirler<br />Türkçe bir sözcüğün ilk hecesinde yuvarlak ünlülerden (o,ö,u,ü) biri bulunursa ikinci ve diğer hecelerde ya düz-geniş (a,e) ya da dar-yuvarlak (u,ü) ünlüler yer alır.<br /><em>İlk hece Diğer heceler</em><br />o,ö,u,ü a,e,u,ü<br />Örnek : oduncu, gülümsemek, kömürlük, öğrenci<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Küçük Ünlü Uyumuyla İlgili Kurallar :<br /></span>Dilimizde “o,ö” yuvarlak ünlüleri yalnızca ilk hecede kullanılabilir.<br />Örnek : Uymayanlar : doktor, motor, otobüs<br />Uyanlar : üzüm, kömür, soba<br />Yuvarlak ünlülerden biriyle başlayarak bir hecede “a,e” düz ünlülerine geçen bir sözcük, düz ünlüden sonra düz ünlü gelir kuralına göre “ı,i” düz ünlülerine de geçebilir.<br />Örnek : böy-le-si-ni, oy-ma-cı-lık<br />Türkçe sözcüklerin öncelikle büyük ünlü uyumuna uyması gerekir. Büyük ünlü uyumuna uymadığı halde küçük ünlü uyumuna uyan sözcükler Türkçe sözcük olmaz.<br />Örnek : misafir, tasvir, kalem<br />Büyük ünlü uyumuna uymayan “-ki” eki, yuvarlaşarak küçük ünlü uyumuna uyar.<br />Örnek : dünkü, bugünkü<br /><span style="color:#ff0000;">UYARI :</span> İki heceli olup orta hecelerinde “b,m,v” ünsüzleri bulunan kimi Türkçe sözcükler, bu ünsüzlerin yuvarlaklaştırıcı etkisiyle küçük ünlü uyumuna aykırı düşer. Örnek:<br />Yağmur, çamur, kabuk, tavuk, kavun<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Ünsüzler (Sessizler) :</span> Tek başlarına söylenemeyen, ancak bir ünlünün yardımıyla söylenebilen seslere ünsüz denir. Türkçede 21 ünsüz vardır.<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Ünsüz Harflerin Özellikleri :<br /></span>Türkçede normalden kalın ya da ince okunan bir ünsüz yoktur.<br />Örnek : rüzgar, kagir, lazım<br />Yansımaların dışında Türkçe sözcüklerin başında “c,ğ,l,m,n,r,z” ünsüzleri bulunmaz.<br />Türkçe sözcüklerde “j,f” ünsüzleri hiç kullanılmaz.<br />Örnek : fare, jambon, jilet<br />Türkçe sözcükler iki ünsüzle başlamaz.<br />Örnek : krem, spor, tren, plak, trafik<br />Bileşik sözcükler ve özel isimler dışında Türkçe sözcüklerde “n-b” sesleri yanyana gelmez.<br />Örnek : İstanbul, Safranbolu, Sonbahar, Ambar, Kumbara, Perşembe<br />Ünsüzler çıkarılırken ses tellerinde titreşimli olmalarına karşın, kimi ünsüzlerin çıkışında titreşim olmadığı görülür. Bu açıdan değerlendirildiğinde ünsüzler, sert ve yumuşak ünsüzler olmak üzere iki grupta incelenir.<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Ünsüz Benzeşmesi Kuralı :</span> Sert ünsüzlerin (f,s,t,k,ç,ş,h,p) biriyşe biten sözcüklere c,d,g yumuşak ünsüzlerinden biriyle başlayan bir ek getirildiğinde, bu eklerin başındaki<br />C, Ç ‘ye D,T’ ye G,K’ ye dönüşür.<br />Ünsüz sertleşmesi kuralına aykırı yazımlar yazım yanlışı yaratır.<br />Örnek :<br />giriş-gen girişken<br />dost-dur dosttur<br />Arap-ca Arapça<br /><span style="color:#cc33cc;">1)</span> Ünsüz sertleşmesi, özel adlara ve sayılara getirilen eklere de uygulanır.<br />Örnek:Yanlış Değişim Doğru<br />Sinop’da “d”,”t” ‘ye Sinop’ta<br />Mehmet-cik “c”,”ç” ‘ye Mehmetçik<br />1970 ‘den “d”,”t” ‘ye 1970′ten<br />1923 ‘de “d”,”t” ‘ye 1923 ‘te<br />Örnek :<br />Beklediğimiz otobüs Ulus’dan kalkıp, Kızılay’dan geçecek.<br />Bu saatte oraya çoktan varmışdır.<br /><span style="color:#cc33cc;">2)</span> Sözcük biçiminde olan de / da bağlacı, ünsüz sertleşmesi kuralından etkilenerek, te / ta biçiminde yazılmaz.<br />Örnek : Yanlış Doğru<br />hiç te hiç de<br />olup ta olup da<br /><span style="color:#cc33cc;">3)</span> Ünsüzlerin benzeşmesi kuralına aykırı olan bazı ekler vardır.<br />Örnek : <em>Yanlış Doğru<br /></em>üç - ken üç - gen<br />çocuk - çağız çocuk - cağız<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Ünsüz Yumuşaması (Değişimi) Kuralı :</span> Bir sözcük p,ç,t,k sert ünsüzlerinden biriyle biterken, bu sözcüğe ünlüyle başlayan bir ek getirildiğinde, sert ünsüzler yumuşayarak;<br />p,b ‘ye - ç,c ‘ye - k,ğ ‘ye - t,d ‘ye dönüşür.<br />Örnek : balık balığın<br />kitap kitaba<br />ağaç ağacı<br />kağıt kağıdı<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Ünsüz Yumuşamasıyla İlgili Kurallar :<br /></span><span style="color:#cc33cc;">1)</span> Kimi Türkçe ve Türkçeye girmiş sözcüklerde yumuşama görülmez.<br />Örnek :<br />konut konutun (Türkçe) hilafet hilafeti (Yabancı)<br />taşıt taşıta (Türkçe) barikat barikatın (Yabancı)<br /><span style="color:#cc33cc;">2)</span> Tek heceli sözcüklerde de genellikle yumuşama olmaz.<br />Örnek : saç saçım<br />kaç kaça<br /><span style="color:#cc33cc;">3)</span> Özel adların sonuna gelen p,ç,t,k set ünsüzleri yalnızca okunurken yumuşatılır. Bu yumuşama yazımda gösterilmez.<br />Örnek : Okunuş Yazılış<br />Ayvalığ’a Ayvalık’a<br />Ahmed’in Ahmet’in<br /><br /><strong><span style="color:#cc33cc;"><span style="font-size:130%;"><em>Türkçede Meydana Gelen Ses Olayları:</em></span> </span><br /></strong><span style="color:#cc33cc;"><br /></span><span style="color:#cc33cc;">Ses Düşmesi :</span> Kimi sözcüklerin çekimlenişinde veya türeyişinde, bir sesin düştüğü görülür.<br /><span style="color:#cc33cc;">a) Ünlü Düşmesi :</span> İki heceli olan kimi sözcükler ünlüyle başlayan bir ek aldıklarında ikinci hecelerinde bulunan ünlüyü düşürürler. Buna orta hece düşmesi de denir.<br />omuz um omzum oğul u oğlu<br />kahır ol kahrol seyir et seyret<br />ayır ıntı ayrıntı sıyır ık sıyrık<br />yalın ız yalnız yanıl ış yanlış<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">b) Ünsüz Düşmesi :</span> Bazı sözcükler, çeşitli etkilerle birleşirken sözcüğün sonundaki ünsüz harf düşebilir. Bu olaya ünsüz düşmesi adı verilir.<br />yumuşak cık yumuşacık sıcak cık sıcacık<br />yüksek l yüksel küçük l küçül<br />rast gelmek rasgelmek ast teğmen asteğmen<br />Bazı bileşik sözcüklerin oluşumunda bir hece veya ses düşmesi meydana gelir.<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Ses Türemesi :</span> Sözcükler kimi eklerle birleşirken zaman zaman araya başka yeni sesler girer. Türkçede ses türemesi olayına fazla rastlanmaz.<br /></span><br /><span style="color:#cc33cc;">Ses türemesi yaratan başıca durumlar:<br /></span><span style="color:#cc33cc;">a)</span> Ünlüyle biten sözcüklere, ünlüyle başlayan bir ek geldiğinde, Türkçe sözcüklerde iki ünlü yan yana gelemeyeceği için bu ünlülerin arasına “y,ş,s,n” ünsüzlerinden uygun olan biri gelir. Bu ses türemesine kaynaştırma da denir.<br />Örnek :<br />oku-y-an okuyan<br />baba-s-ı babası<br />yedi-ş-er yedişer<br />elma-n-ın elmanın<br /><span style="color:#cc33cc;">b)</span> Yardımcı eylemle yapılan bileşik eylemlerde ad soylu sözcükte ses türemesi görülür.<br />Örnek : his etmek hissetmek<br />red etmek reddetmek<br />Bu sözcüklere ünlüyle başlayan bir ek getirildiğinde sözcüklerde aynı türeme ortaya çıkar.<br />Örnek :<br />af-ı affı<br />had-i haddi<br /><span style="color:#cc33cc;">c)</span> Kimi sözcükler pekiştirilirken ses türemesi meydana gelir.<br />Örnek : yalnız yap-a-yalnız<br />sağlam sap-a-sağlam<br />dar-a-cık daracık<br />bir-i-cik biricik<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Ses Daralması (Ünlü Daralması) :</span> “a, e” geniş ünlüsüyle biten sözcüklere “-yor” şimdiki zaman eki getirildiğinde, bu geniş ünlüler daralıp değişerek “ı,i,u,ü” olur.<br />Örnek : bekle-yor bekliyor<br />oyna-yor oynuyor<br />“-ma,-me” olumsuzluk ekleri de “-yor” ekiyle birleştiğinde daralarak “-mı, -mi, -mu, -mü” olur.<br />Örnek : gelme-yor gelmiyor<br />bakma-yor bakmıyor<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Ulama :</span> Ünsüz harfle biten sözcüğün son ünsüz harfinin kendisinden sonra gelen ve ünlü harfle başlayan sözcüğün ilk hecesiyle birleştirilerek okunmasıdır.<br />Örnek :<br />Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç<br />Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geçS. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-36273591867153711242007-11-18T12:10:00.000-08:002007-11-18T12:13:17.903-08:00Üstüme Varma İstanbul - Ümit Yaşar OĞUZCAN<span style="color:#cc33cc;">Üstüme Varma İstanbul</span><br /><br />Sana geldim, içim ümitlerle dolu<br />Beni sarhoş etme İstanbul, ne olur<br />Bir gün ben de eririrm caddelerinde<br />Çürür kemiklerim adım unutulur<br /><br />Yine sen kalırsın dipdiri, sımsıcak<br />Göğün bulutların, denizlerin kalır<br />Oynama İstanbul, benimle oynama<br />Bir gün öldürür beni bu dert, bu kahır<br /><br />Ezilmiş ellerimin arasında başım<br />Bu yeryüzünde başka çarem kalmamış<br />İşte gelip kapılarına dayanmışım<br />Karşında yıkılmış bir duvar gibiyim<br /><br />Beni sarhoş etme, başım dönüyor<br />Üstüme varma İstanbul, kederliyim.<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Ümit Yaşar Oğuzcan</span>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-3392847683032272622007-11-18T12:01:00.000-08:002008-12-09T09:56:18.228-08:00Yıkık - Ümit Yaşar OĞUZCAN<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXb7ZDB03fLiFlBk73Yx4CavpPZX-RW7YY6SZQdf49ixwwl5aGonQpSGxOBazA9gCqnTaVFdBR9FGLGZvZ068-sNJFWi1B9nyd5GTsCqFMQcCD0yhKxMxO5FxcfvDPALaK_J2TTwZHw_Kn/s1600-h/71V44VCATMMRCUCAI76G32CAG15X76CA9UPOPICAIN3ITUCAGWR9K3CA7PO3ZUCA202CP3CAJRIZH1CAC789UECARVBLK5CAXDB124CAKOMIW9CAJP2NKVCAUFH43FCA6M2D69CA09JK1FCA5OD4J8.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5134274324178345090" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; WIDTH: 225px; CURSOR: hand; HEIGHT: 239px" height="159" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXb7ZDB03fLiFlBk73Yx4CavpPZX-RW7YY6SZQdf49ixwwl5aGonQpSGxOBazA9gCqnTaVFdBR9FGLGZvZ068-sNJFWi1B9nyd5GTsCqFMQcCD0yhKxMxO5FxcfvDPALaK_J2TTwZHw_Kn/s320/71V44VCATMMRCUCAI76G32CAG15X76CA9UPOPICAIN3ITUCAGWR9K3CA7PO3ZUCA202CP3CAJRIZH1CAC789UECARVBLK5CAXDB124CAKOMIW9CAJP2NKVCAUFH43FCA6M2D69CA09JK1FCA5OD4J8.jpg" width="225" border="0" /></a><br /><div><span style="color:#cc33cc;"></span></div><br /><div><span style="color:#cc33cc;">Yıkık<br /></span>Bugün yıkığım biliyor musun?</div><br /><div>Ezginim, çaresizim, umutsuzum</div><br /><div>Sancılıyım bırakma beni, insanlar kötü</div><br /><div>Bırakma beni korkuyorum.</div><br /><div></div><br /><div></div><div></div><div></div><div></div><div>Bir deli otlar büyüyor içimde</div><br /><div>Sancılıyım, yorgunum, kederliyim</div><br /><div>Bu halini sevdim gitme kal</div><br /><div>Çamurlar çirkefler içindeyim</div><br /><div></div><br /><div>Bir dayak yemiş adamım şimdi</div><br /><div>Bezginim, kararsızım, yılgınım</div><br /><div>Al götür beni o kayıp gecelere</div><br /><div>Yeter ikimize yalnızlığım</div><br /><div></div><br /><div><span style="color:#cc33cc;">Ümit Yaşar OĞUZCAN</span></div><div><span style="color:#cc33cc;"></span></div><div><span style="color:#cc33cc;"><span style="color:#cc0000;">Bu şiiri, Kıraç besteledi ve son kasetine aldı. Şarkıyı dinlemek ister misin? O zaman</span> <a href="http://www.youtube.com/watch?v=h8vNpUJWB7E"><span style="font-size:130%;color:#3366ff;">buraya tıklayınız</span></a></span></div><div><span style="color:#cc33cc;"></span></div><div><span style="color:#cc33cc;"></span></div>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-59132962696119468372007-11-18T11:54:00.000-08:002007-11-18T11:59:24.859-08:00En İyi 100 Şiir<a href="http://www.antoloji.com/">http://www.antoloji.com/</a> sitesinde yayınlanan en iyi 100 şiiri görmek ve okumak için <a href="http://www.antoloji.com/w/siir/top100/default.asp?page=1"><span style="font-size:130%;">buraya tıklayınız</span></a>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-7834579810665604212007-11-18T11:53:00.000-08:002007-11-18T11:54:04.415-08:00Tasavvufun TarifiMA'RÛF EL-KERHî: "Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır."Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir. Tasavvuf, şekil, kılık, kıyafet ve merasim değildir. Sadece ahlaktır ki: "Allah'ın ahlakı ve Resülüllah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" hadis-i şerifi mantûkunca Allah'ın ve resûlünün sıfatları ile ittisâfâ çalışmaktır.S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-10937789072193864282007-11-18T11:49:00.000-08:002008-12-09T09:56:18.417-08:00Necip Fazıl Kısakürek (1905-1983)<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgsnsbmBbadbWK9iQ-zfbHHhQTv1ESByUCeTD7xYVn8pmMIK9tYAu1oZtXK3hGhKkoRQKPsZeozUCaoYOEroIcs39zNBRf-Qdn4K5BAIkyzBN6ShxzG9czgSniVqzzYbaq9R2eAkV-ZiwLl/s1600-h/200605261%5B1%5D.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5134270544607124594" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgsnsbmBbadbWK9iQ-zfbHHhQTv1ESByUCeTD7xYVn8pmMIK9tYAu1oZtXK3hGhKkoRQKPsZeozUCaoYOEroIcs39zNBRf-Qdn4K5BAIkyzBN6ShxzG9czgSniVqzzYbaq9R2eAkV-ZiwLl/s320/200605261%5B1%5D.jpg" border="0" /></a><br /><div><br />26 Mayıs 1905'da doğdu. Maraş'lı bir soydan gelen Necip Fazıl'ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş'ta ki konağında geçti. İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi'nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı. Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi (Akseki), İbrahim Aşkı gibi isimler vardı.<br />İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris'te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Bir Fransız okulu, Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı(1939-43). Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.<br />Şairliğe ilk adımını on yedi yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı. Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü<br />Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. Bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz. Necip Fazıl' ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır.<br />Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergiler ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir. Haftalık Ağaç dergisi(1936, 17 sayı) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur. Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi, Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı. Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandı. 1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferanslarla büyük ilgi topladı.<br />1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır.<br /><span style="color:#3366ff;">Eserleri<br /></span>Cinnet Mustatili, Hikayelerim, Çile, Aynadaki Yalan, İdeolocya Örgüsü, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, O ve Ben, İman ve İslam Atlası, İhtilal, Bab-ı Ali, Raporlar, Para Mukaddes Emanet, Senaryo Romanlarım, Reis Bey Parmaksız Salih, Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, Benim Gözümde Menderes, Nur Harmanı, Yeniçeri, Müdafaalarım, Türkiye'nin Manzarası, Namık Kemal, Sabır Taşı Ahşap Konak, Yunus Emre Kanlı Sarık, Peygamber Halkası, Konuşmalar, Moskof, Ulu Hakan İkinci Abdülhamit Han, Bir Adam Yaratmak, Kafa Kağıdı, Çöle İnen Nur, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, At'a Senfoni, Hazret-i Ali, Hücum ve Polemik, Öfke ve Hiciv, Tohum, Hitabeler, Son Devrin Din Mazlumları, Hesaplaşma, Doğru Yolun Sapık Kolları,...</div>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-89356241443221921912007-11-18T11:46:00.000-08:002007-11-18T11:49:00.494-08:00Feza Pilotu - Necip Fazıl KISAKÜREK<span style="color:#cc33cc;">FEZA PİLOTU</span><br />Yirminci Asrın ablak yüzlü feza pilotu!<br />Buldun mu Ay yüzünde ölüme çare otu?<br /><br />Bir odun parçasına at diye binen çocuk!<br />Başında çelik kulâh, sırtında plâstik gocuk.<br /><br />Uzaklıkları yenmiş fâtih edasındasın!<br />Dibsizliğin dibini bulmak sevdasındasın!..<br /><br />Allah'a dil çıkarır gibi küstah bir yarış...<br />Farkında değilsin ki, Ay dünya'ya bir karış.<br /><br />Fezada milyarlarca ışık, yol, mesâfe;<br />Seninki, saniyelik zafer, ilmî hurâfe!<br /><br />Kavanozda, kendini deryada sanan balık;<br />Ne acı vahşet, mağrur ilimdeki kalabalık;<br /><br />Fezada "Allah diye bir şey yok" iddiası!!!<br />Gel gör, kaç füzeye denk, bir mü'minin duası;<br /><br />Rafa kaldırmak için ruhlarını dürdüler;<br />Güneş diye kalpteki güneşi söndürdüler.<br /><br />Bilmediler; kalptedir, kalptedir asıl feza;<br />Kalptedir, ölümsüzlük kefili kutsî imza.<br /><br />Sayıdan sonsuzluğa sınıf geçirtecek not;<br />Bizdedir ve bizdedir Arş'a giden astronot,<br /><br />Ve mekândan arınmış ve zamandan ilerde,<br />Fezayı teslim alma sırrı bizimkilerde.<br /><br /><span style="color:#33ff33;"><span style="color:#3366ff;">Bizimkiler ışığa gem vurar da binerler;<br />Yerden göğe çıkmazlar, gökten yere inerler!</span> </span><br /><br /><span style="color:#cc33cc;">1972<br />Necip Fazıl Kısakürek</span>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-12200590455845700392007-11-18T11:43:00.000-08:002007-11-18T11:46:16.202-08:00Bafra ResimleriBafra'nın resimlerini <a href="http://bafraegitim.blogcu.com/4366756/">buraya tıklayarak</a> görebilirsiniz...S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-38141296517718588112007-11-18T11:37:00.000-08:002008-12-09T09:56:18.686-08:00Bafra Tarihi<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi-JVm36zc-HqMJkAHjEVOMBqFsTUxH7BfaTRy_G9L-M4QRVTQwoqSKHW3UbP4BagcB57NmPtdrVrlVPF_X2W97C3MInO9oeSS2v1nOOqK9OcpEORWPfhvoeXFXCRzn6WnGcxHcPdrPx9XR/s1600-h/Turkey4%5B1%5D.jpg"><img id="BLOGGER_PHOTO_ID_5134268242504653922" style="FLOAT: left; MARGIN: 0px 10px 10px 0px; CURSOR: hand" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi-JVm36zc-HqMJkAHjEVOMBqFsTUxH7BfaTRy_G9L-M4QRVTQwoqSKHW3UbP4BagcB57NmPtdrVrlVPF_X2W97C3MInO9oeSS2v1nOOqK9OcpEORWPfhvoeXFXCRzn6WnGcxHcPdrPx9XR/s320/Turkey4%5B1%5D.jpg" border="0" /></a><br /><div></div><br /><div>Bafra'nın tarihi M.Ö. 5000 yıllarına kadar uzanmaktadır. İkiztepe ören yerinde yapılan araştırmalarda Kalkolitik Döneme (M.Ö. 5000-4000) ait yerleşmelerin izine rastlanmıştır. İkiztepe ören yerinde İ.Ö. 4000 yıllarından İ.Ö. 1700 yıllarına kadar 2300 yıl boyunca sürekli yerleşim yapıldığı anlaşılmıştır. Burada Eski Tunç Çağı (M.Ö. 3000-2000) ve Erken Hitit (M.Ö. 1900-1800) dönemi kültürlerinin izlerinin taşıyan çok sayıda eser ve kalıntı bulunmuştur. M.Ö. 670 yıllarında Paflogonların'da Kızılırmak vadisinde yaşadıkları bilinmektedir.<br /><br />Bafra'nın tarihi M.Ö. 5000 yıllarına kadar uzanmaktadır. İkiztepe ören yerinde yapılan araştırmalarda Kalkolitik Döneme (M.Ö. 5000-4000) ait yerleşmelerin izine rastlanmıştır. İkiztepe ören yerinde İ.Ö. 4000 yıllarından İ.Ö. 1700 yıllarına kadar 2300 yıl boyunca sürekli yerleşim yapıldığı anlaşılmıştır. Burada Eski Tunç Çağı (M.Ö. 3000-2000) ve Erken Hitit (M.Ö. 1900-1800) dönemi kültürlerinin izlerinin taşıyan çok sayıda eser ve kalıntı bulunmuştur. M.Ö. 670 yıllarında Paflogonların'da Kızılırmak vadisinde yaşadıkları bilinmektedir.<br />M.Ö. 6. yy'da Lidyalıların eline geçen bölgeyi M.Ö. 546 da Persler istila etmiştir. İkiztepede Helenistik döneme (M.Ö. 330-30) ait bir anıt mezarda bulunmaktadır.<br />Bu bölge M.Ö. 47'de önce Roma, sonrada Bizans egemenliğine girmiştir. 1071 Malazgirt savaşından sonra Selçukluların eline geçen Bafra'ya 1214 yılında Anadolu Selçuklu Hükümdarı İzzettin Keykuvas Türkmen aşiretlerini yerleştirmiştir. 1243'de başlayan Moğol istilaları Selçuklu İmparatorluğunun yıkılması ve Türk beyliklerinin kurulmaya başlamasına neden olmuştur. İşte bu dönemde bölgede küçük bir Selçuklu beyliği olan Bafra Beyliği kurulmuştur. 1460'da ise Bafra Osmanlı hakimiyetine girmiştir.<br />Bafra adının; Kızılırmağın denize açıldığı yerde (M.Ö. 521 yıllarında Fenikeliler zamanında) ticaret gemilerini yanaştığı koylara kurulan, ticaret evlerine, Bafira denilmesinden geldiği sanılmaktadır.<br />Bafra İlçesi Osmanlı İmparatorluğu devrinde Trabzon iline bağlı Canik Sancağına ait bir yerdi. Hangi tarihte kaza merkezi olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Salname kayıtların göre 1854 yılı sonlarında kaza merkezi olduğu anlaşılmaktadır. İmparatorluk zamanında 1876 harbinden sonra Kırım'dan Bafra'ya çok sayıda Türk gelmiştir. Daha sonraları çıkan Balkan ve I. Dünya savaşları Türk halkının azalıp, fakirleşmesinin, azınlık olmalarına rağmen Rum ve Ermenilerin iktisadi hayatı ellerine geçirip zenginleşmelerini sağlamıştır.<br />Bundan dolayı cesaretlenerek Rum- Pontus imparatorluğunu kurma hevesine kapılan Ermeni ve Rumlar mavri mira cemiyetini kurmuşlardır. Fakat 1919'da Milli Mücadelenin başlamasıyla bu amaçları gerçekleşmemiş, daha sonra Batı Trakya'daki Türklerle değiştirilmişlerdir. Bafra, Cumhuriyetin kurulmasından bu yana Samsun ilinin büyük bir ilçesi olarak yerini muhafaza etmiştir.<br />M.Ö. 6. yy'da Lidyalıların eline geçen bölgeyi M.Ö. 546 da Persler istila etmiştir. İkiztepede Helenistik döneme (M.Ö. 330-30) ait bir anıt mezarda bulunmaktadır.<br />Bu bölge M.Ö. 47'de önce Roma, sonrada Bizans egemenliğine girmiştir.<br />1071 Malazgirt savaşından sonra Selçukluların eline geçen Bafra'ya 1214 yılında Anadolu Selçuklu Hükümdarı İzzettin Keykuvas Türkmen aşiretlerini yerleştirmiştir. 1243'de başlayan Moğol istilaları Selçuklu İmparatorluğunun yıkılması ve Türk beyliklerinin kurulmaya başlamasına neden olmuştur. İşte bu dönemde bölgede küçük bir Selçuklu beyliği olan Bafra Beyliği kurulmuştur. 1460'da ise Bafra Osmanlı hakimiyetine girmiştir.<br />Bafra adının; Kızılırmağın denize açıldığı yerde (M.Ö. 521 yıllarında Fenikeliler zamanında) ticaret gemilerini yanaştığı koylara kurulan, ticaret evlerine, Bafira denilmesinden geldiği sanılmaktadır. Bafra İlçesi Osmanlı İmparatorluğu devrinde Trabzon iline bağlı Canik Sancağına ait bir yerdi. Hangi tarihte kaza merkezi olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Salname kayıtların göre 1854 yılı sonlarında kaza merkezi olduğu anlaşılmaktadır.<br /><br />İmparatorluk zamanında 1876 harbinden sonra Kırım'dan Bafra'ya çok sayıda Türk gelmiştir. Daha sonraları çıkan Balkan ve I. Dünya savaşları Türk halkının azalıp, fakirleşmesinin, azınlık olmalarına rağmen Rum ve Ermenilerin iktisadi hayatı ellerine geçirip zenginleşmelerini sağlamıştır. Bundan dolayı cesaretlenerek Rum- Pontus imparatorluğunu kurma hevesine kapılan Ermeni ve Rumlar mavri mira cemiyetini kurmuşlardır. Fakat 1919'da Milli Mücadelenin başlamasıyla bu amaçları gerçekleşmemiş, daha sonra Batı Trakya'daki Türklerle değiştirilmişlerdir.<br />Bafra, Cumhuriyetin kurulmasından bu yana Samsun ilinin büyük bir ilçesi olarak yerini muhafaza etmiştir.</div>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-1292377796511329222007-11-18T11:36:00.000-08:002007-11-18T11:37:33.428-08:00Herşey Sende Gizli - Can YÜCEL<span style="color:#cc33cc;">HERŞEY SENDE GİZLİ</span><br /><br />Yerin seni çektiği kadar ağırsın<br />Kanatların çırpındığı kadar hafif..<br />Kalbinin attığı kadar canlısın<br />Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...<br />Sevdiklerin kadar iyisin<br />Nefret ettiklerin kadar kötü..<br />Ne renk olursa olsun kaşın gözün<br />Karşındakinin gördüğüdür rengin..<br />Yaşadıklarını kar sayma:<br />Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;<br /><br />Ne kadar yaşarsan yaşa,<br />Sevdiğin kadardır ömrün..<br />Gülebildiğin kadar mutlusun<br />Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin<br />Sakın bitti sanma her şeyi,<br /><br />Sevdiğin kadar sevileceksin.<br />Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer<br />Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın<br />Bir gün yalan söyleyeceksen eğer<br />Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.<br />Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret<br />Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın<br />Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın<br />Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.<br />Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın<br />Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.<br />Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..<br /><br />İşte budur hayat!<br />İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın<br />Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün<br />Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun<br />Çiçek sulandığı kadar güzeldir<br />Kuşlar ötebildiği kadar sevimli<br />Bebek ağladığı kadar bebektir<br />Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,<br />Sevdiğin kadar sevilirsin...<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">CAN YÜCEL</span>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-1834866011377604462007-11-18T11:35:00.000-08:002007-11-18T11:36:08.790-08:00Öpülürdü Alnımız - Nurullah GENÇ<span style="color:#cc33cc;">ÖPÜLÜRDÜ ALNIMIZ</span><br /><br />Korkmazdık geceden, silah sesinden,<br />Sular kirlenmezdi avucumuzda<br />Uçardık göklerin penceresinden<br />Yıldız ülkesine, mavi sonsuzda<br /><br />Gönlümüze henüz gelmemişti güz,<br />Sevgi sürülürdü ekmeğimize,<br />Neşeyle evcilik oynardık gündüz<br />Bereket dolardı evlerimize<br /><br />Ölümü bilmezdik öldürmeyi de<br />Yaprak dökmemişti umutlarımız<br />Gözünü kırpardı gece, aydede<br />Mehtabı süslerdi bulutlarımız<br /><br />Toprağın gözleri millenmemişti<br />Babamız oyuncak derdi mermiler...<br />Denizler tutuşup küllenmemişti<br />Balıklara arkadaştı gemiler...<br /><br />Kurşunlanmaz öpülürdü alnımız<br />Çiçekler sevginin işaretiydi,<br />Geçip gitti o mutluluk çağımız,<br />Ruhumuz kederden elbise giydi...<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Nurullah GENÇ</span>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-65879877449053947572007-11-18T11:32:00.000-08:002007-11-18T11:34:48.797-08:00O’na - Necip Fazıl KISAKÜREK<span style="color:#cc33cc;">O’NA</span><br /><br />Benim efendim!<br />Ben sana bendim!<br />Bir üfledin de<br />Yıkıldı bend’im.<br />Ben ki, denizdim,<br />Dağbaşı bendim.<br />Şimdi sen oldun,<br />Âleme pendim.<br />Benim efendim!<br />Feza levendim!<br />Ölmemek neymiş;<br />Senden öğrendim.<br />Kayboldum sende,<br />Sende tükendim!<br />Sordum aynaya:<br />Hani ya kendim?<br />Benim efendim!<br /><br />Benim efendim!<br />Emri yüklendim!<br />Dağlandım kalbden<br />Ve mühürlendim.<br />Askerin oldum,<br />Başta tülbendim;<br />Okum sadakta,<br />Elde kemendim.<br />Benim efendim.<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Necip Fazıl KISAKÜREK<br />1978</span>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-455159171394256508.post-49290838891044988962007-11-18T11:27:00.000-08:002007-11-18T11:32:13.286-08:00Türkçenin Tarihi Gelişimi - Muharrem ERGİN<span style="color:#cc33cc;">Türkçenin Tarihi Gelişimi</span><br /><span style="color:#cc33cc;"></span><br /><span style="color:#3366ff;">Eski Türkçe<br /></span>Türk yazı dilinin ele geçen ilk örnekleri Orhun âbidelerinin metinleridir. Fakat bu metinler şüphesiz Türk yazı dilinin ilk örnekleri değildir. Çünkü Orhun âbidelerindeki dil yeni teşekkül etmiş bir yazı dili olarak değil, çok işlenmiş bir yazı dili olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan, Türk yazı dilinin başlangıcını ele geçen bu ilk metinlerden çok daha öncelere çıkarmak gerekir. Türk yazı dilinin sekizinci asırdan sonraki gelişmesi ile mukayese edilerek bir tahmin yürütülürse, Orhun abidelerindeki yazı dilinde hiç değilse bir kaç asırlık bir gelişme mevcut olduğuna kolaylıkla hükmolunabilir. Buna göre Türk yazı dilinin başlangıcını Milâdın ilk asırlarına, hiç olmazsa Orhun âbidelerinden bir kaç asır önceye çıkarmak doğru olur. Fakat Orhun kitabelerinden daha eski bir metin ele geçmediği için bu yazı dilini ancak sekizinci asırdan itibaren takip edebilmekteyiz.<br />İşte nazarî olarak Milâdın ilk asırlarında başladığını kabul ettiğimiz ve ilk ele geçen metinleri sekizinci asra ait olan bu yazı dili 12 - 13. asra kadar devam etmiş olup, bu devre Türk yazı dilinin ilk devresini teşkil etmektedir. Bu ilk yazı dili devresi ayni zamanda müşterek bir yazı dili devresidir. Yani bu yazı dili bütün Türklüğün tek yazı dili olarak kullanılmış, Orta Asya’da geniş bir sahayı kaplayan Türklük âlemi asırlar boyunca hep ayni dille okuyup yazmıştır. O devirden kalma eserlerde görülen ufak tefek farklar ise saha ve zaman farklarından ileri gelen normal ayrılıklar olup tek bir yazı dilinin hudutlarını aşacak mahiyette değildir.<br />Kâşgarlı’nın en çok beğendiği ve şivelerle karşılaştırırken “Türkçe” diye adlandırdığı, Hakaniye Türkçe’si, yahut başka eserlerde Kâşgar dili, Kâşgar Türkçe’si adı ile anılan dil hep bu ilk Türk yazı dilidir. Bu yazı dili devresinden gelen eserlerin büyük bir kısmı Uygur yazısı ile yazılmış olduğu için bu devreye Uygur devresi, bu yazı diline de Uygurca denilebilir. Fakat Türkoloji öğretiminde Türkçe’nin bu ilk devresi için bugün en uygun isim olarak “Eski Türkçe” tâbirini kullanmaktayız. Türkçe’nin ondan sonraki çeşitli gelişmelerinin kaynağı hep bu devreye çıkmakla, bugün geniş sahalarda ayrı kollara ayrılmış bulunan Türkçe’nin bütün şekillerinin menşei bu devrede bulunmakta, kısacası, Türkçe’nin bütün yapısı bu devre ile izah edilebilmektedir. Demek ki bu devre Türkçe’nin ana Türkçe devresi, ilk devresi, eski devresidir. Onun için bu devreyi “Eski Türkçe” diye adlandırmak çok yerindedir. Bu kitapta biz de bu ismi kullanacağız.<br />O hâlde Türk yazı dilinin ilk devresi Eski Türkçe’dir. Eski Türkçeden daha önceki devir ise Türkçe’nin karanlık devridir. O devir artık Eski Türkçe’nin Çuvaşça ve Yakutça ile, bunların da daha ileride Moğolca ile birleştikleri devirdir.<br />Türkçe tarih boyunca iki gramer yapısına sahip olmuştur. Eski Türkçe devresi Türkçe’nin eski gramer yapısını temsil eder. Ondan sonraki devreler Türkçe’nin yeni gramer yapısına sahip olan devrelerdir.<br /><br /><span style="color:#3366ff;">Kuzey-doğu Türkçesi ve Batı Türkçesi<br /></span>Eski Türkçeden sonraki devre gelince, bu devirde Türkçe karşımıza birden fazla yazı dili ile çıkmaktadır. Eski Türkçe’nin sonlarında Orta Asya’daki Türklük âleminin parçalanarak büyük kütleler hâlinde Hazar Denizinin güney ve kuzeyinden kuzeye ve batıya yayılması, yeni kültür merkezlerinin meydana gelmesi, İslâm kültürünün Türkler arasına gittikçe kuvvetli bir şekilde yerleşmesi, yeni mefhumlarla birlikte yeni bir yazının kabulü gibi çeşitli dış sebeplerle beraber Türkçe’nin içinde bir müddetten beri kendisini hissettiren tabiî gelişmeler neticesinde ortaya çıkan büyük değişiklikler yazı dili birliğini parçalayarak Eski Türkçe’nin ömrünü tamamlamış ve ayrılan Türklük kollarının yeni kültür merkezleri etrafında kendi şivelerine dayanan yazı dilleri meydana getirmeleri birden fazla yeni yazı dilinin doğmasına ve gelişmeğe başlamasına sebep olmuştur. Böylece 12-13. asırdan sonra biri Kuzey-doğu Türkçe’si, diğeri Batı Türkçe’si olmak üzere iki Türk yazı dili meydana geldiğini görmekteyiz.<br /><br /><span style="color:#3366ff;">Kuzey Türkçesi ve Doğu Türkçesi<br /></span>Bunlardan Kuzey-doğu Türkçe’si önce 13 ve 14. asırlarda, bir müddet, Eski Türkçe’nin tabiî ve yeni bir devamı olarak eski ve yeni arasında köprü vazifesi gören bir geçiş devresi hâlinde devam etmiş, sonra 15. asırdan itibaren Kuzey Türkçe’si ve Doğu Türkçe’si olarak iki yeni yazı diline ayrılmıştır. Son zamanlara kadar devam eden bu yazı dillerinden Kuzey Türkçe’si, Kıpçak Türkçe’sidir. Doğu Türkçe’si ise Çağatayca gibi yanlış bir isimle anılan ve Timur devrinde başlayarak 15. ve 16. asırlarda kuvvetli bir edebiyat meydana getirmek suretiyle en parlak çağını yaşadıktan sonra son zamanda yerini modern Özbekçe’ye bırakan yazı dilidir.<br /><br /><span style="color:#3366ff;">Batı Türkçesi</span><br />Batı Türkçesi’ne gelince, bu yazı dili 12. asrın ikinci yarısı ile 13. asrın ilk yarısında teşekküle başladığı anlaşılan, 13. asrın ikinci yarısından itibaren de metinlerini günümüze kadar aralıksız bir şekilde takip ettiğimiz yazı dilidir. Selçuklulardan başlayarak bugüne kadar gelen ve devam etmekte olan bu yazı dili, Türklüğün en büyük ve en verimli yazı dili durumundadır. Batı Türkçesinin esasını Oğuz şivesi teşkil eder. Onun için bu yazı diline Oğuz Türkçe’si de denilebilir. Oğuz şivesi Hazar Denizinden Balkanlara kadar uzanan sahaya yayılmış bulunan Türkçe’dir. Bu saha ise batı Türklerinin yaşadığı sahadır. Onun için Oğuz yazı diline, Oğuz Türkçe’sine umumî olarak Batı Türkçe’si adını vermekteyiz. Türkolojide Batı Türkçe’si için bazen Cenup Türkçe’si veya Cenup Şivesi adı da kullanılmaktadır. Fakat bu Şimal Türkçe’sine göre verilen bir addır ve şüphesiz Batı Türkçe’si kadar uygun değildir.<br /><span style="color:#3366ff;">Azeri Türkçesi ve Osmanlı Türkçesi</span><br />Batı Türkçesinin içinde saha bakımından zamanla iki daire meydana gelmiştir. Bunlardan biri Azeri ve Doğu Anadolu sahasını içine alan doğu Oğuzcası, diğeri Osmanlı sahasını içine alan batı Oğuzcasıdır. Doğu ve batı Oğuzcaları arasında ilk asırlarda çok küçük saha farkları dışında bir ayrılık mevcut olmamış, bu saha farkları yavaş yavaş genişleyerek ancak 17. asırdan sonra doğu ve batı Oğuzca dairelerini meydana getirmiştir.<br />Bununla beraber arada yine iki yazı dili olacak kadar fark mevcut değildir ve her ikisi de ayni şiveye, yani Oğuz şivesine dayandıkları için Azeri ve Osmanlı Türkçeleri ancak tek bir yazı dilinin kardeş iki dairesi sayılabilirler. Esasen doğu ve batı Oğuzcası arasındaki farklar daha çok şivede yani konuşma dilinde kalmış, devamlı olarak Osmanlı kültür ve edebiyatının tesiri altında kalan Azeri sahasında yazı dili, Osmanlı Türkçe’sinden konuşma dilindeki ile mukayese edilemeyecek kadar az bir ayrılık göstermiştir.<br />Azeri ve Osmanlı Türkçeleri arasında, daha çok şivede kalan bu ayrılığın sebeplerini doğu Oğuzcasına Oğuz dışı Türk şivelerinin, bilhassa zaman zaman kuzeyden gelen Kıpçak unsurlarının yaptığı tesir ile İlhanlılardan kalan bazı Moğol izlerinde aramak lâzımdır. Bunlardan birincisi doğu Oğuzcasını batı Oğuzcasından bazı şekiller bakımından biraz farklı yapmış, ikincisi ise Azeri Türkçe’sinde bazı Moğol asıllı kelimeler bırakmıştır.<br />Bilhassa konuşma dili bakımından birbirinden farklı olan Azeri ve Osmanlı Türkçe’si arasındaki başlıca ayrılıklar, kelime başındaki b-m, kelime içindeki q-ġ, h, ilk hecedeki e-i, kelime başındaki t-d ile akkuzatif ve bazı fiil çekim şekilleri etrafında toplanır. Bu ayrılıklar daha çok konuşma dilinde kaldığı, yazı diline aksedenlerin ise ancak son devir Azeri Türkçe’sinde görülebildiği, Azeri sahasında yetişen başlıca edebî şahsiyetlerin bulunduğu 17. asırdan önce de doğu ve batı Oğuzcaları arasında kayda değer bir ayrılık bulunmadığı için bu iki Oğuz Türkçe’si yazı dili olarak Batı Türkçe’si adı altında bir bütün teşkil ederler.<br /><br /><span style="color:#3366ff;">Batı Türkçesinin gelişmesi<br /></span>Batı Türkçesinin yedi asırlık uzun hayatında bazı merhaleler vardır. Bu merhaleler onun iç ve dış gelişme seyri içinde görülen çeşitli safhalardır. Gerçekten Batı Türkçe’si uzun gelişme seyri içinde bugüne kadar iç ve dış yapısı bakımından muhtelif gelişmeler ve değişiklikler göstermiştir. İç yapı bakımından gösterdiği değişiklikler, Türkçe kök ve eklerde görülen bazı ses ve şekil değişiklikleri olup, doğrudan doğruya Türkçe’nin tabiî gelişmesi ile ilgilidir. Dış yapı bakımından Batı Türkçe’sinde görülen çeşitli safhalar ise, Türkçe’nin bünyesi ile ilgili olmayıp, onun, içine karışan yabancı unsurlara göre aldığı değişik görünüşlerden ibarettir.<br />Demek ki Batı Türkçesinde Türkçeden başka bir de yabancı unsurlar vardır. Bu unsurlar çeşitli Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerdir. Türklerin İslam kültürü çerçevesine girmeleri dolayısıyla Türkçeye sokulan Arapça ve Farsça unsurlar, Türkçeyi Eski Türkçeden sonra, yeni yazı dilleri devresinde istilâya başlamış, bu istilâ bilhassa Batı Türkçesinde korkunç bir gelişme göstererek bir kaç asır içinde Türkçeyi âdeta tanınmaz bir hâle getirmiştir.<br />Arapça ve Farsça unsurların Batı Türkçesi içindeki durumu yedi asır boyunca hep ayni olmamış ve çeşitli safhalar göstermiştir. Bu sebeple Batı Türkçe’si içinde hem Türkçe bakımından, hem de yabancı unsurlar bakımından birbirinden farklı bir kaç devre var demektir.<br />İşte 13. asırdan günümüze kadar Batı Türklerinin yazı dili ola gelmiş bulunan Batı Türkçe’si iç ve dış gelişme ve değişiklikler bakımından şu üç devreye ayrılır:<br /><span style="color:#33ff33;">1. Eski Anadolu Türkçesi<br />2. Osmanlıca<br />3. Türkiye Türkçesi</span><br /><br /><span style="color:#33ff33;">Eski Anadolu Türkçesi</span><br />Eski Anadolu Türkçesi 13, 14 ve 15. asırlardaki Türkçe’dir. Batı Türkçesinin ilk devrini teşkil eden bu Eski Anadolu Türkçe’si bilhassa Türkçe bakımından kendisinden sonraki iki devreden çok farklıdır. Bu devreye Batı Türkçesinin bir oluş, bir kuruluş devresi olarak bakmak yerinde olur. Batı Türkçesini Eski Türkçe’ye bağlayan birçok bağlar bu devrede henüz kendisini iyice hissettirmektedir. Bu devreden sonraki Türkçe’de gördüğümüz birçok yeni şekiller bu devrede henüz Eski Türkçedeki eski şekillerinin izlerini taşımaktadırlar.<br />Eski Anadolu Türkçesi bir taraftan böylece Eski Türkçenin izlerini taşırken diğer taraftan köklerde ve eklerde bazı ses ve şekil ayrılıkları göstermek suretiyle Osmanlıca ve Türkiye Türkçe’sinden biraz farklı bir durum arzeder. Öyle ki Batı Türkçesi içinde Türkçe bakımından mevcut başlıca değişiklikler bu devre ile bundan sonraki iki devre arasındaki değişikliklerdir. Yani Batı Türkçesini yalnız Türkçe bakımından devrelere ayırırsak Eski Anadolu Türkçe’si ve Osmanlıca - Türkiye Türkçe’si diye ikiye ayırmamız icap eder. Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında Türkçe bakımından, Eski Anadolu Türkçe’sinden Osmanlıcanın ilk devirlerine taşan bir kaç şekil dışında, bariz bir ayrılık yoktur.<br />Eski Anadolu Türkçe’si yabancı unsurlar bakımından denilebilir ki Batı Türkçesinin en temiz devridir. Bu devirde Türkçe’ye Arapça ve Farsça unsurlar girmeğe başlamıştır. Fakat bu unsurlar kesifliğini yavaş yavaş arttırmış ve ancak devrenin sonlarında geniş bir istilâ başlangıcı hâlini alarak Osmanlıcanın doğuşunu hazırlamıştır. Eski Anadolu metinlerinde görülen Arapça ve Farsça kelimeler henüz çok fazla olmadığı gibi devrenin sonlarına doğru artan terkipler de henüz açık ve basit bir durumdadır. Yabancı unsurlar bakımından bu devirde manzum ve mensur metinler arasında da oldukça fark vardır.<br />Gittikçe artan yabancı kelime ve terkipler daha çok nazım dilinde görülür. Nesir dili ise çok temiz ve duru bir Türkçe olarak devrenin sonunda bile Arapça ve Farsça kelimeler ve bilhassa terkiplerden mümkün olduğu kadar uzak kalmıştır. 15. asrın ortalarına doğru ikinci Murat devrinde geniş bir kültür hamlesinin ifadesi olarak meydana getirilen telif ve tercüme pek çok Türkçe eserin dili bunu açıkça göstermektedir. Nazım dilinde ise, şiirin Fars taklitçiliği üzerine kurulması ve vezin, şekil zaruretleri yüzünden duruluk çok muhafaza edilememiş ve Türkçe’deki gelişmeler bakımından devre daha bitmeden, 15. asırda, basit de olsa terkipler ve yabancı kelimeler adam akıllı çoğalmış ve Türkçe’yi sarmıştır. Bu yüzden asrın ikinci yarısı Osmanlıcanın temelini atan, onun başlangıcını teşkil eden bir devir olmuş, Eski Anadolu Türkçe’si Türkçe hususiyetleri bakımından devrini ancak Osmanlıcanın başlarında tamamlamıştır.<br />Eski Anadolu Türkçesinin cümle yapısı ise Türkçe’nin başlangıçtan bugüne kadar hep ayni kalan normal cümle yapısı dışına çıkmamıştır. Gerek nesirde, gerek şiirde Türk cümlesi bu devirde normal, sade, anlaşılan, unsurları yerli yerinde ve doğru cümle olarak kalmış, tercüme sadakati yüzünden nadir olarak kırıldığı yerler dışında, umumiyetle sağlam yapısını muhafaza ederek Osmanlıca devrine girmiştir.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">Osmanlıca<br /></span>Osmanlıca Batı Türkçesinin ikinci devri olup 15. asrın sonlarından 20. asrın başlarına kadar devam etmiş olan yazı dilidir. Dört asırdan fazla bir ömrü olan Osmanlıca, şüphesiz hep ayni kalmamış, baştan ve sondan geçiş devirlerinde ve ortada, hudutları kesin olarak çizilemeyen birbirine geçmiş çeşitli iç merhâleleri olmuştur. Fakat iç ve dış bakımından esas vasıfları itibariyle Osmanlıca ismi altında bu ismin çok iyi ifade ettiği bir bütünlük gösterir.<br />Türkçe bakımından, Osmanlıca’da aşağı yukarı mühim hiçbir değişiklik olmamış, Eski Anadolu Türkçe’sinden sonra günümüze kadar Türkçe’nin başlıca şekilleri hemen hemen hep ayni kalmıştır. Yani gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında belirli bir ayrılık yoktur. Yukarıda da söylediğimiz gibi Türkçe bakımından ancak bu son iki devre ile Eski Anadolu Türkçe’si arasında belirli ayrılıklar vardır.<br />Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında çok küçük şekil farklarına rastlansa bile bunlar zaman ayrılıklarına dayanan basit değişikliklerden başka bir şey sayılmamalıdırlar. Eski Anadolu Türkçe’si, Batı Türkçesinin eski gramer şekillerini, Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si ise Batı Türkçesinin yeni gramer şekillerini ihtiva eden devrelerdir. Yani, gramer şekilleri bakımından Osmanlıca ile Türkiye Türkçe’si arasında bir devre farkı yoktur.<br />Devrelerin birbirine geçişi keskin çizgilerle ayrılamayacağı için eski Anadolu Türkçe’si ile Osmanlıca arasında da uzun bir geçiş safhası olmuştur. Osmanlıca’nın başlangıcını teşkil eden ve 15. asrın ikinci yarısı ile 16. asrın ilk yarısını içine alan devirde eski gramer şekilleri, yerlerini henüz tamamıyla yeni şekillere bırakmış değillerdi.<br />Bu eski şekillerden bazıları Osmanlıca’nın içinde daha sonraları da kendisini muhafaza etmiş, bunlardan klişeleşmiş olarak Türkiye Türkçe’sine geçenler bile olmuştur. Bazı yeni şekiller ise oluşunu ancak Osmanlıca içinde tamamlamış veya kullanış sahasına bu devirde çıkmıştır. İşte geçiş devrindeki normal gelişmeler, ondan sonraki küçük sızıntılar ve bazı yeni şekillerin ortaya çıkışı dışında, Osmanlıca’ya Türkçe bakımından başından sonuna kadar bir durgunluk hâkim olmuş, 16. asırdan günümüze kadar Türkçe gramer şekilleri bakımından belirli hiçbir gelişme kaydetmemiştir.<br />Osmanlıca’yı batı Türkçe’si içinde bilhassa Türkiye Türkçe’sinden ayrı bir devre hâlinde tutan şey onun dış yapısıdır. İç yapı, yani Türkçe bakımından yalnız Eski Anadolu Türkçe’sinden farklı bulunan Osmanlıca, dış yapı, yani yabancı unsurlar bakımından Eski Anadolu Türkçe’sinden de, Türkiye Türkçe’sinden de çok büyük farklarla ayrılan bir devre manzarası gösterir. Bu devre Türkçe’nin yabancı unsurlar tarafından tam mânâsiyle istilâ edildiği, Türkçe’yi Arapça ve Farsça unsurların son haddine kadar sardığı devredir.<br />Osmanlıca devrinde Türkçe’yi saran bu Arapça ve Farsça unsurlar, sayısız Arapça ve Farsça kelime ve terkipler olup esas itibariyle isim sahası içinde kalmıştır. Fakat bu sahada o kadar ileri gidilmiştir ki bütün isim cinsinden kelimeler ve cümle içinde isim muamelesi gören bütün kelime gurupları Arapça ve Farsça kelimelere ve terkiplere boğulmuştur. Bu müthiş istilâdan fiil kökleri bile yakasını kurtaramamış, Türkçe’nin basit fiil kökleri yerine Arapça ve Farsça kelimelerle Türkçe yardımcı fiillerden yapılmış birleşik fiiller kullanılarak Türkçe, bugün de yaşamakta olan sayısız yabancı köklü birleşik fiil ile dolmuştur.<br />Fiil dışında kalan isim cinsinden bütün kelimeler ve isim muamelesi gören kelime gurupları sahasını böylece Arapça ve Farsça kelimelere, sıfat ve izafet terkiplerine kaptıran yazı dilinde umumiyetle Türkçe olarak isim ve fiil çekimi ile cümle yapısı kalmıştır. Fakat cümle yapısı da, Türkçe kalmakla beraber, ağır darbeler yemekten kendisini kurtaramamış, birçok defa esas bünyesi yıkılarak bozuk bir kelime yığınından ibaret olmuştur. Hülâsa, Türk yazı dili Osmanlıca devrinde esas yapısı Türkçe olan fakat Türkçe, Arapça ve Farsça’dan meydana gelen üçüzlü, karışık ve son derece sun’î bir dil manzarası göstermiştir.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">Osmanlıcanın devreleri</span><br />Yabancı unsurların durumu bakımından Osmanlıca içinde üç devre vardır. Osmanlıca’nın 15. asrın sonu ile 16. asrın büyük bir kısmını içine alan ilk devresi Eski Anadolu Türkçe’sinde yazı diline sokulmağa başlayan Arapça ve Farsça unsurların Türkçe’yi istilâ işinin çok sür’atlendiği devredir. Bu devre, Osmanlıların İstanbul’a yerleşmesinden sonra kurulan saray hayatı ile başlamış, bu saray etrafında gelişen edebiyat ve kültür hayatının Arap ve Fars kültür ve edebiyatının nüfuzu altına girmesi Türk yazı diline bambaşka bir istikamet vermiştir.<br />Bu devrede Türkçe Eski Anadolu devresindeki duruluğunu kaybetmiş, yabancı unsurların kesafeti iyiden iyiye artmıştır. Fakat daha sonraki asırlara göre henüz nisbî bir sadelik göze çarpar gibidir. Yabancı kelime ve terkiplerin sayısı ve çeşitleri çok artmakla beraber terkip zincirleri henüz son haddine varmış değildir. Fakat iyice karışık dil yolunda çok sür’atli bir gidiş, çok kesif bir hazırlık vardır. Öyle ki devrenin sonu, yani 16. asrın sonları artık koyu Osmanlıca’nın tam bir başlangıcı hâline gelmiştir. Böylelikle ilk devir sona ermiş ve Osmanlıca’nın yeni bir devri gelip çatmıştır.<br />Bu devre Osmanlıca’nın ikinci devresi olup 16. asrın sonundan 19. asrın ortalarına kadar süren devredir ki başlıca 16. asrın sonu ile 17. ve 18. asırları içine alır. Bu devrede karışık dil, koyuluğunun son haddine varmış, yapısı güç halle Türkçe’ye benzeyen yazı dilinde Arapça ve Farsça unsurlar arasında Türkçe unsurlar âdeta görünmez olmuştur. Osmanlıca böylece Türkçelikten çıkmış bir hâle geldikten sonra nihayet üçüzlü sun’î dilin en yüksek noktasından aşağıya doğru dönmeğe başlamış ve üçüncü devresine girmiştir.<br />Osmanlıca’nın ayni zamanda son devresi olan bu üçüncü devre, 19. asrın ortalarından başlayıp 20. asrın başlarına kadar gelen, yani Tanzimattan 1908 meşrutiyetine kadar olan devri içine alır. Bu devrenin son örnekleri 1908’den sonra da Cumhuriyete kadar, sür’atle ortaya çıkan yeni yazı dilinin yanında, gittikçe zayıflayarak bir nıüddet daha devam etmiştir. Bu üçüncü devre karışık dilin koyuluğunu yavaş yavaş kaybettiği devredir. Osmanlıca bu devirde zaman zaman çok sun’î bir koyuluk göstermekle beraber umumî olarak bir çözülme yoluna girmiş durumdadır. Bu çözülme nihayet 20. asrın başlarında tamamlanarak Osmanlıca’nın hayatı sona ermiş ve Türkiye Türkçe’sine geçilmiştir.<br />Osmanlıca’nın bu son devrini eskisinden ayıran mühim bir fark da batıdan gelen yeni mefhumlar dolayısıyla yeni yeni Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin yazı diline sokulması ve uydurulmasıdır. Bu hususta bazen çok sun’î hareketler olmuş, lügat kitaplarına bakarak yazı yazanlar bile çıkmıştır. Fakat umumiyetle terkipsiz Türkçe’ye gidiş temayülleri artmıştır. Eski devirde de koyu Osmanlıca’nın yanında görülen oldukça sade dil örnekleri bu son devrede umumî yazı dilinin yanı sıra sayılarını çok arttırmışlardır.<br />Bu devrenin sonları ise Türkçe’nin aydınlığa çıkışının açık müjdeleri ile doludur. Öyle ki bu devir eserlerinin bir eli Osmanlıca’da, bir eli Türkiye Türkçe’sindedir. Değişiklik bir neslin hayatı içinde ortaya çıktığı, daha doğrusu meyvelerini verdiği için, artık dili bazen Osmanlıca, bazen Türkiye Türkçe’si, veya önce Osmanlıca, sonra Türkiye Türkçe’si olan şahıslar görülür. Hülâsa Osmanlıca’nın sonlarında yazı dili yabancı unsurlar ve terkiplerden sür’atle temizlenmiş, böylece 20. asrın başlarında terkipli karışık dil tarihe karışarak yerini Türkiye Türkçe’sine bırakmıştır.<br /><br /><span style="color:#33ff33;">Nazım dili, Nesir dili</span><br />Osmanlıca’nın, kendi içinde yukarıda gördüğümüz şekilde üç devreye ayrılan uzun tarihi boyunca, nazım ve nesir sahasındaki görünüşü birbirinden farklı olmuştur. Bu fark, bir yabancı unsurlar, bir de cümle yapısı bakımından nazım ve nesir dili arasında görülen ayrılıktır. Şiirin, bilhassa divan şiirinin muhteva ve şekil bakımından muayyen Ölçülere bağlı bulunması nazım diline de tesir etmiş ve Osmanlıca’da umumiyetle tek bir çeşit nazım dili oluşmuştur.<br />Buna karşılık Osmanlıca içinde ilmi ve didaktik eserlerde ayrı edebi eserlerde ayrı bir nesir dili kullanılmıştır. ilmî nesir dili bir dereceye kadar sade ve basit bir dil, edebî nesir dili ise çok aşırı ve sun’î bir şekilde yabancı unsurlarla dolu, secili ve kelime gurubu silsilelerinden örülmüş bir dildi. Bu iki çeşit nesir dili Osmanlıca’da daima yan yana yürümüştür. Burada şu noktayı belirtelim ki adî nesirde edebî nesre göre bir sadelik ve basitlik vardı, yoksa umumî olarak o da yabancı unsurlarla dolu karışık bir dil, bir Osmanlıca idi. İşte umumiyetle bir çeşit olan nazım dili ile iki çeşit olan nesir dili yabancı unsurlar ve cümle yapısı bakımından Osmanlıca içinde farklı bir durumda bulunmuşlardır.<br />Yabancı unsurlar bakımından Osmanlıca’nın ilk devresinde nazım ve nesir dili aşağı yukarı birbirine yakındır. yabancı unsurlar her ikisinde de çoğalmıştır. Daha çok nazım dilinde görülen terkipler, eski basitliğini muhafaza etmekle beraber bu devirde henüz fazla zincirleme hâlinde değildir. Umumiyetle nesir dili, nazım diline göre daha sade bir durumdadır. Fakat nazım dili pek değişmediği hâlde nesir dili gittikçe ağırlaşmaktadır devrenin sonlarında bu gidiş hızlanmış ve nesir dili nazım diline göre çok ağır bir dil hâline gelmiştir.<br />Osmanlıca’nın en koyu devri olan ikinci devrede ise bu koyuluk hem nazımda, hem nesirde görülür. Fakat nesirde çok aşırı bir durumdadır. Nazım dili ise eskiye göre o kadar ağırlaşmamış ve nesir dilinin yanında oldukça sade kalmıştır. Nazım dilinde eski basit terkipler yerini üçüzlü. dördüzlü ve daha geniş zincirleme terkiplere bırakmış nesirde ise ağırlık ve koyuluk içinden çıkılmaz bir hâle gelmiş, bilhassa edebî nesir Türkçe olmaktan büsbütün çıkmıştır. Üçüncü devrede ise nazım ve nesir dili birbirine yine yakındır ve her ikisinde de nisbî bir sadeliğe gidiş vardır.<br />Bu gidiş devre boyunca nesirde daha süratli olmuş, nazımda ise, koyu Osmanlıca devrinde divan şiirinde de tek tük olarak görülebilen sade örnekler gittikçe artmakla beraber, bol yabancı unsurlu ve terkipli dilden kurtulmak daha güç olmuştur Devre bittikten sonra sonra da Osmanlıca’nın Türkiye Türkçe’si içine taşmaları daha çok nazım dilinde olmuş ve daha sonra tarihî hatıra olarak verilen tek tük Osmanlıca örnekler de hep nazım sahasında kalmıştır. Bu arada Türkçe’nin yakasını en geç bırakan eski dilin resmî muhaberede ve mevzuatta kullanılan köhne nesir dili olduğunu da unutmamak lâzımdır. Türkçe bugün bile yakasını bu kırtasiye dilinden tamamıyla kurtaramamıştır. Fakat bu, adî nesrin her devirde ağır olan çok hususî bir koludur ve umumî nesir diline ayak uyduramamasının fazla bir kıymeti yoktur.<br />Osmanlıcanın nazım ve nesir dili asıl, yabancı unsurlar bakımından değil, cümle yapısı bakımından birbirinden çok farklı bir durumdadır. Divan şiirinde mânânın bir beyitte tamamlanması, bir beyit dışına taşmaması kaidesi Türk cümlesinin yapısı için çok hayırlı olmuştur. Zira mânânın bir beyitle tamamlanması demek, bir beytin hiç değilse bir cümle olması, bir cümlenin en çok bir beyit uzunluğunda bulunması demektir. Gerçekten divan şiirinde her beyit en çok bir cümleden, birçok defa da birden fazla cümleden müteşekkil olmuştur. Bu suretle Osmanlı şiirinde cümleler daima kısa, unsurları sade ve yerli yerinde Türk cümleleri olarak kalmış, nazım dilinde Türkçe cümle yapısı Türkçe’nin bütün tarihi boyunca hiç değişmemiş bulunan normal karakterlerini muhafaza etmiştir.<br />Osmanlıca’nın bütün tarihi boyunca şiirde Türk cümlesi karşımıza daima sağlam olarak çıkar. Buna karşılık Osmanlı nesrinde Türk cümlesi tam bir perişanlık içindedir. Bu bakımdan nazım dilinin daima Türkçe kalabilmiş olmasına karşılık nesir dili çok az Türkçe olabilmiştir Çünkü nesirde şiirdeki gibi belirli bir ölçüye sığmak mecburiyeti yoktur. Nesir, cümle unsurlarının tam bir serbestliğe kavuştuğu sahadır. Cümlenin bir bütün teşkil eden yapısını bozmadan o unsurları istenildiği kadar genişletmek mümkündür. İşte cümle unsurlarının nesir dilindeki bu serbestliği Osmanlıca’da tam bir başıboşluk hâline gelmiştir.<br />Yani, nesir dilindeki serbestlik istismar edilerek, bilhassa gerundium ve edat guruplarında olmak üzere, cümle unsurlarının çerçevesi de, sayısı da gelişigüzel bir şekilde genişletilmiş, bu yüzden uzun uzun cümleler içinde cümle unsurları, aralarında çok defa yanlış bağlar kurulmuş olarak bir araya getirilmiştir. Bu suretle Türk cümlesinin sağlam yapısı Osmanlı nesrinde umumiyetle bozulmuş ve cümleler çok defa büyük bir kelime yığınından ibaret kalmıştır. Cümle unsurları genişledikçe, cümle uzadıkça hâkim olmak güçleşir, Cümle büyüyünce hâkimiyeti elden kaçırmamak için dili iyi bilmek, onun kaidelerini iyice hazmetmiş olmak, onun yapısını teşkil eden örgü karşısında tam bir hassasiyete sahip bulunmak lâzımdır. Üç dilli bir dil olan Osmanlıca’da ise yazıcılar maalesef Türkçe’yi incitmeyecek bir nesir diline sahip olamamışlardır.<br />Bunda Osmanlıca’nın karışık dil olmasının çok büyük bir rolü vardır. Bu karışık dilin öğretimi sırasında esas emek ve dikkat daima Arapça ve Farsça üzerinde toplanarak Türkçe ihmal edildiği gibi, yazı yazarken de Arapça ve Farsça terkipler yapmak hevesi Türkçe’ye itina etmeğe vakit bırakmamıştır. Bu hususla, Türkçe’ye çevrilirken cümle unsurları Türk cümlesine uygun bir sıraya konmadan yerli yerinde bırakılan Arapça ve Farsça’dan yapılmış tercümelerin de çok tesiri olduğunu unutmamak lâzımdır. Hülâsa, Osmanlıca’nın nesir sahasında Türkçe, bünyesine aykırı bir yapıya sahip cümlelerle bozuk düzen bir yazı dili manzarası göstermiştir. Bu bozuk düzenliği en çok Osmanlıca’nın ikinci devresinde görüyoruz. ilk devrede tercüme tesiri çok hissedilmekle beraber Eski Anadolu Türkçe’sinden devralınan nesir dilinde cümle yapısı oldukça sağlamdır. Fakat ikinci devrede bu yapının Türkçe olan tarafı kalmamıştır denilebilir.<br />Cümle yapısındaki bozukluğun nisbeti ise yabancı unsurların derecesi ile cümle uzunluğuna göre değişik olmuştur. Yabancı unsurları fazla ve cümleleri uzun olan yazılarda bozukluk çok olmuş, oldukça sade ve kısa cümleli olan yazılarda ise daha az olmuştur, Osmanlıca’nın son devrine gelince, bu devrede nesir dilinin kısa zamanda Türkçe cümle yapısına kavuştuğunu görmekteyiz. Tanzimatla beraber nesirde artık Türk cümlesi sağlam bir yapıya sahip olmuştur.<br />Bu devir cümleleri, eskisi kadar olmamakla beraber, yine bir hayli uzun olmuşlar, fakat yapılan Türkçe’ye aykırı düşmemiştir, Arada sırada bozuk cümlelere rastlanmakla beraber umumî olarak nesir dilinde cümle yapısının büyük bir selâmetle çıktığı açıkça görülmektedir. Bu devrede nazım dilinde ise cümleler eskisinden daha fazla uzun olmak yoluna girmişlerdir.<br />Yeni edebiyatla beraber mânânın bir beyitte tamamlanması mecburiyeti ortadan kalkınca bir cümle icabında bir kaç mısra içine yayılmış, böylece bilhassa devrenin sonlarına doğru uzun nazım cümleleri ortaya çıkmıştır. böylece cümlelerde nadir olarak bazen yapı sakatlıkları görülmekle beraber, Osmanlıca’nın bu son devresinde de, cümleler biraz uzadığı hâlde umumî olarak nazım dilinin cümle yapısı her zamanki gibi sağlam kalmış böylece Osmanlıca’nın ömrü tamamlandığı zaman Türk cümlesi hem nazım dilinde, hem nesir dilinde Türkiye Türkçe’sine sağlam bir yapı ile girmiştir.<br /><br /><span style="color:#3366ff;">Türkiye Türkçesi</span><br />Türkiye Türkçe’si Batı Türkçesinin üçüncü devresidir. Bugün de devam etmekte olan bu devre, 1908 meşrutiyetinden sonra başlar. Bu yeni devrenin 1908 meşrutiyetinden sonra başlayan ve Cumhuriyete kadar devam eden ilk safhası Türkiye Türkçesinin başlangıç devri mahiyetindedir bu kısa devirde çok süratli bir şekilde ortaya çıkan yeni yazı dilinin yanında Osmanlıca henüz tamamıyla sahneden çekilmiş değildir. Fakat lam manasıyla son günlerini yaşamakta ve umumi dil olmaktan çıkarak muayyen kalemler tarafından tutulmağa çalışılan hususî bir dil durumuna düşmüş bulunmaktadır.<br />Hâsılı bu devir. Osmanlıca’nın son örnekleri ile Türkiye Türkçesinin ilk örneklerinin yan yana bulunduğu devirdir, Osmanlıca’nın bu son örneklerine yeni dil gittikçe fazla sokulduğu gibi, yeni dilin ilk örneklerinde de bazı Osmanlıca unsurlar, eskimiş bazı kelimeler, bazı terkipler görülmektedir. Yukarıda da söylediğimiz gibi değişiklik bir neslin hayatı içinde ortaya çıktığı için Osmanlıca’dan yeni dilin ilk örneklerine bu şekilde ufak tefek taşmalar olmuştur. Fakat yeni dil bu küçük taşmalardan bu ilk devre içinde kendisini süratle kurtarmış, temiz Türkçe’nin sayısız örneklerini vererek Osmanlıca’yı kısa zamanda gerilerde bırakmıştır Öyle ki Cumhuriyet deri başlarken Osmanlıca artık çoktan ölü bir dil hâline gelmiş ve yazı dilinin bütün ufukları Türkiye Türkçe’sine açılmış bulunuyordu.<br /><br />Türkiye Türkçesini Osmanlıca’dan ayıran başlıca hususiyet onun yabancı unsurlar karşısındaki durumudur, Dilin iç yapısı, yani Türkçe bakımından Batı Türkçesinin bu iki devresi arasında bir devre farkı olmadığını, bu iki devrenin yabancı unsurlar bakımından ayrı devreler teşkil ettiğini yukarıda da açıklamıştık. Yabancı unsurlar bakımından bu iki devre arasında gerçekten çok büyük bir fark vardır. Bu farkın en ehemmiyetli tarafı terkipler bakımından olan ayrılıktır. Türkiye Türkçe’si terkipsiz Türkçe’dir.<br />Türkiye Türkçesinin en belirli vasfı budur. Bu bakımdan Türkiye Türkçe’si Bütün Türkçe’nin en temiz devridir, Az ve basit olmakla beraber Eski Anadolu Türkçe’sinde yabancı terkipler vardı. Osmanlıca tam mânâsıyla terkipli dil demektir. Türkiye Türkçe’si ise Türk yazı dilinin bu Arapça, Farsça terkiplerden kurtulmuş olduğu mesut devridir. Bir dil, yabancı bir dilin tesirinde kalabilir, Bu tesir, lügat hazinesinde. yani kelime sahasında kaldığı müddetçe ne kadar aşırı olursa olsun dil için bir tehlike teşkil etmez. Fakat kelime sahasını aşar ve kelime guruplarına, cümle sahasına el atarsa dilin yapısı tehlikeye girer. dilin gidişi çığırından çıkar.<br />Dilin, yapısını ayakta tutabilmek üzere bunlara mukavemet edebilmesi için çok sağlam bir bünyeye sahip bulunması lâzımdır. Osmanlıca’da Türkçe’ye korkunç bir nisbette karışan Arapça ve Farsça terkipler de bu şekilde kelime sahasında kalmayan, cümle sahasına giren yabancı unsurlardı. Türkçe’nin bünyesi çok sağlam olduğu için bunlara asırlarca mukavemet edebilmiş ve zamanı gelince onlardan kolaylıkla silkinerek kendi yapısı ile baş başa kalmıştır.<br />Fakat bu yabancı unsurlar onun ifade kabiliyeti için çok zararlı olmuşlar, onun gelişmesine asırlarca çelme takmışlardır. İşte Türkiye Türkçesini Osmanlıca’dan ayıran en büyük vasıf, onun bu şekilde terkipsiz Türkçe olmasıdır. Bu sebeple Osmanlıca’nın sonları ile Türkiye Türkçesinin başlarında karşımıza çıkacak örnekleri de bu kıstasa göre ayırmak icap eder. Elimizdeki örneğin dili, terkipsiz ise Osmanlıca, terkipsiz ise Türkiye Türkçe’sidir.<br />Türkiye Türkçe’si terkipler dışındaki yabancı unsurlar bakımından da Osmanlıca’dan çok farklıdır. Bir kere Türkiye Türkçe’si Osmanlıca’daki yabancı çekim edatlarından, Arapça, Farsça çokluk yapmak gibi yabancı kaidelerden de kurtulmuştur. Sonra yabancı kelime sayısı büyük ölçüde azalmış ve azalmaktadır. Fakat, bir kısmı konuşma diline de yerleşmiş olduğu için, Türkiye Türkçe’sinde bugün hâlâ pek çok Arapça ve Farsça kelime vardır.<br />Bu hususta Türkiye Türkçe’si Batı Türkçesinin en temiz devri değildir. Osmanlıca ile mukayese edilemeyecek kadar temiz bir durumda olmakla beraber, Eski Anadolu Türkçe’sinden daha çok yabancı kelime ihtiva etmektedir. Demek ki Türkiye Türkçe’sinde yabancı unsur olarak yalnız çok sayıda Arapça, Farsça kelimeler kalmıştır. Bu arada bazı terkipler de görülür, fakat bunlar tek kelime muamelesi gören klişeleşmiş şeyler olup, sayıları da çok azdır. Türkiye Türkçesinin diğer devrelerden bir farkı da batı dillerinden bazı yabancı kelimeler almış olmasıdır.<br />Türkiye Türkçe’sinde cümle yapısı da büyük bir aydınlığa kavuşmuştur. Bu devrede Türk cümlesi eski devrelerdeki karışık ve mânâsız uzunluğun dan kurtulmuş, kısa, derli toplu yanlışsız cümle hâline gelmiştir.<br />Osmanlıca’dan Türkiye Türkçe’sine geçiş, yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak suretiyle olmuştur. Osmanlıca, konuşma dilinden çok uzaklaşmış derece sun’î bir yazı dili idi. Türk yazı dilini daima temiz kalan konuşma diline yaklaştırınca yazı dili kolaylıkla Türkçe’yi bulmuş ve sun’i Osmanlıca tarihe karışmıştır. Esasen Türkçe’ye sokulmuş olan yabancı unsurlar Arapça, Farsça gibi gerek menşe, gerek yapı bakımından Türkçe ile hiç ilgisi bulunmayan bir Sâmi, bir Hind-Avrupa dilinden gelme idi.<br />Bu sebeple bu unsurlar Türkçe’nin bünyesi içinde daima yabancı kalmış ve büyük sun’iliğe dayanan iğreti durumlar, yazı dili konuşma dili kaynağına dönünce çabucak sarsılarak üçüzlü sun’î dil en kısa zamanda yıkılıp gitmiştir. Yazı dili konuşma diline yaklaştırılırken tabiî öteden beri kültür merkezi olarak Türkçe bakımından esasen yazı dilinin dayandığı konuşma diline sahip bulunan muhitin dili, yani İstanbul Türkçe’si esas alınmıştır. Bu sebeple bu gün Türk yazı dili yani Türkiye Türkçe’si hemen hemen İstanbul konuşma dilinin, İstanbul Türkçesinin aynidir. Yazı ve konuşma dili olarak ikisi arasındaki fark en aşağı bir derecededir.<br />Hülâsa, ana çizgileri ile başlıca vasıflarını belirttiğimiz Türkiye Türkçe’si bugün tam bir özleşme, güzelleşme gelişme hâlindedir. Batı Türkçe’si bu son devre ile çok hayırlı bir yola girmiş ve Türk yazı dilinin bütün gelişme ufukları açılmıştır. Kuvvetli bir yazı dili olmak üzere gelişme yoluna giren Türkiye Türkçesinin yürüyüş hızı devre boyunca memnunluk verici bir seyir göstermiş. 1928’de eski harflerin terk edilmesinden sonra ise büsbütün artmıştır. Bu devirde son zamanlarda bile arada sırada Osmanlıca bazı şiirler yazıldığı da görülmektedir. Fakat ölü dille yazılmış olan bu bir kaç şiir şüphesiz ancak tarihi birer hatıradan ibarettir.<br /><br /><span style="color:#ff0000;">Netice<br /></span>Bütün bu yukarıdan beri söylediklerimizi toparlayacak olursak, demek ki Batı Türkçe’si kendi içinde birbirini takip eden ve birbirini geçmiş bulunan üç devreye ayrılmaktadır. Bu devrelerin birincisi olan ve iki asır devam eden Eski Anadolu Türkçe’si Selçuklular, Anadolu beylikleri ve ilk Osmanlıların yazı dilidir. İkinci devre İstanbul’un fethinden Osmanlı İmparatorluğunun sonuna kadar imparatorluğun yazı dili olarak beş asra yakın bir Ömür sürmüş bulunan Osmanlıcadır. Üçüncü devreyi teşkil eden Türkiye Türkçesinin hayatı ise henüz yarım asrı geçmemiştir. Yani, Osmanlıca Batı Türkçesinin en uzun devresidir.<br />Bu uzun devre Batı Türkçesinin ayni zamanda en güç devresidir de. Bu devir metinlerin üzerine eğilirken üçüzlü yazı dilinde Türkçe’den başka iki yabancı ortağın gerekli kaidelerini de bilmek lâzımdır. Türkçe’ye kendi kaideleri ile girmiş bulunan bu yabancı unsurlar, bir taraftan Eski Anadolu Türkçe’sinde görünmeğe başlamış olduğu, diğer taraftan, kelime hâlinde de olsa, Türkiye Türkçe’sine de taşmış bulunduğu için bir dereceye kadar Osmanlıca’dan önceki ve sonraki devreleri de ilgilendirirler.<br />Osmanlıca’daki Arapça, Farsça unsurların mahiyetini öğrenmek ilk ve son devrenin yabancı unsurlarını da yakından görüp bilmek demektir. Yani, Osmanlıca’nın yabancı unsurlarını kavramakla bütün Batı Türkçesinin yabancı unsur durumu aydınlığa çıkmış olur. Türkçe bakımından ise Osmanlıca Türkiye Türkçe’sinden farklı olmadığı gibi, Eski Anadolu Türkçe’sine de bağlıdır. Bu yüzden onun Türkçe cephesini ele alırken Türkiye Türkçe’si ile Eski Anadolu Türkçesini de ele almış oluruz. Hülâsa, Batı Türkçesinin en karışık ve güç devri olan Osmanlıca’nın iç ve dış yapısını incelerken yalnız onun hudutları içinde kalmayarak bütün Batı Türkçesini göz önünde bulundurmak lâzımıdır.<br /><br /><span style="color:#cc33cc;">Muharrem ERGİN</span>S. CENGİZhttp://www.blogger.com/profile/14871197703651020371noreply@blogger.com0